SÜNNET YERİNE KURGU

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

İslâmiyet; Kur’ân-ı Kerim ile beraber, Sünnet-i seniyyeyi de dînin kaynakları ve şer‘î delilleri arasında görür. Tabiî ki bu, ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışına göredir.

 

Modernistler ise; “Kur’ân yeter!” sloganıyla, Sünnet’i ve mezhebi bertaraf etmeye çalıştılar. 

 

Ulemâ, onlara karşı Sünnet’i müdafaa etmek mecburiyetinde kaldı. Gün ortasında, Güneş’i ispatlamak zor değildi. Sayısız deliller ortaya kondu. Başta Kur’ân’ın üslûbu kâfî bir delildi. Cenâb-ı Hak, birçok hususta dînî meselelerin tafsilâtını Sünnet’e bırakmıştı. 

 

Kur’ân’da namaz emrediliyor, fakat namaz öğretilmiyordu. 

 

Kur’ân’da zekât emrediliyor, fakat asgarî nisbetleri bile bildirilmiyordu. Oruç, hac, kurban hemen hepsi böyleydi. 

 

Bütün bunlar, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Kur’ân-ı
Kerim vahyinden başka bir vahiy daha aldığını gösteriyordu: 

 

Vahy-i gayr-i metlüvv: Tilâvet edilmeyen vahiy. Yani Kur’ân hârici vahiy. 

 

Modernistler, bu müdafaalar karşısında yeni arayışlara yöneliyorlar. Sünnet’in hüccet olduğunu kuvvetle ispatlayan bu deliller karşısında, tarihi bambaşka bir şekilde yeniden okumaya, Kur’ân öncesi dönemi yeniden kurgulamaya uğraşıyorlar. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de kıble’nin ele alınışı, Sünnet’in hücciyyetini, bilhassa vahy-i gayr-i metlüvvün mevcudiyetini en güzel ispat eden delillerden. 

 

Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de kıble ile alâkalı Bakara Sûresi’ndeki âyetler (142-150); açıkça Peygamberimiz’in daha evvel başka bir kıble üzerinde olduğunu ifade ediyor, fakat o andan itibaren Mescid-i Harâm’a dönmesini emrediyor. Bu değişiklik üzerine tenkitlerde bulunacak; yahudi, müşrik ve münafıkların itirazlarına cevap veriyor. Bakara Sûresi’ndeki bu âyetlerin Medine döneminin 2. yılında nâzil olduğu da birçok delil ile ortada. 

 

Öyleyse anlıyoruz ki;    

 

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha önce Beyt-i Makdis’e dönerek namaz kılmış. 

 

Hangi emir ile? Her hususta vahye ittibâ etmesi emri ile irşâd edilen (el-En‘âm, 106; el-A‘râf, 203; Yûnus, 109; el-Ahzâb, 2) Peygamber Efendimiz’in bunu bir vahiy tâlimâtıyla tatbik etmiş olduğuna inanmak için güçlü sebeplerimiz var. 

 

–Bu emir Kur’ân’da yer alıyor mu?

 

–Hayır. 

 

Öyleyse bu emir «vahy-i gayr-i metlüvv» yani tilâvet edilmeyen vahiy cümlesinden olmalı. 

 

Peygamberimiz’in bu hususta içtihadda bulunmasına imkân var mı? Öyle olsa, bir içtihad daha yapıp Kâbe’ye dönüvermez miydi? Mübârek yüzünü semâya çevirip; «Bir vahiy gelsin de kıble Kâbe olsun!» diye beklemesi, (el-Bakara, 144) ilk emrin de vahiy olduğunun en güçlü delillerinden. Hem, içtihad ile olsa neden Kâbe değil de Beyt-i Makdis’e dönsün? 

 

“–Medine’deki yahudileri İslâm’a ısındırmak için…” diye cevap verilse, bu defa yine; 

 

“–Kendi içtihâdından dönmek için neden vahiy beklesin?” suâline döneriz. 

 

Öyleyse, tefsirlerde ifade edildiği üzere, Medine’ye hicretten itibaren 17 ay kadar süren ve mescidin mimarîsine kadar tesir eden, namazda kıble olarak Beyt-i Makdis’e yönelme emri, vahiy kaynaklı olmalıdır. Bu vahiy, Kur’ân’da geçmemektedir. Öyleyse Efendimiz, Kur’ân’dan başka da vahiy almıştır. 

 

Modernistler bu kuvvetli delili çürütmek için garip bir yola sapıyorlar: 

 

Kurgulayarak şöyle diyorlar:

 

“Dînin tebliğ edildiği dönemde, insanlar namazı biliyordu. Kitâbî toplumdan aktarılagelen bir namaz vardı. Kıble de Beyt-i Makdis idi. Dolayısıyla Kâbe’ye çeviren emir gelmedikçe o emir yürürlükte idi. 

 

En‘âm Sûresi’nde Peygamberimiz’e, kendisinden önceki; “Enbiyânın hidâyetine, yoluna uy!” (Bkz. el-En‘âm, 90) diye de emredildiğine göre, Peygamberimiz yine Kur’ân ile Beyt-i Makdis’e döndürülmüş olmaktaydı. Buradan vahy-i gayr-i metlüvve bir ispat çıkmazdı!..”

 

Yalnız;

 

Kurguda bir şeyi unutmuşlar: 

 

Cenâb-ı Hak, kıble itirazlarında bulunan münkirler hakkında;

 

“Onlar birbirlerinin kıblesine de uymaz!” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 145) 

 

Yani demek ki birden fazla kıble var! Peygamberimiz; 

 

“Enbiyânın hidâyetine, yoluna uy!” emrinden hangi kıbleye yöneleceğini nasıl tespit etti? 

 

Necran hıristiyanlarının, doğu dediği kıbleye mi? 

 

Medine yahudilerinin Beyt-i Makdis dediği kıbleye mi? 

 

Veya başka kıblelere mi? 

 

Yürürlükte olan gibi bir şey iddia ediliyorsa, tarihî sıraya göre hıristiyanlarınki olmaz mıydı? 

 

Yahut da, Kur’ân daima «Millet-i İbrâhîm!» vurgusu yaptığına göre, (Bkz. el-Bakara, 130, 135; Âl-i İmrân, 95 vd.) bu kıble En‘âm Sûresi’ndeki âyet gereği bile, Kâbe olarak anlaşılamaz mıydı? 

 

Kıbleyle benzer bir durum oruçtadır: 

 

İslâm orucu fecrden gurûba kadar…

 

Yahudi orucu geceye kadar… 

 

Hıristiyan orucunda sükût da dâhil… 

 

Tutulacak zamanlar da farklı…

 

Peygamber Efendimiz, önceki enbiyânın hidâyetine uysun da hangisine? Yine tayin edici vahye ihtiyaç var, bunun bize fiilen ve kavlen sahih bir şekilde aktarımı mânâsında Sünnet’e ihtiyaç var. 

 

Evet, dağ gibi bir hücceti, pamuk ipliğine bağlı bir kurguyla cevaplayamazsınız. Çünkü sorular arka arkaya gelir:

 

“Din zaten devam ediyordu, zaten, zaten…” diyerek Sünnet’e ihtiyaç olmadığını söylerseniz, önceki dinlerin bütün yükünü yepyeni bir din olan ve ikmâl edilmiş, Allah katındaki tek din olan İslâmiyet’in omuzlarına yüklerseniz, başınıza iş açarsınız:

 

Kur’ân bize; 

 

“Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin ağır yükleri, bize yükleme!” diye duâ etmeyi öğretiyor. (Bkz. el-Bakara, 286) Önceki şeriatlardaki bu ağır mükellefiyetlerin onlara bir ceza olduğunu bildiriyor. (el-En‘âm, 146)  Onlar da Peygamberimiz’e îmân ederek bu ağırlıklardan kurtulmaya davet ediliyor. (el-A‘râf, 157)

 

Siz ise, Peygamberimiz’in, toplumda kalıntı olarak var olan dînî kaidelere, son derecede genel bir emir olan; “Önceki peygamberlerin yoluna uy!” buyruğuyla bağlı olduğunu iddia ediyorsunuz. 

 

Peygamberimiz Cebrâil ile ilk karşılaşmasında, onun; «Oku!» emrine karşı; 

 

“–Ben okuyucu değilim, ben iyi okuyamam.” diye cevap verdi. 

 

Hicaz; adında da saklı hikmetle, yabancı kültürlerden büyük ölçüde uzak kalmıştı. Başka dinlere ait bilgileri; ticaretle uğraşan, seyahat eden bir kavmin bildiği, bilebileceği kadarla mahduttu. 

 

Cenâb-ı Hak da vahiyleriyle zamana yayılmış olarak; 

 

“–Biz Sen’i okutacağız, Biz Sana öğreteceğiz.” dedi. (Bkz. en-Nisâ, 113; el-Kıyâmet, 19; el-A‘lâ, 6)

 

Doğrusu En‘âm 90’daki emir; ümmetler değil, peygamberler hakkındadır. Peygamberler hakkında doğru bilgi ise yine Kur’ân’dadır. Yani Peygamberimiz, kendisine vahyedilen Kur’ân’daki peygamber kıssalarında sahih bir şekilde bildirilen hidâyete uymakla emrolunmuştur. 

 

Meselâ; 

 

Peygamberimiz, Mekke Fethi’nde, karşısında vereceği hükmü bekleyen müşriklere; 

 

“Size Yûsuf’un söylediği gibi söylerim; «Size kınama yok! Allah sizi bağışlasın!» (Yûsuf, 92) Serbestsiniz!” diyerek, peygamberlerin yoluna uydu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

 

Yoksa, o kitapların ehli olduklarını iddia etseler de, o vahyin özünden tamamen uzaklaşmış topluluklar hakkında Efendimiz’e ilâhî tâlimat şöyledir:

 

“Dinlerini bölük bölük edip her biri bir kişinin taraftarı olmuş olanlar var ya, sen hiçbir konuda onlardan olamazsın. Onların işi Allâh’a kalmıştır. Daha sonra Allah, onların yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (el-En‘âm, 159) 

 

Hani meâli de kendilerinin yaptığı tercümeden verdik ki, orası öyle değil, demesinler!.. 

 

Cenâb-ı Hak; Rasûl-i Ekrem’ine;

 

“Sen hiçbir konuda onlardan olamazsın!” diyecek; sonra, bir vahiy / bir emir göndermeden, namazı onların kıblesine uyarak kılmasını dolaylı olarak emretmiş olacak? Bu kurgu boş ve yanlış. 

 

Fakat modernist ne yapsın; çaresiz kalınca, Kur’ân’ın Sünnet tarafından tebyin edilen mücmellerini, önceki dinlerle çözmek gibi akılalmaz bir yola sapıyor. 

 

Meselâ ribâ / fâiz meselesi. Kur’ân ribâyı kat‘î sûrette yasaklıyor, lâkin tarif etmiyor. Rasûlullah Efendimiz’in tarifleri ile mesele tebyin ve tafsil edilmişse de, yasağın kıyâsen hangi illetle nereye kadar genişletileceği mezhebler arasında dahî ihtilâf mevzuu olmuştur. Böyle iken, ribâyı; 

 

“Toplumda zaten biliniyordu.” 

 

“Önceki dinlerde de yasaklandığı için ne olduğu biliniyordu…” diye ele alırsanız, onu «tefecilik» ile aynîleştirip, Kur’ânî emri daraltan modernistlere karşı bir şey yapamazsınız. Hâlbuki Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hileci yollarla, ribâ yasağını delmeye çalışanlara karşı tedbirler almıştır. 

 

Ribâ zaten haramdı ve ne olduğu her şeyiyle biliniyordu dedikleri kurguları da şu âyet-i kerîme sebebiyle hata veriyor: 

 

“…Kime Rabbinden bir öğüt ulaşır da fâiz almayı bırakırsa, önceden aldıkları kendine kalır…” (el-Bakara, 275) 

 

Zaten haram idiyse, niye geçmiş silinsin? 

 

Son hak din gelip Kur’ân ve Sünnet ile tebliğ ediliyor, öncesini af kapsamına alıyor.

 

Bir de şu var:

 

Bir an için, dediklerini doğru kabul edelim. Farazâ, Kur’ân hakikatlerinin tafsilâtını önceki dinlerden öğrenmiş olalım. 

 

Bir dakika, bu bilgiye nasıl ulaşıyoruz? Yine rivâyetlerle, yine nakillerle!.. 

 

Geçtiğimiz günlerde «Kur’ân yeterci» bir tefsir profesörünün, 30 ciltlik tefsirinin önünde verdiği poz, sosyal medyada çok tartışıldı. Çünkü aynı profesör, daha önce mushafı kaldırıp ekrana tutarak; “Bu yetmiyor mu?” demişti. Hakikaten, Sünnet olmadan, hadîs-i şerifler olmadan, rivâyetler, aktarılan çeşitli yardımcı bilgiler olmaksızın 30 cilt ne yazdı bu profesör? 

 

Unutmayalım; 

 

Lügat yani kelime mânâları da rivâyetlerle aktarılır. O kelimenin o mânâya geldiğine dair delil, şâhit olarak getirilen şiirler, iktibaslar da rivâyetlerle aktarılır. Bugün bir kelimeyi o dildeki en eski kaynakla şâhitlendirebilen lügatler en kıymetli kāmuslardır. 

 

Sebeb-i nüzüller, tarihî bilgiler, meseller, belâgat kaideleri, önceki te’vil ve tefsir çalışmaları, bunların hepsi rivâyetlere dayanır. 

 

Önceki dinlerde vardı, diye aktardıklarınız da öyledir. 

 

Bunları alacaksınız, hadîs-i şerifleri almayacaksınız öyle mi? 

 

Râğıb el-Isfahânî’nin hicrî 5’inci asırda derlediği Kur’ân lügati Müfredat’ta ne yazıyorsa güveneceksiniz, Kur’ân kelimelerine buna göre mânâ vereceksiniz ama İmam Mâlik’in hicrî ikinci asırda tedvin ettiği Muvattâ’a güvenmeyeceksiniz, öyle mi? 

 

Hattâ, hepsi mütevâtir ve şüphesiz olmak kaydıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın kendisi de «nakil»dir. Hem de hadis uydurmakla suçladığınız nesiller tarafından nakledilmiştir. 

 

Vahyi bölüp bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak, bizden öncekilerin düştüğü vahim bir dalâlettir.  

 

Selâmet hidâyete tâbî olanlaradır!