NEREDEN VURACAĞINI BİLENLER

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

“Dostun ihânetinden kork, çünkü o seni nereden vuracağını düşmanından daha iyi bilir.” 

 

“Düşman kör nişancıdır da en iyi dost bilir nereden vuracağını…”

 

Hayır hayır, beylik sözlerle başladığımız; yaklaşan seçimler üzerinden bir siyaset yazısı değil bu. 

 

Bahsimiz yine modernizm, tarihselcilik gibi ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdemize yönelik hücumlar…  

 

Bu hücumlarda; sahanın içinden, İslâmî ilimleri araştırmış, okumuş şahsiyetlerin sahip oldukları bazı bilgileri aleyhe kullandıklarına şâhit oluyoruz. Bir bakıma bel altı, bir bakıma sırttan vuruş oluyor bunlar.

 

Misallerle daha iyi anlaşılabilir:

 

İslâm’ın bidâyetinden bahsediyoruz. Ümmî bir kavim. Yazı henüz gelişmediği gibi, yazı malzemelerini bulmakta da güçlükler var. Bunun neticesi olarak ezber, yazıya üstün tutuluyor. Hattâ ezberlemeyip de yazıya güvenmek daha netâmeli sayılıyor, hataya ve tahrife daha elverişli görülüyor. Böyle bir dönem hakkında; «Hadisler iki asır yazılmadı.» denilerek hadislerin sıhhatine gölge düşürülmeye çalışılması, tam bir bel altı vuruş. 

 

Hâlbuki İslâm ümmî kavmi öyle hızlı kitâbîleştiriyor ki; Efendimiz’in sözlerini zâyî etmek bir tarafa, aynı anda câhiliyye şiiri bile mükemmelen aktarılıyor. O muazzam yazı medeniyeti inkişâfının içinde; «hadisler yazılmadı» lâkırdısı temelsiz. Hadisler sadırlarda mükemmelen korunduğu gibi, satırlarda da korundu. Fakat bunlar müzâkere notları hâlindeydi. Tedvin / kitaplaşma; olması gereken vaktinde, gecikmeden gerçekleşti.

 

Benzer sebeplerden dolayı, bilhassa risâlet devrinin hâdiselerinin tam ve kesin bir kaydını tutmakta güçlükler var. Habeşistan hicretinin tam tarihi nedir? Hazret-i Ömer’in müslüman oluşunun tam tarihi nedir? Sûrelerin iniş sırası, âyetlerin sebeb-i nüzülleri tam bir kesinlikle tutulamamıştır. Bunlar sahanın içindeki kişiler tarafından bilinen, anlaşılır sebeplere dayanan hususlardır. Fakat bu bilgi yetersizliğini; bulanık suda avlanmak için kullanmak, işte o tam bir dost kazığıdır. 

 

Meselâ bu istismarlardan biri; tesettürü, bilhassa cilbâbı sadece hür-câriye ayrımına dayandırma kurnazlığıdır. Buna göre artık câriye de kalmadığına göre cilbâba / dış tesettüre ihtiyaç kalmamıştır. Hâlbuki mesele böyle olsaydı, câriyelere tasallutun ortadan kalktığı hemen ilk devirde de müslümanların; «Cilbâba gerek kalmadı!» demeleri gerekmez miydi? Bunun için câriyeliğin kalkmasını beklemeye ne gerek var? Dış tesettür de aynen temel tesettürde olduğu gibi, câriyeliğin varlığı veya yokluğundan bağımsız olarak farzdır. Böyle bir hikmet varsa da illet değildir.

 

Hadis külliyâtımıza söylemediklerini bırakmayanların, işlerine gelince; zayıf olma ihtimali çok daha yüksek olan esbâb-ı nüzül külliyâtına nasıl abandıklarını da not etmeliyiz.  

 

Bir başka misal: Rivâyet tefsirlerinin birçoğunun özelliği, zayıf da olsa görüşlerin hepsini zikretmektir. Bazısı zikreder sonra reddeder. Bazısı sadece arşivlik vazifesi yapar. Bu hakikati bildiği hâlde bizim modernist; «Taberî’nin de dediği gibi…» diyerek referans verir ve bozuk görüşüne tarihî bir kaydı dayanak yapar. Taberî öyle demiyor, Taberî arşivliyor. Olsun, okuyucuyu yanlış yönlendirdik ya gerisiyle sen uğraş! 

 

Bir başka misal: Hazret-i Osman’ın öldürülmesi, Cemel, Sıffîn vakaları derken; gelişen hâdiseler neticesinde, hulefâ-i râşidînden sonra bir Emevî hâkimiyeti söz konusudur. Bu devletin başına geçenlerden bir kısmının İslâm halîfesi olmaya elverişsiz oldukları da malûmdur. Yine idare anlayışlarında; kısmen zâlim, kısmen kavmiyetçi oldukları da bilinen hususlardır. Fakat bu gazla; İslâm’ı beşiğinde boğulmuş, daha kurulup geliştiği yıllarda tahrif edilmiş ilân edivermek, işte bu içeriden bilgilerle İslâm’a ihânettir. Emevîlerin içinde; ihtiraslı, dünyaya düşkün kişiler çıkmış olsa da, onların îtikat açısından, İslâm’ın geleceğini tayin etmek bakımından bir dalâlet içinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Kaldı ki, böyle bir şeye tasallut etmiş olsalardı da selef-i sâlihînin buna meydan vermeyeceği âşikârdır. 

 

Emevîlik, bir nevi günah keçisi ilân edilmiş. «Kader»i akāide onlar sokmuş! Hadisleri onlar uydurtmuş! Sâsânî geleneğini onlar almış! 

 

“İslâm bu kadar mükemmel, Kur’ân bu kadar yüce ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu kadar başarılı iken; nasıl olur da hemen akabinde sizin iddia ettiğiniz gibi indirilmiş din, uydurulmuş dîne mağlûp olur?” diye sorulursa, bütün suçların (!) üstüne atılacağı günah keçimiz Emevîler!.. 

 

Abbâsî dönemi tarih yazıcılığının daha bir Emevî düşmanı olması da, istismâr edilen bir başka gerçeğimiz. Şia’nın tarihe sızıntıları bir başka gerçeğimiz… 

 

Yine İslâmî ilimlerin teşekkül devrinde; ehl-i hadîs ve ehl-i rey şeklinde iki meşrep veya mektebin zuhur ettiği ve bunların birbirleri hakkında, kendi tâbîlerini sakındırmak için ağır sözler söyledikleri biliniyor. Bu nevi haksız hücumlardan Ebû Hanîfe Hazretleri nasibini çokça almış. Bizim modernist; asrımızda kendisine yönelik yapılan tenkitleri alıp, İmâm-ı Âzam’a yapılanların yanına iliştiriyor; «Onun kıymetini bilmedikleri gibi bizim de bilmiyorlar.» demeye getiriyor. Hâlbuki o hücumların sebep ve sonuçlarını, işin hakikatini öğrendikten sonra nasıl rücû ettiklerini, sular durulduktan sonra iki ekolün nasıl mûtedil, orta noktada, âdeta birleştiğini biliyor ama işine gelmediği için o kısımları almıyor.

 

Buna benzer ama daha umumî bir istismar durumu da, zamanlar ve anlayışlar arasındaki farklarda. 15 asır az bir zaman farkı değil. İnsan, aile, kadın, evlilik, toplum, örf-âdet, alışkanlıklar arasında değişimler var. Bu değişimleri; zaman ve anlayış farkına vurgu yapmadan, kadîmin aleyhine modernin lehine yorumlamak da kötü bir niyet taşıyor. 

 

Bilgi güçtür, kuvvettir. Aleyhte kullanılabilecek îzah gerektiren bilgi de düşman ellere geçmesin istenir. O sebeple eskiden ehil olmayan kişilere ilim öğretmemek gerektiği hususunda çok îkazlar yapılmıştır.* En meşhuru:

 

“Lâyık olmayanlara ilim öğreten; domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan kimseye benzer.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

 

Günümüzde bilgi artık herkesin ulaşabileceği bir kuvvet. Geriye tek çare; müşkülleri îzah etmek, onların bozduğunu ıslah etmek kalıyor.  

 

Onlar nereden vuracağını biliyor, biz de nereden müdafaa edeceğimizi…

 

Dost, gerçek dost kötü niyet taşımaz. Böyle îzâhı gereken ve îzâhı var olan «yumuşak karın» gerçekleri istismâr edip, sırttan vurmak, bel altı tekmelemek dosta yakışmaz. Tabiî ki bu sözlerde belâgattaki «itibâr-ı mâ-kân» yani eski hâliyle adlandırma sanatı var. Artık düşman hâline gelmiş kişiler hakkında bir zamanlar taşıdıkları sıfat sebebiyle dost tabiri kullanılıyor. Yoksa böyle dost, düşman başına!..

 

Öyleyse bakmalı; dînim, tarihim, Peygamberim, sahâbe-i kiram efendilerim hakkında konuşan kişi, dost mu? Dosta yakışır hareket ediyor mu? Dostça konuşuyor mu? Yoksa ağzından köpükler saçan bir düşman mı? Düşman hâline gelmiş kişinin bel altı vuruşlarına itibar etmemek lâzım. Uzun uzun da olsa hakikatlerimizi îzahlarıyla öğrenmemiz ve tarihimizin istismârına geçit vermememiz lâzım. 

 

Bastılar ümmetin omuzlarına

Muttalî oldular rumuzlarına,

Kalpleri bozuldu, nişanlar kaldı;

Döndüler süslü sirk domuzlarına. 

 

____________________________

* https://www.yuzaki.com/2021/12/seri-kaidelerle-tasavvuf-10-ne-olursan-ol-gel-ehil-ol-da-gel/