Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -38- KEMAL, YAKÎN ve DERİNLİK…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 (Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

ÜNVANLAR NİÇİN ve NEREDE?

 

Ahmed Zerrûk Hazretleri; seyyidler ile alâkalı maddelerden sonra, yine protokol diyebileceğimiz, ulemâ ve meşâyıh hakkında kullanılan ünvanlara temas eden bir kaideye geçiyor.

 

Protokol veya teşrifat kaidelerine tarihte iki imparatorluk çok ehemmiyet vermiştir. Biri ecdâdımızın tesis ettiği Osmanlı Devleti’ydi. Maalesef onu içten dıştan uğraşıp yok ettiler, tarihteki yerini aldı. Diğeri ise Birleşik Krallık ki o hâlâ teşrifat kaidelerini yaşatarak devam ediyor. 

 

Osmanlı’da bütün şahıslar; toplumdaki konum, vazife ve mevkilerine göre ünvanlar alır, kıyafetler ve serpuşlar giyerdi. Hattâ bu teşrifat mezar taşlarına bile yansımıştı. Şâhide denilen mezar taşlarının stilinden; o kabirde yatan kişinin vezir mi, ulemâ sınıfından mı, hangi tarîkten olduğuna kadar birçok husus anlaşılırdı.

 

Tebaasında üç dînin mensuplarını ve yetmiş iki milleti barındıran ve hepsini huzur ve selâmet içinde yaşatan bu büyük imparatorluk; ulaştığı rekor ömrüne biraz da bu silsile-i merâtibe, teşrifata riâyetle ulaşmıştır, denilebilir.

 

Elli Dördüncü Kaide:

 

“Ünvanlar, sadece makam ve mevkileri bildirmek için konulmuştur.”

 

Meselâ; Şeyhülislâm Ebussuud Efendi diyoruz. Makamını göstermek için bu ünvanı zikrediyoruz. 

 

“Kimin makamı, derecesi biliniyorsa, onun hakkında ünvanı kullanmak zorlama olur, yakışık almaz; onun zâtına da bir fayda getirmez.” 

 

Buna benzer olarak;

 

Belâgat ilminde de söz, muhatabın zihin durumuna göre, üç te’kîd seviyesinde söylenir.

 

•Muhatabın, söyleyeceğimiz söz hakkında hiçbir fikri yok ise; sözü en sade şekilde söyleriz. Hiçbir te’kîd ve teyit gerekmez. 

 

•Muhatap, söyleyeceğimiz söz hakkında tereddüt içindeyse; sözü bir derece te’kîd etmemiz gerekir. Vurgulayıcı, destekleyici zarf ve edatlar kullanmak gibi. 

 

•Muhatabın, söyleyeceğimiz sözün muhtevâsını reddeden bir zihin yapısı varsa; o zaman birden fazla te’kîd unsuru gerekir. Yemin ederiz, te’kîd edatları kullanırız. 

 

Meselâ; 

 

“–Nasılsınız?” diye sorulduğunda; 

 

“–İyiyim!” dersiniz veya yine vurgusuz bir şekilde; 

 

“–Hastayım.” dersiniz.

 

Ama bu soruyu soran, işe gelmeme sebebinizden şüphelenen âmiriniz ise; 

 

“–Hiç iyi değilim. Vallâhi yerimden kalkacak hâlim yok!” dersiniz. 

 

Doktor hastaya yatış vermiştir. Hasta ise çıkmak istiyordur. Doktor gelir sorar;

 

“–Nasılsınız?”

 

“–Vallâhi çok iyiyim!”

 

Kaidemiz, ulemâ veya me­şâyih için kullanılan sıfatların; o zâtları tanımayanlar için zikredileceğini bildiriyor. 

 

Devlette de teşrifat bunun için eskiden daha fazla gerekli imiş. Eskiden televizyon, gazete, fotoğraf, sosyal medya ve internet gibi şeyler yok. Padişahı halktan biri gibi giyinmiş görseler kimse tanımaz. Ancak onu şatafatlı kıyafetler ve kavuklar içinde görüyor ve kim olduğunu anlıyor, hürmet gösteriyorlardı. 

 

Bugün devlet ricâlini, herkes televizyon ve sosyal medya vasıtasıyla tanıyor. Bu tür kıyafet ve benzeri protokol azalmış. Belki güvenlik ihtiyacı artmış. 

 

Demek ki ulemâ ve meşâyih hakkında da tanınmayan biri için, başına ünvanlar dizilir. Tanınan kişilerin ünvâna ihtiyacı yoktur. 

 

“Kimin makamı, derecesi bilinmiyorsa; adı anıldığında derecesini, rütbesini bildiren ünvan ve benzeri ifadeleri zikretmek gerekir.” 

 

İlmiyle, ameliyle mâruf şahsiyetlerin adını söylemek kâfîdir. Ömer Nasuhî BİLMEN 20’nci asrın en mühim İslâm hukukçularından biri. Onun isminin başına profesör, doktor gibi bir ünvan getirmek, o kişi için züldür. 

 

Tanınmayan birinden bahsediyorsak; filân üniversitede hoca, şu ünvâna sahip diye zikredilmesi lüzumlu olur. 

 

Abdülfettah Ebû Gudde Hocamız’ın ünvanları vardı, kendisi profesördü ama, hiçbir zaman bu ünvanları koydurmaz, söyletmezdi.

 

Niye? Çünkü Abdülfettah Ebû Gudde ismi yeterdi. 

 

“Bu kaideden dolayı; 

 

«Ebûbekir rivâyet etti.» 

 

«Ömer şöyle dedi.» 

 

«Osman şöyle yaptı.»

 

«Ali şunu işitti.»

 

«İbnü’l-Müseyyib şöyle yapardı.»

 

«İbn-i Sîrîn şöyle haber verdi.»

 

«Hasan şöyle dedi.»

 

«Mâlik şu görüştedir.»

 

«Cüneyd’den şöyle nakledilir…» ve benzeri ifadelerin kullanılması câizdir. (Edebe mugāyir değildir.)

 

Allah Teâlâ, en doğrusunu bilendir.”

 

Tabiî bu yalın ifade tarzı; ilmî eserlerde ve ilmî meclislerde zikrediliş şeklidir. Oradakiler, ismin hürmetini bildiği için; orada ünvan ve sıfatlar zikredilmeksizin, bu tekellüfe girmeksizin o zâtlardan böyle bahsetmişlerdir. 

 

Yoksa halka konuşurken, vaaz ederken veya bir talebe bu zâtları anarken, elbette; «radıyallâhu anh» gibi; «rahmetullâhi aleyh» gibi; «kuddise sirruhû» gibi duâ cümlelerini söylemeli. Tanımayanların olduğu yerde, meselâ; «sahâbe-i kiramdan, aşere-i mübeşşereden, tâbiînin büyüklerinden, mezhep imamlarımızdan» gibi sıfatları söylemeli ki, muhatap kendini hazırlasın ve can kulağıyla dinlesin. 

 

Bu sıfatların kullanılışıyla alâkalı şu hususu da zikredebiliriz:

 

Bir muhitte ilim yaygın ve ulemâ bol ise orada; âlimlerin isimlerinin önüne, abartılı sayılabilecek ünvanlar kullanılmamıştır.

 

Meselâ meşhur Hanefî fıkıh kitaplarından Muhtasaru’l-Kudûrî’nin sahibi sadece Kudûrî ismiyle bilinir. Kudûrî, «çanak çömlekçi» demek. Ferrâ (kürkçü), Cessâs (kireççi, yapı ustası), Bezzâz (dokumacı), gibi isimlerle bilinen âlimler de böyledir.

 

Bu zâtlar hep İslâmî ilimlerin beşiği durumundaki Bağdat, Şam ve benzeri muhitlerde yetişmişler. 

 

Ama ilmin pek bilinmediği Mâverâünnehir’de görüyoruz ki lâkaplar büyüyor: 

 

«Şemsü’l-Eimme / İmamların Güneşi!» 

 

«Kameru’l-Akmar / Ayların en parlağı» diye ünvanlar isimlerin başına ekleniyor. 

 

Çünkü ulemânın az olduğu yerde bir veya birkaç tane yetişince, nâmı da büyük oluyor.

 

Bu kaidenin bir semeresi de şu olabilir: 

 

Tasavvuf gibi güzel ahlâka ulaşmayı hedefleyen bir yolda; gavs-ı âzam, kutbu’l-aktâb, şeyhü’l-ekber ve benzeri ünvanların kullanılmasının, tevâzu prensibiyle bağdaşmayacağı düşünebilir. Bazılarının bu sıfatlarla anılırken, kimisinin sade isimlerle zikredilmesinin hikmetini zihinler kavrayamayabilir. 

 

Müellifimiz; bu sıfatların tefâhur için değil, bilinmeyen bir zâtı tanıtmak için olduğunu belirtti. Bilinen zâtlar için tekellüf olduğunu söyledi. 

 

Müellifimiz; müteâkip maddede, İslâmî ilimlerde meselelere, farklı ekollerin muhtelif yaklaşım tarzlarını ele alıyor.

 

FARKLI BAKIŞLAR

 

Elli Beşinci Kaide:

 

“Muâmelâtta sûfînin bakışı fakîhin bakışına göre daha hususîdir.

 

•Fakih (fıkıh âlimi) sıkıntı ve meşakkatin neyle ortadan kalkacağına itibar eder.

 

•Sûfî ise kemâlin neyle elde edileceğine bakar.” 

 

Fıkhın sahaları üçtür:

 

•İbâdât (ibâdetler)

 

•Muâmelât (işlemler)

 

•Ukûbât (cezalar)

 

İnsanlar arasındaki alışveriş, ticaret, kiralama, evlilik, boşanma ve benzeri her türlü akit, muâmelâtın sahasına girer. 

 

Fakih bu sahadaki meselelere; «Helâl mi haram mı? Câiz mi değil mi?» suâliyle yaklaşır. 

 

Sûfî ise, bazı helâlleri de çeşitli mahzurlar görerek tercih etmeyebilir. Yasak olmayan bazı hususları da sakıncalı görür ve onlardan uzak durur. 

 

Meselâ Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -rahmetullâhi aleyh-, atalarından kalan mîrâsı almamıştır. Tarihte Hâris el-Muhâsibî ve Alâüddin Attâr Hazretleri de, böyle yapmışlardır. 

 

Halkın deyişiyle; 

 

“Ölüm hak, mîras helâldir.” Fıkıh da onların bu mîrâsı almasını helâl olarak vasfeder. Fakat onlar bir hassâsiyet ile yaklaşmış ve kemal noktasında bu mîrâsı almamaları gerektiğini düşünmüşlerdir. 

 

Vitrinde durup, insanların nazarını çeken iştah uyandırıcı gıdâları yemeye, bir fakih; 

 

«–Câiz değil!» demez. 

 

Fakat bir sûfî;

 

«–Bunlarda nice mahrumların nazarı kalmıştır!» diyerek böyle gıdâlardan uzak durulmasını müridlerine tavsiye eder. 

 

Yani fakih, câiz mi değil mi, derken; sûfî kâmil mi değil mi, diye soruyor. 

 

Kıyâfetten de misal verebiliriz. Bir inşaat işçisi üst bedenini soyup çalışır, atletle dolaşır. Ama bir ilim talebesinin kısa kollu gömlek ile dolaşması bile kemal bakımından noksandır. 

 

Bir gün ceketsiz miydik veya kısa kollu muyduk Emin SARAÇ Hocam -rahmetullâhi aleyh-;

 

“–Hocaefendi böyle gezmez!” dedi! 

 

Sûfî, sadece; «Kurtarsın yeter.» demiyor; «Mükemmel olsun.» diyor. 

 

“Sûfînin bakışı, kelâmcının / akāidcinin bakışına göre de daha husûsîdir. 

 

•Kelâmcı, îmânın neyle sahih olacağına bakar. 

 

•Sûfî ise, yakînin / kesin inancın neyle kuvvetleneceğine bakar.”

 

Îmânın sıhhatinde esas olan mevzular; mütevâtir meselelerdir, zarûrât-ı dîniyyedir. Kelâmcılar bu sebeple, îmânın geçerliliğine odaklandıkları için, kendileri için teferruat kabîlinden olan meselelere yoğunlaşmazlar. 

 

Usûlcü; «–Kişi müslüman mı, değil mi?» nokta-i nazarından bakar. 

 

Fakat sûfî, Allâh’a olan îmânını güçlendirecek meseleler nokta-i nazarından bakar. Mütevâtir olan ve olmayan, aslî mesele, tâlî mesele ayrımına gitmez.

 

Binâenaleyh;

 

Sûfînin bakışı, daha dardır! O, daha seçicidir! O, daha dikkatlidir!

 

“Sûfînin bakışı, tefsir ve hadis âlimlerinin bakışından da daha husûsîdir!

 

Çünkü; hem tefsirci, hem hadisçi sadece mânâya odaklanıp hüküm çıkarmaya yönelik bakar. 

 

Ama sûfî, onların ortaya koyduklarını kabul ettikten sonra bir de işârî mânâlar arar. 

 

Eğer o, müfessir ve muhaddisin ortaya koyduğu zâhirî hakikatleri kabul etmezse; o mutasavvıf olmak şöyle dursun, şerîatten bile çıkmış bir bâtınîdir.” 

 

Bazı kendilerini tasavvuf erbâbı gibi gösterenler; «Bizim hadisle, fıkıhla, tefsirle işimiz olmaz!» derler. «İşimiz olmaz!» ifadesi; «Onların söylediklerini kabul ediyoruz ama üstüne bizim de söyleyeceğimiz var!» anlamında ise problem yok! «Onların söylediklerini kabul etmiyoruz!» anlamında ise; «Kusura bakma, sen müslüman olamazsın!» 

 

Fıkhın, hadîsin ve tefsirin bilgilerini kabul edip; onların üzerine mutasavvıfların söyledikleri işârî tefsire misal verelim:

 

Meselâ âyet-i kerîmede buyurulur:

 

اَلَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَاتِهِمْ دَٓائِمُونَۖ ۝٢٣

 

(O cennetlik mü’minler) namazlarını düzenli kılarlar!” (el-Meâric, 23) 

 

Sûfî buradan işârî bir mânâ çıkarıyor:

 

Bu devamlılık sadece namazlara münhasır değil, 24 saatlerini namaz keyfiyetinde, namaz kıvâmında yaşayanlar olmamıza işaret ediliyor.

 

Bu işârî tefsiri yapan kişi; 

 

“–Ben zaten her ânımda namazdayım, dolayısıyla ayrıca abdest alıp, kıyam, rükû ve secde ile namaz kılmama gerek yok!” derse, işte o dinden çıkmış bir bâtınîdir. Nerede kaldı ki kemâli arayan bir sûfî olsun!.. 

 

Bu bakış farklarını Müellifimiz, müteâkip bazı maddelerde de ele alacak. Bu maddede üç nokta gördük:

 

Sûfî;

 

•Amellerde ve muâmelâtta kemal / mükemmellik arar. 

 

•İnanç meselelerinde yakîn / kesinlik arar. 

 

•Âyet ve hadislerin anlaşılmasında işaret / derinlik arar. 

 

Müellif; fakihi, usûlcüyü, müfessir veya muhaddisi tenkit etmek, sûfînin dûnunda göstermek için bu kıyaslamaları yapmıyor. Onların vazifesi ve sahası başka, sûfînin arayışı başka… Bunu ortaya koymak istiyor. 

 

Cenâb-ı Hak, îman selâmetinden ayırmasın. İbâdet ve muâmelelerimizde kemâli, inancımızda yakîni ve nassları, anlayışımızda mânevî derinliği nasip buyursun… Âmîn…