HAKLAR ve HELÂLLEŞMELER

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri’ne bir sual sorulmuş:

 

Bir kadıncağız pusulayla, yani bir not kâğıdıyla soru sordurtmuş. Sual şöyle:

 

“–Bizler evimizin damında oturup, yün eğiririz. Emîrin meş‘alelerinin ışığı bize kadar geliyor. O ışıkta yün eğirmemiz câiz midir?”

 

Ahmed İbn-i Hanbel -rahmetullâhi aleyh-;

 

“–O ışıkta eğirmesin!” dedikten sonra böyle bir suâli soranın kim olduğunu merak etmiş ve sormuş:

 

“–Kim bu soruyu soran?”

 

Öğrenmişler ve söylemişler:

 

“–Bişr-i Hâfi’nin kız kardeşi.”

 

Ahmed bin Hanbel Hazretleri şöyle demiş: 

 

“–Böyle bir hassâsiyeti, ancak böyle takvâ sahibi, verâ sahibi bir ev halkı gösterebilir!” 

 

Bu kıssa; Kuşeyrî’nin Risâle’si, Şâtıbî’nin Muvâfakāt’ı gibi eserlerde yer alır. 

 

Burada izinsiz kullanmanın yanında, emîrin yaktığı meş‘alelerin kaynağının şüpheli görünmesi meselesi de var. Kaynağı haram olan bir malla alınmış, yakılmış olan bir ışıktan istifade etmenin vebâlinden endişe ediyor. 

 

Zaman zaman hakikaten böyle ince sualler ile karşılaşıyoruz. Meselâ kamuya ait bir prizde telefonunu şarj ediyor kişi. Yüreğinde bir vebal hissediyor. Bazıları bedelini; 3 TL, 5 TL oraya bırakıyor. 

 

Böyle sualler, kamuya ait yerlerde çalışanlardan da bolca geliyor: 

 

“Böyle bir yerde; su ısıtıcı kullanıp, çay-kahve yapmakta beis var mıdır?” 

 

Burada tabiî ki; çalışma şartları, müessese tarafından belirtilmiş, ilân edilmiş bir tâlimatnâme olup olmadığı mühim. Eğer -kamu olsun, özel olsun- müessese bunları yazılı veya şifâhî olarak yasaklamışsa, kullanmak elbette câiz olmaz. 

 

Yasaklayıcı bir tâlimat yok; genel teâmül olarak da, müessesede çalışanların çay hazırlamasına müsaade edildiği, ses çıkarılmadığı görülüyorsa, o zaman câiz görülebilir. 

 

Fakat müessese; çay saatlerini ayarlamış, orada kendisi çay ikrâm ediyor. Fakat çalışana bu yetmiyor da gizli saklı su ısıtmaya, kendisine içecek hazırlamaya çalışıyorsa, bunun uygun olmayacağını söylememiz lâzımdır. 

 

Yine çalışma esasları mühim diyoruz: 24 saat çalışan doktor, polis, asker gibi bir nevi vatan hizmeti, kamu hizmeti yapanlarla; dokuz-beş çalışan memur da bir olmayacaktır. 

 

Yine bir kulübe içinde gece ayazda nöbet tutan bir güvenlikçiye; soba yakması, bir ısıtıcı ile kendisine çay hazırlaması, câiz görülmelidir. 

 

Bu durumlarda, kişinin; yine de başta söylediğimiz hassâsiyeti taşırsa, aylık yaklaşık elektrik sarfiyâtını, o müessesenin varsa döner sermayesine ödemesi güzel olur. Döner sermayesi yoksa, kamuya hizmet eden büyük hayır kuruluşları var, onlara mûtat bir bağışta bulunması güzel olur. 

 

Allah korusun, toplumda bazı kişilerde; 

 

“Devletin malı deniz, yemeyen domuz veya yemeyen keriz!” gibi çok çirkin ve âkıbeti korkunç bir anlayış olabiliyor. Hâlbuki ince düşünülürse; bu âmme hakkı, kamu hakkı helâlleşmesi en zor kul hakkı çeşitlerindendir. 

 

Muayyen bir şahsın elektriğini, suyunu kullansanız; gidip helâlleşirsiniz, para teklif edersiniz. Ama tüyü bitmemiş yetimin hakkının da olduğu, herkesin zerreler nisbetinde haklarının karıştığı âmme / kamu hakkını nasıl ödeyeceksiniz? 

 

Bu noktada, memur; meselâ şefinin izin vermesine de aldanmamalıdır. Çünkü şefin o izni vermeye hakkı var mı? Yoksa; «Bir kahve de bana yap!» mı diyor? 

 

Tarihimizde; şahsî bir misafiri geldiğinde, beytülmalden gelen mumu söndürüp, şahsî mumunu yakan, onunla devletin mumunun ışığında oturmayı câiz görmeyen nice şahsiyetin menkıbelerini okuruz. 

 

Lâkin burada, hayatı zorlaştıracak bir noktaya da getirmememiz lâzım. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de bir yetimin vesâyetini üstlenen kişilerin, bu işleri yaparken yetimin malından emeklerine karşılık bir ücret alıp alamayacakları hususunda şu ölçü bildirilir:

 

“…

 

Zengin olan veli, yetim malına tenezzül etmesin; 

 

Muhtaç olan veli de ihtiyaç ve emeğine uygun olarak meşrû ölçüde bir şey yesin…” (en-Nisâ, 6)

 

Yani örfî durum, mâruf ve meşrû kabul edilebilecek bir seviyeyi aşmadan; izin verilmiş kabul edilecek kadar kamu imkânlarından yararlanılabilir.

 

Yine bir veli düşünün, yetimi kendi evinde barındırıyor; yetimin malından kendisine yemek hazırlanacak, barınması, ısınması, elbiselerinin yıkanması vs. için masrafları olacak. Bunlar yapılırken, velinin kendi evindeki çocukların masraflarıyla karıştırılmaz ise, çok külfetli bir durum ortaya çıkıyor. Yetime kendi parasından ayrı çorba, ayrı salata… Elbisesi yıkanacak ona ayrı elektrik hattı… Çok zor. Fakat; «Yetim malı yemeyin!» emirlerinden dolayı sahâbî çok korkuyor ve soruyorlar:

 

“…Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: 

 

–Onları iyi yetiştirmek (yüzüstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. 

 

Eğer onlarla birlikte yaşarsanız; (aşlarınızı, imkânlarını karıştırarak kullanırsanız, unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. (Bunu yapmanız câizdir. 

 

Fakat unutmayın ki);

 

Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. (Bu karıştırmayı kötü niyetle yapanı ayırt eder.)

 

Eğer Allah dileseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. 

 

Çünkü Allah güçlüdür, hakîmdir.” (el-Bakara, 220)

 

Bugün engelli aile fertleri için devletin verdiği meblâğların kullanımında da bu ölçüleri değerlendirebiliriz. Cenâb-ı Hak; hayatı zorlaştırmıyor, fakat ıslah edici olmayı, iyi niyeti, kamu yararını, yetimin hakkını önde tutmayı emrediyor. 

 

Çünkü helâlleşmek zor. Âhirette çok zor. Dünyada da zor.

 

Bunu anlatan bir sual:

 

“–Ben eskiden hırsızlık yapmıştım. Kardeşlerimin, akrabalarımın ve arkadaşlarımın parasını ve değerli eşyalarını çaldım. Çok pişmanım, tövbe ettim. Etmeye de devam ediyorum, fakat hırsızlık yaptığım kişilerden helâllik alamıyorum hem utanıyorum hem korkuyorum. İllâ; «–Ben paranı çaldım, hakkını helâl et!» demem lâzım mı? Başka bir yolu yok mu? Lütfen yardımcı olun bana. Çok üzülüyorum, çok pişmanım.”

 

Hakikaten zor bir durum.

 

Çünkü hırsızlık fiilinde sadece çalınan şeyin haksız sûrette alınması gerçekleşmiyor, bir de çok kişinin zan altında bırakılması şeklinde bir kötülük yapılmış oluyor. 

 

Akrabasının evinden bir şey çalındığında, farkına varıldığı âna kadar o eve girip çıkan herkes şüpheli durumuna düşürülüyor. Masum kişiler zanlara hedef oluyor. Belki küslükler, yanlış anlamalar, gıybetler ve iftiralar havada uçuşuyor. 

 

Dînimizde hırsızlığa el kesme gibi çok ağır bir ceza verilmesi de -Allâhu a‘lem- toplumun güven duygusuna verdiği bu zarardandır. Bu sebeple; ortada duran, korunmamış, saklanmamış bir malın çalınmasında bu ceza uygulanmaz. Güvenliğin ihlâl edildiği, belirli bir değerin üstündeki mal çalındığında bu had cezası devreye girer. 

 

Sualde; 

 

“Başka bir yol yok mu?” deniyor. Akla gelebilir ki, gidip hak sahibine meselâ ziynetini çaldığı teyzesine; 

 

“–Teyze ben uzun yola gidiyorum veya ameliyat olacağım, haydi hakkını helâl et!” dese; o da yeğeninin yaptıklarından habersiz;

 

“–Helâl olsun yeğenim!” dese, bu helâlleşme kişiyi kurtarmaz. Bunlara şuurlu genel bir ibrâ değilse, mutlak helâlleşme diyoruz. Yani genel bir helâllik talebi ve helâllik alınması. Fakat helâllik veren kişinin, hangi hakkının çiğnendiğinden haberi yok. Bu, kurtarmaz. 

 

Öyleyse geriye iki yol kalıyor:

 

Birinci ve güvenli yol: 

 

Hakka giren kişi;

 

“Âhirette rezil olmak, dünyada rezil olmaktan ağırdır! Dünya rüsvâlığı, âhirette rüsvâ olmaktan yeğdir!” diyerek açık yüreklilikle gidecek tek tek hak sahiplerine durumu anlatacak. Maddî hakkı ödeyebiliyorsa mutlaka ödeyecek. Özür dileyecek. Telâfîsi için yapabileceği şeyleri teklif edecek. Yalvaracak yakaracak.

 

Utanmak; «Rezil olurum!» diye düşünmek, itibarını korumak gibi düşünceler bu helâlleşmeyi yapmamak için mazeret değildir. 

 

Bunu yapmaması için meşrû tek mazeret şudur: Bundan bahsettiği takdirde, hak sahibi, affetmek bir tarafa ondan bütünüyle uzaklaşacak; «Seni gözüm görmesin!» diyecek, hattâ işlenen cürme göre, belki nefret ve intikam hislerine yönelecek ise, ikinci yoldan başka çare kalmamış demektir:

 

İkinci / âhirete bırakan yol: 

 

Kişi yine mümkünse hakkı, sahibine ulaştıracak. Ama belki gidip evine bırakacak. Hediye veriyormuş gibi bir şeyler götürecek, ama hakkı tevdî etmeye gayret edecek. Fakat itirafta bulunmayıp işin o kısmı adına istiğfâr edecek. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek. Hattâ âhiret helâlleşmesine de bol bol hazırlık yapacak. 

 

Nedir âhiret helâlleşmesi? 

 

ÂHİRET HELÂLLEŞMESİ

 

Bir hadîs-i şerifle anlatalım:

 

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına;

 

“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. 

 

Onlar;

 

“–Bize göre müflis, parası ve malı tükenen kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

 

“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: 

 

Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)

 

Âyet-i kerîmeler malûm… Zerre kadar şer işlese insan onunla karşılaşacak. Zar kadar, nokta kadar, hardal tanesi kadar bir şey gizli kalmayacak. 

 

Hadîs-i şerifler malûm… Her zulmün, her haksızlığın bir nişanı, bir ilânı olacak. Hayvanlar dahî birbirleri arasındaki haksızlıkların kısas edilmesi için haşredilecek ve sonra toprak olacaklar. 

 

Yani kimse; unutulur gider, dosyalar araya kaynar gibi bir ümide kapılmasın!

 

Yine kimse; 

 

“O benim amcamdır, teyzemdir beni pek sever, biz onunla orada anlaşır gideriz!” gibi bir hayale de kapılmasın! 

 

Çünkü o gün; baba oğuldan, oğul annesinden kaçacak! Niye kaçıyor? Çünkü dâvâcı olmuş. Herkes kendi derdine düşmüş. Tek istisnâsı, Allah için dost olanlardır.

 

Âhiretteki müflisi anlatan hadîs-i şerîfi okuyunca insanın aklına şu geliyor: 

 

“Bu kadar namaz kılan, bu kadar oruç tutan bu kadar zekât verip sadaka veren, ikramda bulunan bir kişi, nasıl olur da böyle insanları rencide edecek sözler söyler?”

 

Unutmamak lâzım ki şeytan, bir; «secde etmedi» diye şeytan oldu. Yani şeytanın meleklerle statüsü aynıydı. Melek gibiydi. Bir secde etmedi. Cenâb-ı Allah emretti. Bir emrini tutmadı, diye şeytan oldu. 

 

Dolayısıyla;

 

Evet hakikî anlamda kılınan namaz, oruç ve sadaka insanı korur. Ama namazını riyâ için kılmışsa, kıldığı namazdan gafilse;

 

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (el-Mâûn, 4) buyuruyor Cenâb-ı Allah.

 

Hakikî mânâda iki rekât makbul bir namazımız varsa, kurtardık inşâallah!.. Ama o iki rekât makbul bir namaz için bir ömür antrenman yapmak lâzım. Bu yüzden iyisi mi hiçbir kimsenin hakkına girmemek, hukukunu ihlâl etmemek lâzım.

 

Hak ihlâli derken, yukarıdaki sorunun sevkiyle hep maddî hakları zikrettik. Hâlbuki nice mânevî haklar da var. 

 

Bir öğretmenin talebelerine nasıl davrandığı bir hak meselesi…

 

Bir doktorun hastalarına nasıl muamelede bulunduğu bir hak meselesi…

 

Bazen yüksek bir ses tonu, bir ters bakış, bir tersleme bunlar bile bir hak konusu olabilir. 

 

Ölçü böylesine yüksek. Fakat ümit veren, gönlümüze su serpen bir müjde var:

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-buyuruyor ki:

 

“–Ödemek üzere borç alan bir kimseye Allah yardım eder. O borcu ona ödettirir.” (Buhârî, İstikrâz, 2)

 

Bütün bu vazifeler de aslında birer borçtur. Yani bunu hakkıyla yapmak üzere niyet etmiş bir kimseyi Allah muvaffak eder.

 

Öğretmen sınıfına girdiğinde; 

 

“–Yâ Rabbî! Bu çocuklara, bu evlâtlara faydalı olmayı, hayırlı olmayı bana nasip et! Bunlara güler yüzlü olmayı, faydalı olmayı, bunun yollarını bana nasip et!” dese Allah onu mahcup etmez.

 

Ama daha sabah kalkarken abus bir çehre, çatık kaşla kalkarsa,  gün boyu onun o hâli devam eder. 

 

Cenâb-ı Hak; amel defterlerimizi hayırlarla, hasenelerle doldurmamızı nasîb eylesin. Hasbe’l-kader girdiğimiz haklardan helâlleşebilmemizi kolaylaştırsın. Bizleri, dünyayı ve âhireti gerçek mâhiyetiyle görebilenlerden eylesin!.. Âmîn…