RIZKI HELÂLDEN İSTEMEK

Kemal AKGÜL kemalakgul1903@gmail.com

 

Bir zamanlar; «Sekiz senem var asker olmaya.» diye söylendiğini hatırlıyordu. O sekiz yıl bitmiş, üstüne bir de dört yıl daha geçmişti. Okuldan dolayı askerliği tecil ettirmiş, zamanında gidememişti. 

 

Nihayet asker olmuş, Manisa-Batı Kışla acemî birliği eğitiminden sonra Gaziantep’in Oğuzeli taburuna, sınır bölüğüne dağıtımı yapılmıştı.

 

Sevdiklerinden ayrılmanın dışında bir sıkıntı yoktu. Ana, baba, kardeşler, eşi… Hele minik kızı, gözünün önünden hiç gitmiyordu. Onları düşünürken dalıp dalıp gidiyordu uzaklara.

 

Bölük komutanı; hâlden anlayan, çok babacan biriydi. Onun, küçük bir kızı vardı. Babasına çok düşkün olduğu için bazı zamanlar onunla birlikte bölüğe gelirdi.

 

Bir keresinde yine öyle dalmıştı ki bölük komutanının sesiyle irkildi:

 

–Asker!

 

–Emret komutanım!

 

–Evli misin sen?

 

–Evliyim komutanım.

 

–Çocuğun var mı?

 

­­–Sizin gibi, benim de küçük bir kızım var komutanım.

 

–Hele belli, kedinin ciğere baktığı gibi bakıyorsun. Al sev biraz, çocuk hasretin dinsin.

 

Çocuklar masum ve tatlıdır ama hiçbir çocuk, kendi çocuğunun yerini tutamaz. Atalar boşuna dememiş; “Kuzguna yavrusu şahin görünür.” diye.

 

Birkaç günlük atış tâliminden sonra karakollara dağıtımları yapılmıştı. Suriye sınırında hudut nöbeti başlamıştı artık. Kendisini çok değerli hissediyordu. Mukaddes vatanın korunmasında bir nefer olmak, ona büyük haz veriyordu. Bu işi, ibâdet aşkıyla yapıyordu. Çünkü okuduğu bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştu:

 

“Üç kişinin gözünü cehennem ateşi yakmaz: 

Allah yolunda kaybedilen göz

Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz, 

Allah korkusundan yaş akıtan göz.” (Beyhakî, Şuab, 790)

 

Gündüzleri nöbet kulesinde, geceleri ise kule gerisinde, pusu mevzilerinde üçer kişilik gruplar hâlinde mütemâdiyen nöbet tutuyorlardı. Pusu atılan yerler, Antep fıstığı ağaçlarının ortasındaydı. Pusuda bekledikleri bir gece, hiç tasvip etmediği bir durumla karşılaştı. Bazı askerler, başkalarına ait olan bu fıstık ağaçlarından fıstık toplayıp yiyorlardı. Onları nâzik bir dille îkaz etti:

 

“–Arkadaşlar! Bu yaptığınız doğru değil. Sahibinin haberi olmadan yediğiniz için haramdır. Hiç kimse rızkını yemeden ölmez. Yüce Allah -celle celâlühû-; rızkını helâlden isteyene helâlden, haramdan isteyene haramdan verir. Helâl yiyen sevap, haram yiyen günah kazanır.”

 

Ama nâfile! Dinlemedikleri gibi;

 

“–Al sen de ye. Sen almadığın için sana günah olmaz.” dediler.

 

Çok üzülmüştü. Yavuz Sultan Selim Han’ın, ordusuyla yaşadığı bir hâdise hatırına geldi.

 

Mısır’a giderken Ordu-yu Hümâyûn’un Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık bahçelikti. Sultan Selim Han;

 

“Acaba askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?” diye düşüncelere daldı.

 

Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı:

 

“–Ağa, fermanımdır: Bütün yeniçeri, sipahi ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.

 

Yeniçeri ağası, derhâl harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan’ın huzûruna gelerek:

 

“–Sultanım, koparılmış hiçbir elma ve meyve izine rastlamadık.” dedi.

 

Yavuz bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak;

 

“–Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin.” diyerek duâ etti ve ağaya;

 

“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsaydı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!” dedi.

 

“Böyle bir millet, nasıl bu hâle geldi!” diye hayıflanmadan edemedi. 

 

Günde altı saat kule nöbeti, altı saat pusu nöbeti, altı saat da hazır kıta olarak günler geçip gidiyor; her gün şafak defterinden bir kare karalanıyordu.

 

Kule nöbetinin tutulduğu yerin hemen yakınında bir köy vardı. Ancak sınıra, sivil insan ve aracın gelmesi yasaktı. Köylüler, tarlalarında çalışmak için bile bölük komutanlığından imzalı kâğıt almak zorundaydı. 

 

Yine bir gün kule nöbetindeyken köyden, nöbet tutan askerlerin olduğu yere doğru bir kişi yaklaşıyordu. Hâlbuki sınıra gelmeleri yasaktı. 

 

Asker;

 

“–Dur!” diye bağırdı.

 

“–Senin yanına geliyorum asker ağa!” diye cevap verdi köylü.

 

Asker yine;

 

“–Dur!” diye îkazda bulundu.

 

Köylü aynı cevabı tekrar etti:

 

“–Senin yanına geliyorum asker ağa!”

 

Çok enteresandı. Askerin yanında iki arkadaşı daha vardı ama sizin demiyordu; «Senin yanına geliyorum!» diyordu. Aralarındaki mesafe yaklaşık elli metre vardı. Asker, nöbet tuttukları yere bir sivilin gelmesini istemiyordu;

 

“–Sen dur. Ben geleyim.” diye seslendi.

 

Köylü vatandaşa doğru yürüdü. Ona doğru yaklaştığında köylü adamın iki avucunu önünde birleştirdiğini, avuç içinin de kuru Antep fıstığı ile dolu olduğunu fark etti.

 

“–Asker ağa!” dedi adam; “Sana fıstık getiriyordum.”

 

Bir anda askerin beyninde şimşekler çaktı. Pusuda arkadaşlarıyla konuştukları aklına geldi. Böyle şeyler kitaplarda yazar yahut filmlerde olurdu sanki. Biraz sendelemeden sonra çabucak toparladı. Askerî üniformanın bir ucunu yukarı büktü; adam, iki avucundaki fıstığı oraya boşalttı;

 

“–Ye! Helâl olsun.” dedi.

 

Asker teşekkür ettikten sonra nöbet yerine, arkadaşlarının yanına döndü. Onlar da bir tuhaf olmuşlardı;

 

“–Neden sana verdi de bize vermedi?” diye sordular.

 

Aslında sebebini onlar da biliyordu. Onlar tercihlerini haramdan yana yapmışlardı. Bizim asker ise haram diye bir tane bile yememişti;

 

“–Şükürler olsun yâ Rabbî! Müslüman bir ülkede, müslüman bir ana-babadan, müslüman olarak yarattığın için…” dedi.

 

Çünkü İslâm dîni, bütün güzelliklerin menbaıdır. Helâlharam hassâsiyeti ve İslâm’ın yüce değerleriyle yetişmesinde büyük emeği olan ana, baba ve dedesi; ilköğretimden tut da Kur’ân kursu, ortaöğretim, hâsılı bütün öğretmenleri teşekkür bâbında zihninde canlandı.

 

Elini kalbinin üzerine koyarak Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm gönderdi.

 

Bütün insanlığa bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilen Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanoğluna şöyle uyarıda bulunmuştu:

 

“Ey insanlar! Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. 

Hiç kimse (Allâh’ın kendisine takdir ettiği) rızkı -geç de olsa- elde etmeden ölmeyecektir. 

Öyleyse Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Helâl olanı alın, haramdan sakının!” (İbn-i Mâce, Ticaret, 2)