MODERNİZMİN SEVİYESİZLİĞİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

 

İslâm düşmanı, ateist bir sosyal medya hesabı var. Sürekli İslâm’a sataşan, iftira ve gayz kusan seviyesiz bir neşriyat yapıyor. 

 

Malzemesinin yarısı ne biliyor musunuz? 

 

Tarihselci Mustafa ÖZTÜRK, Dücane CÜNDİOĞLU, Hasan AYDIN ve benzerlerinin videoları… 

 

Ne acı!.. Ömrünü Kur’ân’a, İslâm’a adayıp; onun düşmanlarına malzeme olmak. Reklâmın iyisi kötüsü olmaz kabîlinden, şöhretin böylesine de itiraz etmiyor gibiler. Zaten bu nevi mecrâlara koşa koşa gidip, İslâm’ın, müslümanların dedikodusunu yapmaya bayılıyorlar. 

 

Artık müslümanların gündeminden uzak düşmüş olan Mustafa ÖZTÜRK’ün son hezeyanlarını da böyle bir ateist medya hesabından duyduk:

 

“Kur’ân elitist bir içeriğe sahip değil!”

 

“Kur’ân’ın içeriği avâm için…”

 

“Kur’ân’dan entelektüel bir seviye çıkaramazsınız.”

 

“İslâm’da kafası çalışanlar daima marjinaldir.”

 

Ahmaklara verilecek en güzel cevap sükûttur. Lâkin, sükûtun; ikrâra, kabule ve cevap verememeye bağlanması ihtimallerinden dolayı, hiç değilse arşivde bir iz kalsın diye cevap verilmesi gerekiyor. 

 

Evvelâ Öztürk’e yekten şunu sormalı:

 

Madem Kur’ân böyle, bu kitap üzerinde 40 yıllık akademik kariyer yapacak, çalışacak ne bulabildin? Üçüncü cildine ulaştığın her biri 600, 700 sayfalık tefsirde yazacak ne buldun? 

 

Bu akademisyenlik filân değil psikolojik bir buhran… 

 

Gelelim iddialara: 

 

Bir muhtevâyı değerlendirmek, ona yaklaşan kişinin kapasitesi ve bakış açısıyla doğrudan irtibatlıdır. 

 

Kur’ân’ın Hak kitâbı olduğuna îmân eden mü’min; onun, o Büyük Haber’in, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa yazıp bitirilemeyecek derin mânâlarla dolu olduğuna inanır. Bu inanç neticesinde, bütün İslâm külliyâtı; bir kitâbın, Kur’ân’ın o mânâ denizinden muhteşem inciler, mercanlar çıkarmaya mâtuf olarak kaleme alınmıştır. 

 

İslâm medeniyeti Kur’ân’ın semeresidir. 

 

Kur’ân’a îmân etmeyenler ise, ona şair sözü, uydurulmuş lâflar, sihir, kehânet gibi haksız yakıştırmalarda bulunmuştur. Kur’ân, nüzûl asrında; âyetleri alaya alanları, ahmakça tenkitlere girişenleri bize haber veriyor. Yine Kur’ân bu alay ve tenkitlerin, gerçek bir aklî şüphecilikten değil; bozuk bir ahlâktan kaynaklandığını, haset, kibir, menfaatperestlik, hevâya uyma gibi düşüklüklerden neş’et ettiğini bildiriyor. 

 

Öztürk’ün söyledikleri aslında, tam da Kur’ân muârızları için geçerlidir. Onlar son derece sığ, avâmî tenkitlerle İslâm hakikatlerine karşı çıkmışlardır. Üstelik bunlar en iptidâî insandan, Kur’ân asrına kadar değişmeyen kalıplaşmış, ezbere davranışlardır. Kur’ân kıssaları zikredilirken, daima geçmişten o güne ve istikbâle değişmeyen münkir tavrı ortaya konulur. 

 

Bu meselenin bir başka tarafı, Allah Teâlâ hakkında hüküm verme salâhiyetidir. Mustafa ÖZTÜRK, kendisini emekliliğe götüren sözlerinde; “Allah şöyle cümleler kurar veya kurmaz / kuramaz.” iddialarında bulunmuştu. Hâlbuki biz Rabbimiz’i, Zâtını tarif ettiği kadarıyla tanıyoruz. Öztürk, buna neredeyse agnostisizm yaftası yapıştırıyor. Hâlbuki, Kur’ân’da zikredilen Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, esmâsı, sünneti, âdeti, asla bozmayacağı vaatleri, bütün bunların toplamından sahih bir ulûhiyet inancı meydana gelmiştir ki, Kelâm ve Akāid ilimleri bunu tafsilâtıyla ortaya koymuştur. 

 

İslâm medeniyetinin ürettiği; 

 

•Rabbânî âlimler, 

 

•Dehâ çapında müçtehidler, 

 

•Adâlette zirve idareciler,

 

•Muhteşem sanatkârlar, 

 

•Eşine başka medeniyetlerde asla rastlanmayan büyük sûfîler, 

 

Bütün bunlar Kur’ân’ın -hâşâ- avâmî hitabından mı beslenerek neş’et etmiştir? 

 

Öztürk; bu itirazımızın önünü almak için, zuhur eden dehâlara marjinal yaftası yapıştırıyor. Yani İbn-i Arabî, Mevlânâ gibi entelektüel seviyesi yüksek isimler zuhur etmişse de, onlar -hâşâ- Kur’ân’ın çizdiği avâmî hattı yarıp da çıkmışlar!.. 

 

Mevlânâ Hazretleri; bu gibi, kendisini Kur’ân’a bendelikten öte bir noktaya yerleştirmeye kalkacaklara peşinen cevap vermiş:

 

Kur’ân-ı Hakîm’e kul olur bende bu can,

Ahmed yolunun toprağı, âmâde bu can… 

«Benden diye» kim söylese bir aykırı söz; 

Dâvâcıdır ondan da o sözden de bu can!

 

Kur’ân’dan neş’et eden eser ve şahsiyetlerin, -hâşâ- Kur’ân’dan daha albenili imiş gibi gözükmesine ise, şu mantıkla cevap verilmiştir: 

 

Gül yağı gülden çıkarılır. Fakat gül yağı, gülden üstün değildir. Çünkü gül yağında; güldeki renk, revnak, göze hitap eden zarâfet ve dokunan ellere sağladığı letâfet yoktur. Onda gülün bir hususiyetine teksif olma vardır. 

 

Ebû Hanîfe ve ekolünde Kur’ân’ın adâlet ve hak yönüne teksif vardır. Diğer müçtehidler de hâkezâ… 

 

Mevlânâ ve benzeri Hak dostlarında, Kur’ân’ın mev‘ize-i hasene ve tezkiye-i nefs yönüne teksif vardır. Şuarâ, üdebâ hâkezâ…

 

İbn-i Haldun ve benzeri tarihçiler de, Kur’ân’ın tarih vadisindeki talebeleridir…

 

Kur’ân öyle bir menbadır ki; fakih, kelâmcı, sûfî, lisân âlimi, tarihçi hattâ müsbet ilimlerde derinleşenler bile kendi derin ummanlarını o bereketli menbadan beslemişlerdir. Bu sebeple hepsini asıl menbaa nisbet etmek gerekir.

 

«Derinleşmek» demişken, avamlık iftirasına bir cevap da bu kelimededir:

 

«Râsihûn fi’l-ilm» ifadesi, Kur’ân’da ilimde derinleşenler mânâsında yer almaktadır ve onların idrak seviyelerinin hususiyeti zikredilmektedir.1 

 

Yine Kur’ân’da öne çıkarılan; 

 

•Akıl sahipleri, 

 

•İlim ehli, 

 

•Zikir ehli, 

 

•Kendilerine ilim verilenler, 

 

•Basîret sahipleri… gibi tabirleri burada hatırlayabiliriz.

 

Demek ki; 

 

Kur’ân farklı seviyelerce farklı şekillerde fehm edilmeye müsait bir kelâmdır. Yine Kur’ân muhtevâsının muhkem ve müteşâbih iki yapıda olması da farklı seviyelerce idrâk edilmesine bir zemindir. 

 

İnsanlığa hidâyet olan bir kitâbın; insanlığın geneli olan avamca anlaşılır bir sühûlette olması, bir nakîsa değil bir fazîlettir. Fakat o kelâm bundan ibaret değildir. 

 

Yine birçok âyetin fâsılasında; «Bunda îmân eden, tedebbür eden, takvâlı olan, tefekkür eden, taakkul eden bir topluluk için okunacak emâreler, alınacak ibretler var.» beyanlarındaki çeşitlilik bile bu farklılıklara işaret eder. 

 

Usûl-i fıkıhta; ifadelerden ibâre, işaret, iktizâ gibi delâlet yollarıyla mânâların çıkarılacağı sistemleştirilmiştir. Yani Kur’ân bir fihristtir ki, onu insan (Hazret-i Peygamber ve sünnetince gidenler) ve kâinat şerh etmektedir. 

 

İktizâya bir misal verelim: Namaza kalkıldığında abdesti emreden âyet, suyun nâdir olduğu uzunca bir yola çıkan bir kişiye yanında su hazırlığı götürmesini de emretmiş olur. Ümmete ise, âdeta bir su medeniyeti inşâ etmesini telkin eder.2 

 

O hâlde İslâm coğrafyasında hep bir Su Medeniyeti’nin inşa edilmesi, Kur’ân sayesindedir.

 

Eğer o icmâlî fihrist, her şeyi tafsilâtıyla söyleseydi;

 

•Muazzam bir büyüklük ve genişlikte olurdu. Ezberlenmesi, muhafazası büyük müşkil olurdu. 

 

Daha hikmetlisi ise;

 

•İnsana iş bırakmamış olurdu. 

 

Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bir murâdı da insanın bu terakkiyâtını temâşâ etmektir. Kur’ân, yazılı hemen hiçbir kültürü olmayan ümmî bir topluluğu, birkaç asır içinde akāid ve fıkıh mezhepleri, tarîkatler, teşkilâtlar, mimarî, hat vb. sanat mektepleriyle muazzam medeniyetler meydana getirecek bir seviyeye çıkardı.

 

Öztürk’ün yaptığı tenkit, muhteşem bir elma ağacının neşv ü nemâ bulduğu çekirdeğe bakıp; 

 

“Aslında bu dallar, bu meyveler marjinalleşmek sayesinde, bu küçük tohumun dar çerçevesinden çıkabildiler. Yoksa bu tohum ancak siyah, yuvarlak bir çekirdekten ibaretti. Bunda böyle dallarla göğe uzanma, yaprak açma, gölge oluşturma, meyve verme, rızka vesile olma gibi hususiyetler yoktu!” demeye benziyor. Hâlbuki hepsi o çekirdekte mündemiçtir. 

 

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın; sadece ilimde, takvâda, ihlâsta rüsûh sahibi olanlara; sadece Ebû Hanîfe, Mevlânâ, İbn-i Arabî, Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyhim- gibi büyük zâtlara hitap ettiğini bir düşünelim. O zaman bizim hâlimiz nice olurdu? 

 

Avâma da hitap ediyor olmak, bir rahmetin neticesidir. Kur’ân bunu «mübîn» ifadesiyle açıklar. Kur’ân açıktır, apaçıktır. İdrak seviyesine göre herkes ondan istifade edebilecektir. 

 

Kur’ân’ın halk tarafından anlaşılırken, aynı zamanda üstün bir belâgata sahip olması; edebiyattaki, sehl-i mümtenî vasfını hatırlatmaktadır. 

 

Basit gibi görünen fakat taklit edilmeye, denenmeye kalkıldığında son derecede zor âdeta imkânsız olduğu görülen üslûba; «imkânsız kolaylık» adı verilmiştir. 

 

Bunun zıddına; demir leblebi tabir edilen, nadir kelimelerle dolu, ifadeleri düğümlü, girift ve muammâ metinler ise, ancak bulmaca çözmeyi seven mahdut bir kesimi cezbeder. Kur’ân insanlığa hitap ettiği için, ilk bakışta herkesçe anlaşılan kolay bir metin gibi telâkkî edilir. Fakat derinleştikçe; o nazımda, o kelimelerin, kalıpların seçilişinde, o üslûpta nice sırlar olduğu fark edilir.

 

“Kur’ân-ı Kerim, kelâm sûretine bürünmüş bir kâinat demektir. İnsan ise bu iki tecellînin özü, zübdesi ve tohumu mesâbesindedir.

 

Ancak, bu hidâyet kitaplarından istifade için; selîm bir kalp, pâk bir gönül zarûrîdir. Zira aynı rahlenin başına oturan, aynı âyetleri okuyan her insan; ancak kalbine aldırabildiği mesafe nisbetinde o âyetlerden istifade edebilir.”

 

“Yüzme bilmeyen biri, sahilden baktığında ancak denizin sathını görebilir. Mâhir bir dalgıç ise, açıldığı denizin enginliklerinde bambaşka manzaralar seyreder. Tıpkı bunun gibi «mârifetullah»ta derinleşen kalplerin görüşüyle, gafillerin sığ bakışı arasında dağlar kadar fark vardır.”

 

Emir ve yasaklarında da Cenâb-ı Hak, kulların genelinin gücünün yeteceği seviyenin altında bir ölçü tutar. Dikkat edilirse bu da rahmettir. 

 

Fakat derinlik orada da ihmal edilmez. Orada da derinleşmeye tâlip kullara; takvâ ve verâ, ihsan ve ihlâs için sonsuz bir terakkî fırsatı sunulur. Sünnetler, tâatler, nâfileler, şüphelilerden kaçınma, mubahlardan sınırlı istifade / riyâzat vb. yollar ile tasavvufî ufuklar açılmış olur.

 

Evet, Kur’ân’da anlatılan cennet, sıradan insanın; yiyecek, içecek, ziynet, mekân ve eş gibi beklentilerine de cevap verir. Fakat orada «rıdvân, mağfiret, seyr-i Cemâl, Ziyâde / kimsenin bilemeyeceği sürpriz mutluluklar, tahiyyelerle istikbal, Refîk-i Âlâ ile beraberlik, dünyadaki soru işaretlerinin giderilmesi» gibi mânevî nimet ve ikramların da bulunduğu erbabına gizli değildir. 

 

Sırf bunlar dile getirilmiş ve maddî cennet anlatılmamış olsaydı, gerçekten sıradan halk, İslâm’ı havâssa mahsus bir tarîkat gibi görebilirdi. 

 

Uhrevî cezâ ve mükâfâtın maddî bir çerçevede zikredilmiş olmasının bir hikmeti de, haşrin cismâniyetini reddedip onu rûhânî çerçeveye hapsetmeye kalkacak feylesoflar gibi zümrelerin önünü almaktır. Yine avam zihniyeti, rüya gibi mücerret bir ceza veya mükâfâtı istihfaf edebilirdi. 

 

Kaldı ki, insanı en iyi bilen yaratıcısıdır. İnsan; diliyle, maddî / müşahhas varlığı ne kadar ehemmiyetsiz addetse de, acziyeti itibarıyla ona muhtaçtır. Cenâb-ı Hak da, insana bu ihtiyaçlarını ikram etmekten, husûsen itaatkâr kullarına sonsuza dek ihsanda bulunmaktan hoşnut olan cömert bir «Rabb-i Rahîm»dir. 

 

Bazı hastalıklar insanı sayıklatır. Öztürk’e ikide bir, Kur’ân’ı istihfaf edercesine cümleler sarf ettiren hastalık, tarihselcilik virüsüdür. Fazlurrahman’ın ve oryantalistlerin yaydığı bu virüs; Kur’ân’ın, sadece indiği asra yönelik bir çözüm paketi sunduğu, sonraki asırlar için Kur’ân’ın sadece ahlâkî değer hükümlerinden istifade edilebileceğini iddia eder. Bu peşin hüküm yüzünden, Kur’ân’ın asrına olduğu gibi, istikbale de hitap eden cümlelerini görmezden gelirler, Kur’ân’ın asırlar sonra anlaşılan ilmî mûcizelerini alaya alırlar, elbette onun muhteşem seviyesini de küçümsemeye kalkarlar. 

 

Kur’ân hakikatleri kıyâmete kadar geçerlidir. 

 

Tarihselcinin zihninde bu geçerlilik sorgulanır. Çünkü baktıkları yer, Kur’ân’ın yıkmaya çalıştığı câhiliyye penceresidir.

 

Aslında fıtrat ve şerîat çelişmez. Kavlî âyetlerle, kevnî âyetler karşı karşıya gelmez. Fakat, asrımızın ateist, materyalist, seküler, kapitalist ve liberal cereyanları tarafından kurulan düzeni; hemen her sahada Kur’ân hakikatleriyle ters düşmektedir. Feminizmden tutun evlât edinmeye, zinâdan LGBT’ye, teşhircilikten estetik ameliyatlara, fâizden içki ve kumara, kısas cezasından kürtaja, katkı maddelerindeki alkolden yapay ete kadar aklınıza gelebilecek nice meselede İslâm’ın dediği ile, modern câhiliyyenin savunduğu taban tabana zıttır. İslâm, bu zulüm ve ifsatlar karşısında en büyük engeldir.

 

Müslümanların başta rehâvet ve tembellikten tevellüt eden geri kalmışlığı; sonra zulüm ve baskılarla, ihânet ve tefrikalarla kasten devam ettirilen geri bırakılmışlığı bazı bünyelerde batının bu değerlerine karşı bir aşağılık kompleksi oluşturdu. Gemiyi kurtarmak için bir şeyleri fedâ etme psikolojisiyle; modernistler mezhep ve hadisleri; tarihselciler ahkâm ve kıssa âyetlerini gemiden atmaya kalkıştılar. 

 

Elhamdülillâh ehl-i sünnet âlimler ve avam zannedilen o uyanık halk, buna izin vermiyor. Onlar da hak zannettikleri bâtıl görüşlerini terviç etmek için her türlü fırsatı kullanıyorlar. Bu sebeple yolları hep gemiyi çoktan terk etmiş kişilerle kesişiyor. 

 

İşte burada bir başka ahlâkî zaaf ortaya çıkıyor:

 

Kibir… 

 

Onlara göre gemide durup, Kur’ân’ı, Sünnet’i sahiplenenler; avam, sıradan halk. Öztürk’ün tabiriyle, Sultanahmet Meydanı’nda oturup Nihat HATİPOĞLU dinleyen seviye!.. Bunlar düşünmez, üretmez, akletmez… Sadece teslim olur.

 

Öztürk gibilerine çanak tutan, programlarına çağıran, sonra da ağzından dökülen din aleyhtarı hezeyanları sosyal medyada servis eden, dîne hürmetsiz, seküler ve batıdan fonlanan kesimler ise; ona göre entelektüel, düşünen, akıllı, zeki, kalburüstü seviye!.. 

 

Hâlbuki avamlık da izâfî / göreceli değil midir? Öztürk ve benzerlerinin çıktıkları ve alkışlandıkları plâtformlardaki kişiler, din vadisinde avam seviyesinde değil midir? Çoğu defa; konuklarının neden bahsettiğini bile anlamadıkları, sırf bozuk midesindekileri istifrâğ eden bir kişiye çanak tutma hissiyâtıyla dinledikleri belli olmaktadır. 

 

Öztürk’ün yaptığı gerçek bir elitizm bile değil. Bu, ülkenin siyaseten kutuplaşan kesimleri arasında tarafını seçmek. Bunu da; şöhretten yana, itibardan yana, kendisine ekran tahsis edenlerden, kendisini alkışlayanlardan yana kullanmak. 

 

Mevlânâ Hazretleri, kibrin bu çeşidinin insanı hidâyetten alıkoymasına işaretle şöyle der:

 

“Hak yolunda yürürken aklı, zekâyı bir tarafa at da, kendini abdal yap ve bir kâmil insana uy; onun izinde yürü! Kurtuluşu, ancak bu abdallıkla (saf gönüllü olmakla) bulabilirsin!

 

Babacığım; insanların mânevî padişahı olan Peygamber Efendimiz bu yüzden; «Cennetliklerin çoğu abdal (sâfiyet sahibi) kişilerdir!» diye buyurdu.3

 

Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir. Abdal ol da, gönlün düzelsin, huzura ersin! Abdallık dediğim, halka iki kat maskara olan kişinin ahmaklığı değildir. Bu abdallık; «Hû»ya karşı, yani O’na, Allâh’a karşı hayran olmak, O’na karşı hayrete düşmek ve abdallaşmaktır!” (Mesnevî)

 

Tarihselcilik zehrine tam da bir panzehir olarak, Kur’ân’ın her asra hitap etmesini hatırlamamız îcâb eder. 

 

Bediüzzaman Hazretleri şöyle tarif ediyor:

 

“O hitap öyle bir yüksek i’câz ve şümûl gösterir ki; ders-i Kur’ân’ın, muhataplarından en kesretli tâife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahî, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i târihiyyeden bir ibret değil, belki bir küllî düstûrun efrâdı olarak her asra ve her tabakaya hitap ederek taze nâzil oluyor.”

 

“(Kur’ân’ın i‘câzının / mûcize oluşunun yönlerinden biri de)

 

Kur’ân’ın şebabetidir, (genç kalmasıdır.) Her asırda taze nâzil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân; bir hutbe-i ezeliyye olarak, umum asırlardaki umum tabakāt-ı beşeriyeye birden hitap ettiği için, öyle dâimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istîdatça mütebâyin (fikir ve kabiliyet bakımından birbirinden çok farklı) asırlardan, her asra göre, güya (sanki) o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

 

Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sâbit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.”

 

Tarihselcilerin çok canını sıksa da, Kur’ân’ın asırlar geçtikçe kuvvetlenen beyânına sayısız misal verilebilir. 

 

Meselâ şu âyet-i kerîme:

 

“(Şeytan der ki): …Şüphesiz onlara emredeceğim de Allâh’ın yarattığını değiştirecekler…” (en-Nisâ, 119)

 

Allâh’ın yarattığını değiştirme telkini, nüzûl asrını takip eden müfessirlerce;

 

•Dîni / fıtratı değiştirmek, 

 

•Hayvanları iğdiş etmek, 

 

•Dövme yaptırmak şeklinde anlaşılmıştı.4

 

Bu mânâlar hayatiyetini aynen sürdürmekle beraber, yakın zamanlarda estetik ameliyatlar mevzu bahis olunca yine bu âyet asra ışık tuttu. Zaruret olmadıkça insan, Allâh’ın yarattığını değiştirmemeliydi. 

 

Transhümanizm’in tartışıldığı zamanımızda, bu âyeti artık daha geniş bir şekilde anlamaz mıyız? Bu akım şöyle tarif edilmiş:

 

“Transhümanizm; insanın fizikî ve zihnî yeteneklerinin artırılması, yaşlanma ve hastalanma gibi arzu edilmeyen veya gereksiz görülen yönlerinin ortadan kaldırılması maksadıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini öne süren milletlerarası bir entelektüel ve kültürel harekettir.”

 

Nüzûlünden 15 asır sonra ortaya çıkacak bir cereyan hususunda, Kur’ân’da entelektüel bir zemin var mı yok mu?

 

Kur’ân iktisatta;

 

“Mal sadece zenginler arasında dolaşmamalı…”5 diyerek komünizmin, sosyalizmin ve kapitalizmin yıllarca tartışacağı hususa noktayı koymuyor mu? 

 

Kur’ân tarih bahsinde;

 

Toplumların ahlâkî çöküşlerinin âmillerini safha safha bir bir anlatmıyor mu?6

 

Gazze dramının yaşandığı şu günlerde, savaş hukukunun en temel esaslarını yine bize Kur’ân bildirmiyor mu?7

 

Fakat ne yazık ki, bir tefsir profesörü olan Öztürk, bu i‘cazları ortaya koymak yerine; “Kur’ân’da kâinâtın genişlediğinden bahsedilmiyor.” diyerek ateist sitelerine, kısa video malzemesi sağlamak ile meşgul!..8 

 

Evet, hadsizlik edip Kur’ân’ın entelektüel seviyesini tartmaya kalmadan önce; kendi seviyesine ve hizmet ettiği mecrâların seviyesine bir bakmalı!.. 

 

İşte tarihselcilik mikrobu böyle bir şaşılık veya körlük veriyor.

 

Bizim cevaplandırdığımız saha, Kur’ân’ın zâhirî tefsirine dair. İşârî tefsir, Kur’ân’ın havâssı gibi sahalarda ise çok daha derin ve şümullü vadiler var. 

 

“Her bir âyetin bir zâhiri bir bâtını vardır. Her âyet için bir had (sınır) ve her had için bir matla (hakikatini müşâhede yeri) vardır.” meâlindeki hadîs-i şeriften9 hareketle, Kur’ân’da erbâbına açılan derin mânâ ummanları olduğunu Hak dostları ifade etmişlerdir. Üstelik bunlar; satırdan ziyade sadırları alâkadar ettiği için, çoğu defa gönülden gönüle intikalde kalmıştır. Kitaplara yazılamamıştır.

 

Bu sahada kıssalar da çoktur. Ulu Cami’nin açılışında Somuncu BabaFâtiha’nın yedi ayrı tefsirini yapar. 

 

Talebesi Molla Fenârî söyle anlatır:

 

“Somuncu Baba; öyle bir hutbe îrâd etti ki, herkes hayran kaldı. Fâtiha Sûresi ile alâkalı bizim de bir kısım müşküllerimizi halletti. Sûrenin yedi türlü tefsirini yaptı. Birinci tefsirini bütün cemaat anladı, ikinci tefsirini cemaatin bir kısmı anladı, üçüncü tefsirini ise anlayanlar pek az kimselerdi. Dördüncü ve sonrakileri ise pek anlayan yok gibiydi.”10

 

Belki böyle ifadeler, kimilerinin aklına bozuk ve bâtıl yollar olan hurûfîliği ve bâtınîliği getirebilir. Fakat istismâr edilen her yolu, bütünüyle iptal etmek de doğru değildir. 

 

Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin dediği gibi; 

 

“Herhâlde zâhirîlikte ifrât etmek de, bâtınîlikte ifrât etmek kadar zararlıdır.”

 

Zira asrımızda; Kur’ân’ın zâhirinde ifrâta düşen selefîlerin, müslümanlara tenkit getiren aşırılıklarıyla karşılaştık.11 

 

O hâlde;

 

Öztürk’e, yine Hazret-i Mevlânâ seslensin:

 

“Eğer burnun koku alamıyorsa, bari güle kabahat bulma!”

 

Yani;       

 

“Kur’ân’ın sonsuz hikmet ve hakikatlerle dolu tefekkür iklimine giremiyorsan, hiç olmazsa bir de ona kusur bulma hamâkatine düşme, hatayı kalbinde ara!” 
____________________

 

Âl-i İmrân, 7; en-Nisâ, 162. 

 

«Bir vâcibin, ancak kendisiyle tamamlanabildiği şey de vâcibdir.» 

 

Merhum âlim Ali YARDIM, Mesnevî Hadislerinin Tahrîci adlı eserinde (s. 172-173) bu rivâyetin Beyhakî, Deylemî gibi muhaddislerce tahrîcini zikrederek, abdal diye tercüme edilen kelime hakkında İbnü’l-Esîr’in şu îzâhına yer verir: 

 

«Ebleh ise, kötülükle ilgisi olmayan ve iyilikten başka bir şey yapmayan kimse demektir. Aynı şekilde: Herkese hüsn-i zan besleyen, gönüllerinde kötülük barınmayan kimse demektir, şeklinde de rivâyet edilir. Zira onlar, dünyanın dedikodularından sıyrılıp, âhiretlerine yönelen ve onunla meşgul olan kimselerdir. Elbette ki cennetin ekserîsini onlar teşkil ederler.»

 

Taberî, Câmiu’l-Beyân; Mâverdî, en-Nüketü ve’l-Uyûn, alâkalı âyet.

 

el-Haşr, 7. Bu âyet, yine asırlar sonra insanlığın gündemine gelen pozitif ayrımcılığı öğretmekte ve esbâb-ı mûcibesi olarak bu hakikati bildirmektedir.

 

Sadece birkaç örnek: el-Mâide, 79-81; er-Ra‘d, 11; el-İsrâ, 16; el-Hac, 41… 

 

el-Bakara, 190; en-Nisâ, 94; et-Tevbe, 4, 7; el-Enfâl, 47, 58, 61. Elbette İslâm’ın bir husustaki emirlerini; âyetler, hadisler ve onları bütünlük içinde esaslara dönüştüren mezheb âlimlerinin eserlerinden öğrenmemiz gerekir. Asrımızda din düşmanları tarafından âyet meâli / hadis tercümesi cımbızlayarak yapılan tenkitler işin ilmî derinliğinden uzak, avâmî demagojilerdir. 

 

Tarihselcilerin Kur’ân’ın ilmî mûcizelerini reddedişlerini tenkit eden makalemiz: https://www.yuzaki.com/2020/09/kuran-mucizeleri/

 

Hadîsin tahrîci ve değerlendirilmesi için bkz: Dilaver SELVİ; «Her Âyetin Bir Zâhiri Bir Bâtını Vardır» Hadîsindeki Zâhir ve Bâtın Kavramları Üzerine Değerlendirmeler, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/52274 

 

10 Ali AKPINAR, Molla Fenârî’nin Fâtiha Tefsiri.

 

11 Öztürk gibi modernistler, maalesef bunun faturasını da ehl-i sünnet müslümanlara çıkardılar.