Namaz, Oruç, İnfak, Hac İBÂDET ve RÛHÂNİYET

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

 

Mü’minler gerçekten kurtuluşa erdi. (el-Mü’minûn, 1)

 

Hangi mü’minler?

 

İbâdet ve rûhâniyet ikliminde müttakî olan mü’minler

 

Yani;

 

Namazlarında huşû içinde olanlar,

 

Faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirenler,

 

Zekâtı verenler,

 

Irz ve iffetlerini koruyanlar,

 

Emânetlerine ve verdikleri sözlere riâyet edenler,

 

Namazlarını devamlı kılarak muhafaza edenler.

 

Onlar;

 

Firdevs cennetlerine vâris olurlar,

 

Onlar;

 

Orada ebedî kalacaklardır. (bkz. el-Mü’minûn, 2-5, 8-9 ve 11)

 

Hepsinin özünde şu ilâhî takdir var:

 

Müjdeler olsun!

 

Bir başka âyette de şöyle bir ilâhî îkaz var:

 

Yazıklar olsun!

 

Kimlere?

 

Namazlarında gafil olanlara!

 

Gösteriş yapanlara!

 

Hayra da engel olanlara! (el-Mâûn, 4-7)

 

Kullukta en şümullü ibâdet, namaz. Namaz gibi büyük bir ibâdet ve bütün ibâdetler; eğer rûhâniyetine uygun yani hakkıyla huşû ve takvâ ile edâ edilirse, kurtuluş ve müjde vesilesi. Allah sonsuz cennetler va‘dediyor. Fakat namaz ve ibâdetler; rûhâniyetine ters ve zıt olarak yani riyâ, gösteriş, gaflet ve hayra engel oluş gibi menfî şeyler karıştırılarak edâ edilirse, o vakit ziyan ve hüsran sebebi. Allah o vakit;

 

Yazıklar olsun, diyor.

 

Demek ki;

 

İbâdetleri, kulluk vazifelerimizi sadece kuru kuruya edâ etmek, kâfî değil. Mutlaka onları elzem olan rûhâniyet içinde edâ etmek şart. Çünkü yegâne maksat, sadece Allâh’ın rızâsını kazanmak. Bunun yerine başka şeyler devreye girerse, araya sızarsa, kalbe dâhil olursa, o vakit en sevap şey bile en günah şeyin bataklığına saplanır ve insanı helâk eder.

 

Demek ki;

 

Kâbe örtüsüne sarılıp da ağlaya ağlaya bol bol fâiz kazanmanın derdinde olan bir gafilin isteği, onu, asla; «müjdeler olsun» takdirine değil, ancak; «yazıklar olsun» îkazına uğratır.

 

Demek ki, kulluk bahsinde en temel ölçü:

 

Neyi, nasıl ve niçin yaparsam Allah beğenir ya da beğenmez?

 

Yani;

 

Ne yapıldığı mühim.

 

Nasıl yapıldığı mühim.

 

Niçin yapıldığı mühim.

 

Doğru bir ameli, kulluğu ve ibâdeti, en doğru şekilde ve hakkıyla edâ ederken; sırf Allâh’ı râzı ve memnun etmek gerçekleştirilmezse, Allah’tan ne isteyebiliriz? Hele hiç hakkımız olmayan, sonsuz nimetlere mazhar olmayı nasıl ümit edebiliriz? Senin hiç hakkın olmayanı; eğer Allah râzı olmazsa, niye versin? Verir mi?

 

İllâ Allâh’ın rızâsı.

 

Bu, içi boş bir kelime etrafında gerçekleşmez. Bir dilenci bile; üç kuruş alabilmek uğruna, bizleri râzı etmek için ne çırpınışlar sergiliyor! Borcumuz olmadığı için; çoğu kez, belki oralı bile olmuyoruz. Hele üç-beş duygulu kelime ve yapmacık tavırlar bizi hiç râzı etmiyor. Hattâ öfkelendiriyor ve;

 

Vay sahtekâr vay! Belki bunlar Kārun gibi zengin, yine de yolmaya bakıyorlar, şeklinde yorumdan yoruma dalıyoruz.

 

Lâkin isteyen kimse;

 

Yapmacık değil gerçekten çaresizlikler içinde ise, 

 

Çok içten ağlıyor-sızlıyor, yalvarıyor-yakarıyor ise

 

Yürek burkan mahrumiyetler ve sakatlıklar içinde ise

 

İnsan onun darmadağın ve perişan vaziyetine bakmaya dahî tâkat getiremiyor ise

 

Hâsılı; 

 

Hakikaten acınacak bir hâlde ise

 

Vicdanı olanların yüreklerini sızlatıyor ve ona mutlaka bir şeyler vermeye râzı ediyor. En azından birkaç kuruş vermeden geçilemiyor.

 

Buna göre kıyas etmeli:

 

–Ya sonsuz kurtuluşa ve sonsuz müjdelere tâlip olan kimselerin; kendilerine hiç hak etmedikleri mükâfatların verilmesi için, Allâh’ı râzı etmek bahsinde neler yapmaları ve nasıl yapmaları gerek?

 

Önce;

 

Bir dilenciden daha râzı edici şekilde istemesini bilmek,

 

Sonra;

 

Bütün muhtaçların ahvâlini görmek ve gözetmek gerek.

 

En yakından en uzağa;

 

Ulaşabildiğimiz her gönlü, her mazlum coğrafyayı,

 

Suriye’yi, Irak’ı, Afganistan’ı, Doğu Türkistan’ı,

 

Arakan’ı, Afrika’yı,

 

Filistin’i ve Gazze’yi,

 

Bütün İslâm diyarlarını görmek ve gözetmek gerek.

 

Görüp gözetmeyenlere ve üstelik her hayra engel olanlara, yedi kat göklerin hitabı:

 

Yazıklar olsun!

 

Görüp gözetenlere ise, yedi kat göklerin hitabı:

 

–Müjdeler olsun!

 

Bu itibarla;

 

Hem zâhiren zulümler altında inleyen muhtaçları görmek ve gözetmek gerek. Hem de mânevî ve fikrî işgaller altında aklı ve kalbi vîrân olmuş muhtaçları görmek ve gözetmek gerek. Kezâ îmansızlık ve ahlâksızlık tehlikesi ve tuzaklarının ortasında ne yapacağını bilemez hâle gelmiş zavallı kimseleri görmek ve gözetmek gerek. Kezâ yığınla bilgiye rağmen; tembellik, nefsâniyet ve gaflete esir oluşun yuvarladığı cehâlet uçurumları önünde tutunacak dalı kalmamışları görmek ve gözetmek gerek. Hiç suçsuz yere öldürülen; bebekleri, anneleri, kadınları, yaşlıları, hastaları ve nice âcizleri görmek ve gözetmek gerek. Arada türlü zorluklar ve sarp yokuşlar olsa da görmek ve gözetmek gerek. 

 

Onun için;

 

Mü’minlerin kurtuluşa ermesi yolunda Cenâb-ı Hakk’ın şartı, huşû. 

 

Huşû; 

 

Kulluk ederken kalbin titreye titreye aşk, hürmet ve takvâ hâlinde oluşu. Kulluk ve vazifelerinden, mes’ûliyet ve gayretlerinden asla vazgeçmemesi.

 

Âyetteki;

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ

 

Ancak Sana kulluk ederiz, ifadesinin mânâsı, böyle gerçekleşir.

 

وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

 

Ancak Sana sığınırız / Sen’den yardım isteriz, ifadesinin mânâsı da, böyle gerçekleşir.

 

Böyle bir kulluk ve yardım isteyiş;

 

Ancak ve ancak ihtiyacı tam olarak hissedişe bağlı. Çünkü tam hissetmeyen kimsenin canı yanmaz. Canı yanmayan kimse de, yanık yanık duâlar edemez. Duâlar yanık olmayınca da hiçbir kıymeti olmaz. Rastgele bir şekilde ve sadece dil ucundan dökülür bütün istekler. Dil ucundan duânın ise, sadra şifâ bir rahmete dönüşmesi ne mümkün!

 

Fakat dayanılmaz sancılar içinde kıvranan bir hastayı düşünelim:

 

Canı yangın, perişan, inim inim inliyor. Istırapların germesinden dolayı neredeyse damarları kopacak, öyle acılar içinde. Nasıl duâ eder bu hasta? Şifâya ve sıhhate öyle, öyle bir ihtiyaç hisseder ki; araya hiçbir başka istek karıştırmaz. Yalvarışında zerre kadar rol ve yapmacıklık olmaz. Lâf olsun diye kıpırdamaz dili. Feryat-figan hâlinde çırpınır durur. Çektiği ağrılar, ıstıraplar ve çaresizlikler, onu öyle yalvartır, öyle yalvartır ki, dil tarif edemez. Hele;

 

Kendinden ümidi yoksa,

 

Doktorlardan ümidi yoksa,

 

Tıptan da ümidi yoksa…

 

Tek ümidi, sadece Allah’tan ise; onun yanık ilticâları, öyle bir kıvâma ulaşır ki, o vakte kadar bilmediği inceliklerle, hikmetlerle, hakikatlerle ve derin mânâlarla dolar.

 

Nitekim;

 

Zâhiren iyileşmesi imkânsız olduğu hâlde, bu şekilde iyileşmiş nice hastalar olmuştur. Nihayette tıp da, doktor da, ilâç da hepsi sadece birer vesile. Şifâ, mutlak mânâda eş-Şâfî olan Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ile ihsânı. Hastaların ancak vesilelerle şifâsını takdir eden Hazret-i Allah; dilediğinde kulunun hâline ve zarûretine göre, hiç vesilesiz ve sebepsiz olarak da sıhhat ihsân etmeye kādir. İbret-i ilâhî çok. Meselâ ümitlerin bittiği noktada bir doktor hastaya demiştir ki:

 

–Üç ay sonra öleceksin!

 

Hayret;

 

Üç ay sonra o doktor, ansızın ölüvermiştir. Fakat o hasta on yıllar boyunca yaşamaktadır.

 

Kim bilir o hasta, nasıl bir yalvarış ve yakarış hâlinde oldu! 

 

Kim bilir ne diller döktü

 

Kim bilir nasıl acılarla kıvrana kıvrana medetler istedi! 

 

Kim bilir Allâh’ı râzı edecek ne ağlayışlar sergiledi!

 

İşte; 

 

Allâh’ın azamet ve kudretini idrâk eden,

 

Kendi kulluk ve aczini idrâk eden,

 

Hayat ve ölümü idrâk eden,

 

Dünya ve âhireti idrâk eden,

 

Hesap ve cezayı idrâk eden…

 

Kısacası;

 

Cennet ve cehennemi idrâk eden, ama hakkıyla idrâk eden bir kimsenin; yüce Allâh’a ibâdeti, kulluğu ve yalvarması da, tıpkı o hastanınki gibi olur. 

 

Çünkü o kimse;

 

Tüm ihtiyaçları tam hisseder! 

 

Ölüm ânında ve diriliş günündeki dehşetli ahvâli tam hisseder!

 

Mahşer meydanındaki eyvahları ve çaresizlikleri tam hisseder!

 

Cennet veya cehennemden yana sonsuz hükmü de, hattâ en ıstıraplı bir hastadan daha çok hisseder!

 

Bu hissediş olgunluğuna ulaşan kul; 

 

Gözleri kör eden perdelerden kurtulur, kulakları sağır eden engellerden kurtulur, kalpleri taş eden gafletlerden kurtulur ve gerçek bir «mârifetullâh»a ulaşır, ebedî bir «muhabbetullâh»a nâil olur. Artık namaz bahsinde;

 

Kılsam mı, kılmasam mı?

 

Kılıyorum ya, daha ne?

 

Kılmak yetmez mi? şeklinde gafletlere ve değersiz duygulara kapılmaz.

 

Her dâim, gerçek bir îmânın tüm irfan damarlarıyla birlikte;

 

Namaza muhtacım, der.

 

Namaza âşığım, der.

 

Namaza hayranım, der.

 

Namaza kurbanım, der.

 

Namazsız yaşayamam, der.

 

Oruç, infak ve hac dâhil bütün ibâdetlerde de bu minval üzere bir hâl yaşar. Bilir ki, Allâh’ın namaza ihtiyacı yok! Oruca da ihtiyacı yok! İnfâka da ihtiyacı yok! Hacca da ihtiyacı yok! Hiçbir ibâdete de ihtiyacı yok! O sadece es-Samed. Tüm ihtiyaçlar, ancak kullara ait. Ârifâne ibâdetlerde işin özü, daima bu şuurdan ibaret.

 

Gafilâne ibâdetlerde ise durum tam tersi.

 

Çünkü;

 

Gafletle edâ edilen namazlar, oruçlar, infaklar, haclar ve sâir ibâdetler; Allâh’ın huzûruna takdim edilen kulluklar değil, aksine, -hâşâ- içleri türlü atıklarla dolu çöp poşetleri gibidir. En güzel ibâdete bile ihtiyacı olmayan Hazret-i Allâh’ın, nice kirlerle atık olmuş bir peçete çöpüne -hâşâ- ne ihtiyacı olur? Onu niye ve niçin kabul etsin? Ne mecburiyeti var?

 

Mecburiyet de bizim, muhtaçlık da. Âciz olan da biziz, af kapısındaki günahkâr da.

 

Rahmetten başka çaremiz yok.

 

Peygamberler sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne buyurdu:

 

(İşlerinizde) 

 

Orta yolu tutunuz, 

 

Dosdoğru olunuz! 

 

Biliniz ki; 

 

Hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez

 

Dediler ki:

 

–Sen de mi kurtulamazsın, ey Allâh’ın Rasûlü?

 

–Ben de kurtulamam! Şu var ki; 

 

Allah, 

 

Rahmet ve keremi ile 

 

Beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikîn, 76, 78. Ayrıca bkz. Buhârî, Rikāk, 18, Merdâ, 19; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

 

Ne müthiş bir hakikat! 

 

Yürekleri çatlatacak bir beyan! 

 

Bunu mahşerde değil de şimdi tam anlarsak; 

 

Îmânımız da irfânımız da düzelir! 

 

Ahlâkımız da ahvâlimiz de düzelir! 

 

İbâdetlerimiz de duâlarımız da düzelir! 

 

Kulluğumuz da ömrümüz de düzelir! 

 

Hayatımızın rotası;

 

Sadece ebedî rahmete ve,

 

Sadece Allâh’ın sonsuz rızâsına olur…

 

Yoksa,

 

Yasak savar gibi kılınan namazlar, açlıktan başka özelliği olmayan oruçlar, cimrilik ve israfla bozulan infaklar, turistik bir gezi gafletindeki haclar, yani rûhâniyetsiz yapılan gafilâne ibâdetler; ne rahmete ulaştırır ne de Allâh’ın rızâsına! 

 

Bu durumda insanın o muhteşem değeri de bir hiçe döner.

 

Hiçe dönmesin diye, yani insanoğlu esfel-i sâfilîne / aşağıların aşağısına düşmesin ancak ahsen-i takvîme / âlemlerin en seçkini ve mükemmeli mertebesine yücelsin diye Hazret-i Allah, bütün ilâhî beyanlarında hulâsa olarak âdeta şunu söyler:

 

–Muhtaçsın kulum! Yalvar!

 

Zaten âyet-i kerîmede de bu mânâ çok açıktır:

 

قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْ

 

“De ki! 

 

–Duânız / kulluk ve yalvarmanız olmasa, 

 

–Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkān, 77)

 

Kul;

 

Allâh’ın lutfettiği sayısız nimetlere mazhar. Adedine rakamlar yetmez. Kulun bunlara gerçek bir karşılık olarak verebildiği hiçbir şey yok. Üstelik hiçbir şey vermeyip de hiç durmadan sonsuz ihtiyaçlarını talep etmekte. Yüce Allah da, kuluna bir bakıma hatırlatıyor:

 

–Her şey Benim! 

 

–Senin hiçbir hakkın yok!

 

–Lâkin her türlü nimetime muhtaçsın!

 

–Onları sana verebilecek Ben’den başka kudret de mevcut değil!

 

–O hâlde kulluk et ve yalvar!

 

–Eğer kibirlenir de istemeye koşmazsan, hiç olursun!

 

İşte;

 

En küçük şeyde bile en büyük çapta Allâh’a yalvarma noktasında olmayanlar, bu gerçeği kaçırıyorlar! 

 

Soğuk bir duruş içinde oluyorlar! 

 

Namaza karşı soğuk!

 

Gayrete karşı soğuk!

 

Kulluk ve duâya karşı soğuk!

 

Onların alâkası kalmıyor ibâdet ve rûhâniyetle. Onların kalbi buz misâli donuyor ve donuk bir seyirci gibi bakıyor ulvî hakikatlere. 

 

Bu yüzden;

 

Aklen kendini ısıtmaya çalışsa da duygularının buz gibi olduğu bir kullukta mesafe alamıyorlar. Akıllarına namaz kıldırırken, duygularına kıldırmayanlar; gerçek bir namazı yaşamış olamıyorlar. Akıl ayrı yöne, duygular ayrı yöne saplanmış vaziyette, nifak kıskacında boğuluyorlar.

 

Bu yüzden her ibâdet; 

 

İhlâs ile, 

 

Aşk ile,

 

Şuur ile edâ edilmeli.

 

İbâdetin işte böylesi, her ânı kuşatır. Devam eder. Devam edince de, kulun takvâsı kalbinde kökleşir. Mü’mini müttakî eyler. Artık ibâdetler rûhâniyet ikliminde tatbik edilir ve hiç aksamaz. Zaten ibâdette aksaklık varsa, kişinin takvâsı aksamıştır. Bu da kulluk hususiyetlerini dumûra uğratan bir kasvettir. Îmânı ârızalı eyler. Sonsuz hüsran ve helâkin pençesine düşürür. İşte o pençeye düşmemek ve ebedî azaptan kurtulmak için mü’min gönüllerin mutlaka ehl-i ibâdet ve ehl-i rûhâniyet vasfında yaşaması elzemdir. İşte o vakit en baştaki ilâhî müjde tecellî eder:

 

Mü’minler gerçekten kurtuluşa erdi. (el-Mü’minûn, 1)

 

Şu imtihan dolu günlerde, 

 

Bir yandan;

 

Zulümlerin dünyamızı kasıp kavurduğu hengâmda,

 

Maddî ve mânevî mazlumların imdat çığlıklarıyla gönülleri dilhûn eden mâtemlerin civarında,

 

Nesillerin savrulduğu kötülük rüzgârlarında,

 

Bir yandan da;

 

Rahmet iklimlerinin ilâhî pencereler açtığı ebediyeti kazandıran fırsat demlerinde,

 

Yetimleri, kimsesizleri, muzdaripleri ve muhtaçları görüp gözetmenin rahmetli ufuklarında,

 

Dünyanın kaderinde şerre kilit hayra anahtar olacak tecellîlerin istikametinde,

 

Ey Allâh’ım!

 

Cümlemize,

 

Îman yurdu memleketimize ve

 

Tüm İslâm âlemine,

 

O gerçekten kurtuluşu,

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn…