YOL AYRIMINDAKİ ÜMMET

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.

 

Ramazan ayına girerken yine İslâm âleminin iç ve dış problemlerle kuşatıldığı çok zor bir zamandan geçiyoruz. 

 

Bu zor zamanda en çok ihtiyacımız olan; yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve ashâbını anlamak, onları örnek almak, onların yolunu takip etmek. Çünkü farklı zannetsek de aslında onlar da bugünkü şartlara çok benzer zorluklarla mücadele ederek İslâm davetini sürdürmüştü. Bugün bize düşen en önemli vazife; sahâbenin îman kuvvetini, o kuvvetten gelen tevekkülünü ve azmini kuşanmak…

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davet hayatına baktığımız zaman; O’na en çok zorluk çıkaran kişilerin, kendi kabîlesinin önde gelenleri olduğunu görüyoruz. Amcası olduğu hâlde, Ebû Leheb’in de; Ukaz, Mecenne ve Zülmecâz panayırlarına gelen kabîlelere tebliğde bulunduğu sırada arkasından koşarak, Efendimiz kiminle konuşsa hemen gidip;

 

“–İnanmayın O’na. O benim yeğenimdir, ben O’nu sizden daha iyi tanırım.” dediği ve bazen de mübârek vücudunu kanatacak şekilde taş attığı rivâyet edilmiştir. 

 

Bunu neden yapıyordu? 

 

Güya akıllı olduğu için. 

 

Kız kardeşi ona; yeğenini desteklemesi yönünde tavsiyelerde bulunduğu zaman, onu kıt akıllılıkla suçluyordu. Çünkü ilk mü’minlerin çoğu; gençler, köleler ve kadınlar gibi yönetici noktalarda olmayan kişilerdi. Onların aklı ticaret işlerine ermezdi. 

 

Kureyş kabîlesi, Beytullâh’ın hizmetlerini görmeyi ve ziyaretçilerini ağırlamayı kendileri için en büyük şeref addediyor ve bu arada geçimlerini de ticaretle karşılıyorlardı. Çünkü Mekke; yalçın kayalarla ve çöllerle çevrili, ziraata elverişsiz bir yerdeydi. Kureyş’in önde gelenleri, «îlâf» adı verilen ticaret anlaşmaları sayesinde, Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerinden temin ettikleri ürünleri, Suriye ve Irak’a götürerek satar ve onlardan bölge halkının ihtiyacı olan ticârî metâlar alarak, hacca gelenlerin alışveriş yapması için kurulan panayırlarda satışa sunarlardı. Bu da onları, yeni bir din getirmiş olan bir Peygamber’e tâbî olmakta tereddüte düşürüyordu. Çünkü mevcut putperestlik düzenini, kendileri için bir ticaret vasıtası hâline getirmişlerdi. 

 

Kabîlelerin kendilerine mahsus putları vardı ve onlardan birer nümûne Kâbe’ye doldurulmuştu. Böylece üç yüz altmış kadar putla dolu olan Kâbe’yi ziyarete gelenler, Mekke’de ticârî canlılığa vesile oluyorlardı. Yeni bir din getirmek demek; hem Araplar arasındaki putperestliğe karşı çıkarak onlarla menfaat sağlayan irtibatları koparmak, hem de ticârî münasebetler yürüterek dünyevî menfaat elde ettikleri hıristiyan, yahudi ve mecûsîlerle dînî bir rekabete girişerek, düşmanlıklarını celbetmek demekti. 

 

Hâlbuki mevcut câhilî düzende, kimsenin onları düşman olarak ciddîye aldığı yoktu. Aksine onlar kabîle düzeninde yaşayan, yol kesip eşkiyâlık yapan, zaman zaman birbirleriyle savaşan başıbozuk gruplardan ibarettiler.

 

İşte Kureyş’in ileri gelenlerinin birçoğunun, ilk mü’minlere dudak bükmesi bundandı. Onlara; «nasıl bir yola çıktıklarını anlamayan zavallılar» nazarıyla bakıyorlardı. Medine devrinde de münafıkların önde gelenleri benzer sözlerle moral bozuyorlardı; 

 

“–Sen Rumlarla savaşmayı oyun mu zannettin?” diyorlardı.

 

Bugün de fazla bir şey değişmiş değildir. Dikkat edilirse bugün de dünyevî menfaat gayesiyle gayr-i müslimlerle münasebet içinde olanlar; müslümanların birlik beraberlik içinde dünyada etkili olmasını mümkün görmüyorlar, kendi dinlerini tavizsizce yaşayabileceklerine ve hattâ dünyaya adâletli bir barış getirebileceklerine inanmıyorlar. Bunu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal gibi görüyor, mevcut durumu korumak için yabancı müttefiklerle işbirliklerini sürdürüyorlar. Müslüman kardeşiyle işbirliği yaparak, tek bir yumruk olup etkili olmaya cesaret edemiyor, mevcut zillet ve meskenetin sürüp gitmesine aldırış etmiyorlar. 

 

Maalesef, mevcut durum gösteriyor ki, eski durumun korunmasının da artık mümkün olmadığı bir noktaya gidiyoruz.

 

Gazze’de yaşanan felâket, ümmet için bir yüz karasıdır. Bundan önce de; 

 

•Irak’ın işgaliyle başlayan; «Müslümanı müslümana kırdırma fitnesi»

 

•Suriye’de devam eden insanlık dışı dram ile devam etti. 

 

•Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar malûm. Civarındaki mazlum coğrafyalardan kaçan muhâcirlere ensar olmaya çalışan halkımız, iç savaş girdabına sürüklenmek isteniyor. 

 

Kısacası ateş çemberi daralıyor.

 

Şimdi müslümanlar olarak bir yol ayrımındayız. 

 

Ya Ebû Leheblerin gittiği korkaklık ve dünyaperestlik yolundan gideceğiz, mevcut durumumuzu korumak adına; gittikçe yaklaşan tehlikeye karşı hiçbir şey yapmayacağız. 

 

Yahut Ebûbekir -radıyallâhu anh- başta olmak üzere ashâb-ı kiram gibi inanacağız, Allâh’ın va‘dinin hak olduğuna güveneceğiz, tevekkül edeceğiz ve bu fânî varlığımızı Allah yolunda kullanıp, harcayarak önce kendi ebedî saâdetimizi temin edecek, sonra dünya mazlumlarının kurtuluşuna vesile olup, kat kat mükâfat alacağız.

 

Bugün de her zaman olduğu gibi en fazla ihtiyacımız olan tam bir îmân ile Allâh’a teslim olmak!

 

Eğer samimî bir kalple teslim olursak, Allâh’ın hidâyeti ve yardımı bizimle olacaktır. Esasen bizim vazifemiz, elimizden geldiği kadar çaba göstermektir. 

 

Biz zaferden değil; seferden sorumluyuznetice Allâh’a aittir. 

 

Elbette imtihanlara uğrayacağız ama önemli olan, o anlarda da inancımızı muhafaza etmektir.

 

Bugün İslâm âlemi, iki milyara yaklaşan çok büyük bir nüfus potansiyeline sahip. Müslümanların çoğunlukta olduğu elli kadar ülkenin yanı sıra, birçok ülkede de müslüman azınlıklar mevcut. Bu safhada en çok ihtiyacımız olan; dünya sevgisine kapılmayıp, İslâm’a hizmet yolunda fedâkârlık yapma azmini diri tutmaktır. Hiçbir şey bizi ümitsizliğe düşürmemeli ve inancımızı sarsmamalıdır. 

 

Elbette imtihanlardan geçeceğiz. Daha önceki ümmetlerin başına gelen fitnelerin bizim de başımıza geleceği, bize on dört asır öncesinden haber verilmiştir.

 

Bilhassa Ramazan ayına girdiğimiz bugünlerde; bize düşen en büyük vazifenin, kendi nefsimizi hesaba çekmek olduğunu unutmamalıyız. Etrafta olup bitenler, bizi kendi kulluğumuzda ihmalkârlıklara düşürmemeli. Dünyayı değiştirmek için önce kendi nefsimizi düzeltmeliyiz. 

 

Esasen bu yol Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yoludur. Rasûl-i Zîşân Efendimiz; Mekke devrinde, on üç yıl gibi bir zaman boyunca, kendisine îmân eden bir avuç yoksul ve zayıf sahâbesiyle birlikte Allâh’ın âyetlerini okuyor, emredilen ibâdetleri yapıyor, eline geçeni o yoksullara harcıyor ve başına gelenlere sabrediyordu. O sabır yıllarının ardından hicret yolu göründü ve sabredilmesi gereken yeni zorluklar, yapılması gereken yeni fedâkârlıklar belirdi. Ama O ve ashâbı, bunlara güç yetirecek kadar diri bir îman nûruna ve nefis hâkimiyetine sahiptiler artık.

 

Zaten Allah Zülcelâl de böyle yapmayı emretmiştir: 

 

“Ey inananlar, sabretmek ve namaz kılmakla Allah’tan yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerledir.” (el-Bakara, 153)

 

Sahih bir itikat üzere sâlih amel işleyen, Allâh’ın emirlerine itaat eden ve kendini kötülüklerden alıkoyan her insan; eninde sonunda Allâh’ın yardımına kavuşacaktır. Nasıl ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, Allâh’ın emirlerine itaat etmek neticesinde dünyada da aziz oldular, âhirette de büyük mükâfâta kavuştular, bunun bizim için de gerçekleşmesi zor değildir.

 

Allah Zülcelâl, bizleri Peygamberimiz’in ümmeti olmaya lâyık eylesin, O’nun üstün ahlâk ve fazîletlerinden bir hisse bizlere de nasîb eylesin. 

 

Âmîn…