İSLÂM’I TEMSİL MES’ÛLİYETİMİZ

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

Biz, çevremizde cereyan eden bütün vâkıalara, paramparça olmuş bir camın arkasından bakıyoruz. Şâhit olduğumuz hiçbir şey yok ki, bu bakışın haricinde olsun. Böyle bir bakışın neticesi olarak, baktığımız her şey çok parçalı oluyor. Bir türlü, bütünün tamamına vâkıf olamıyoruz. Bu arızalı bakış; sadece dünyaya ait işlerde değil, uhrevî hayatımızla alâkalı hâdiselerde de aynı şekilde cereyan ediyor.

 

Bu parçalı bakışın neticesi olarak; mensubu olduğumuz İslâm dîninin, sadece insanlara tebliğ edilmek ve onlara anlatılmak için geldiğini zanneder hâle geldik. Hâlbuki, İslâm dîni; hayatın her alanına, insanın hem dünyasına hem âhiretine tesir eden bir din ve bu dînin en mühim şartlarından birisi, insanın inandığı şeylerle önce kendisinin amel etmesidir. Şayet bunun tersi varsa, zaten İslâm’ın çizdiği sınırların dışına çıkılmış demektir. 

 

Kur’ân, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yirmi üç senede peyderpey inmiştir. Kimi zaman sorulan bir soruya cevap vermek için, kimi zaman cemiyetin içerisindeki kötü gidişe; «Dur!» demek için, kimi zaman da cemiyetin ihtiyacı olan bir düzenleme için Allah Teâlâ âyetler indirmiş. İnen âyetler, bir yerlere yazılıp satırlarda kalmamış. Onu işiten ve muhatap olan insanların sadırlarına yerleşmiş ve öyle bir inkılâb yapmıştır ki, câhiliyye çağında şirk içerisinde yaşayan insanları, en aşağı seviyeden alıp, kıyâmete kadar gelecek insanlar arasında, en yüce dereceye getirmiş ve bu insanların yaşadığı döneme, asr-ı saâdet denilmiş. 

 

İslâm’ı bize öğreten ve taşıyan ilk halka olan sahâbe-i güzîn efendilerimizin; İslâm’a olan hassâsiyetlerine baktığımız zaman, onların yeni inen âyetleri duyar duymaz hemen ona teslim olduklarını ve uyguladıklarını, bu âyetleri hayatlarına tatbik edip sindirdikten sonra, başka bir âyeti aldıklarını görüyoruz. Ama; bugün biz bütün âyetleri önümüze serip, onlara cerrâhî operasyon yapar gibi; 

 

«Şu âyet benim işime yarar, şu benim nefsime zor gelir, bunu falancaya okuyayım, şunu filâncaya tebliğ edeyim…» diye, -hâşâ- pazardan alışveriş yapar gibi seçmece yapıyor ve nefsimize uyan bir din yaşamaya çalışıyoruz. 

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının yaşadıkları İslâm ile, şu anda bizim yaşadığımız İslâm’ın hükümleri, emirleri aynı. Ama, İslâm bir türlü onlara tesir ettiği gibi bize tam mânâsıyla tesir etmiyor. Bunun en mühim sebebi; onlar muhatap oldukları âyetler ile hayatlarında köklü değişikler yaparken; her harfine, her hükmüne büyük bir titizlikle riâyet ederken; biz bir türlü muhatap olduğumuz âyetleri hayatımıza tatbik etmek noktasında samimî davranmıyoruz. Üzerimize alıp uygulamadığımız âyetler ve hükümler bize tesir etmediği gibi, bizi gören insanlara da tesir etmiyor maalesef.

 

Bir insana, herhangi bir şeyi öğretmenin en tesirli yolu, anlattığı hususu önce kendisinin uygulaması ve samimî olmasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i insanlar ilk gördüklerinde, etkilendikleri taraf buydu. İnsanlara bir şeyi emrediyorsa, onlardan daha fazlasını yapıyor; bu yolda bir bedel ödenecekse, bir zorluk çekilecekse, herkesten daha fazlasına tâlip oluyordu. Risâlet öncesinde tanıdıkları Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğruluğu, dürüstlüğü, hakkāniyet ve örnek kişiliği; İslâm’ı tebliğ etmesinde ve insanların bu davete cevap vermesinde tesirli oluyordu.

 

Bu samimiyeti gören insanlar, tereddüt etmeden teslim oluyorlar ve söyledikleri tek bir kelime ile hayatlarının bir anda ters yüz olacağını bilerek, karşılaşacakları bedelleri göze alarak, îmân ediyorlardı. Onlar; îmân ettiklerinde başlarına gelecek belâ ve musîbetlere hazırlıklı olarak, bilerek, isteyerek bu yola giriyorlardı ve îmân ettikten sonra da karşılarına ne gelirse gelsin, kat‘iyen îmanlarından dönmüyorlardı.

 

İslâm’ın en güzel yaşandığı zirve dönem olan sahâbe dönemine; ister fert, ister cemiyet olarak baktığımızda, muazzam örnekler ile dolu. Biz; İslâm’ı yaşamak istediğimizde, örnek alacağımız dönem ve kişiler belli. Onların yerine başka örnek aramak, yeni keşifler yapmak, beyhûde bir çaba olacaktır. 

 

İslâm’a herhangi bir bedel ödemeden, gayret sarf etmeden, anamızdan doğarken, hazır paket olarak sahip olunca, -zannederim- tam mânâsı ile kıymetini bilemiyoruz. Annemizin, babamızın müslüman olmasının, müslüman bir coğrafyada, müslüman bir çevrede yaşamanın kıymetini, tam mânâsı ile idrâk edemiyoruz. 

 

Dünyanın başka bölgelerinde; insanlar îmân ettikleri için işkenceye maruz kalıyor, hattâ hayatlarına kastediliyor. Ama; buna rağmen o insanlar, inançlarındaki sadâkat ve samimiyetten ayrılmıyorlar. İnancı için bedel ödeyenler, zorluğa tâlip olanlar, bu hâlleriyle başka insanlara tesir ediyor ve onların îmân etmesine sebep olabiliyor 

 

Peki, neden bizi gören; bizi örnek alıp, temsil ettiğimiz inanca dâhil olmuyor, hiç düşündük mü? 

 

Neden yüzlerce sene evvel, yazdığı kitaplar ile söyledikleriyle irşâda devam eden Mevlânâlar, Yûnuslar ve dînimizi yaşarken eserlerinden istifade ettiğimiz insanlar, bizden daha tesirli oluyorlar? 

 

Son asırda, İslâm’a dair eser verip de; çağlar sonrasında, insanlara tesir edecek kaç tane gönül insanı yetiştirebildik? 

 

Bakın, güncel bir manzara karşımızda… Sahip oldukları maddiyatlarıyla, güya müslüman denilen ülkeler; onca imkânlarına, kendilerine göre İslâmî yaşantılarına, büyük ve görkemli ibâdethânelerine rağmen, kaç kişiye tesir edip müslüman olmalarına sebep olmuşlar? Bir de bunun karşısında, son dört aydır Gazze’de yaşayan insanlar, Allâh’a olan sadâkat, samimiyet ve tevekkül ile bağlı olmalarından dolayı, onlardan müteessir olup ne kadar insan müslüman olmuş bir bakın. Bu insanlara tesir eden şey nedir acaba? Maddiyat, lüks hayat, büyük ibâdethâneler mi, yoksa her şart altında teslim oldukları, inandıkları Allah Teâlâ’ya samimiyet ile bağlanmaları mı? 

 

Biz, güya müslüman bir memlekette yaşıyor, tarihî mîrâsımız ile övünüyor, İslâm’a bin yıl bayraktarlık yapmakla avunuyoruz. Peki, insanlar her yıl memleketimize turist olarak geldiklerinde, onların kaç tanesinin; yaşadığımız hayat sebebiyle İslâm’a gönlü ısınıyor veya müslüman oluyor? «Bizdeki eksik nedir?» diye düşünüyor muyuz?

 

Biz İslâm’ı tebliğ ederken ve yaşarken; karşılaşacağımız zorluklarına değil, sadece üzerimizde bir süs eşyası gibi, bir aksesuar gibi taşımaya tâlip oluyoruz. Ama diğerleri, İslâm’ı üzerlerine giydikleri ve bir daha hiç çıkarmadıkları bir giysi gibi, hattâ derileri gibi kabulleniyorlar ve bunun bedelini, canlarıyla ödüyorlar. Allah Teâlâ da bu samimiyet sebebi ile onları başkalarına örnek hâle getiriyor. 

 

İslâm; muhatap olduğu hayatları değiştirmek, dönüştürmek, onları Allâh’ın ölçü ve kanunlarına uygun hâle getirmek üzere indi. Hayatlarını İslâm ile değiştiren ve dönüştürenler, başkalarının hayatlarına tesir edebildi. Biz de geçmişimiz ile övünmeyi ve avunmayı bırakıp; «Kendi heybemize neleri doldurabiliriz, kime emsal olup, ebedî hayatının kurtuluşuna vesile olabiliriz?»
onun derdine düşelim. 

 

İhlâs ve samimiyet ile Allâh’a teslim olursak, O’nun emirlerine uyarsak, İslâm’ın rengine, kokusuna boyanırsak; susuzluktan kavrulmuş topraklara, rahmet bulutlarının ulaşmasına vesile olabiliriz. 

 

Allah Teâlâ; İslâm’ı, kanımız ve derimiz gibi sahiplenme şuuru versin. Vücudumuzdaki her zerre, îmânımıza şâhitlik etsin. Âmîn…