İki Oluk: NUR ve KİR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

 

Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir. (Necip Fazıl)

 

 

 

Dünya çapında;

 

Hidâyet, merhamet, iyilik, adâlet, rahmet ve huzurun şart olduğu her vakit;

 

Kötülükler ve zulümler daha da hırçınlaşıyor ve öyle çıldırıyor, öyle kuduruyor ki, en olmayacak mel‘anetler ve cürümler işleniyor. Özellikle insanlığın tomurcuk verdiği bölgelerde -hâşâ- bütün semâvî ümitleri bile kökünden kazımak istercesine, yeryüzündeki bütün zâlimler, hep birlikte el ele hortluyor. Hem de her sahnede, her kılıkta, her rolde. Üstelik yaptıkları zorbalık ve kahpeliklerin kendilerine güya hiç bulaşmadığı bir pozda ve görüntüde. Bu yüzden devranın en büyük şeytanları bile;

 

Sanki en müstesnâ iyilik melekleri.

 

Cehâletin en berbatları bile;

 

Sanki ilmin ve irfânın en mükemmelleri.

 

Ahlâk ve iffetin en rezil çirkinleri bile;

 

Sanki insanlığın en güzelleri.

 

Soykırım cellâtlığı yapan; en vicdansız, en vahşî ve ruhsuzlar bile;

 

Sanki merhamet âbideleri.

 

Yeni doğmuş, hattâ doğmamış bebeklere de akıl almaz suçlar isnâd ederek, onları yok eden canavarlar bile;

 

Sanki şefkat nümûneleri.

 

Dün de;

 

Bugünkü gibiydi zâlimler. Böyleydi.

 

Onlar da;

 

Her zaman kendilerinin haklı ve doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.

 

Allah Teâlâ buyuruyor:

 

“Allah, 

 

•Bir kısmına hidâyet etti, 

 

•Bir kısmına da sapıklık müstehak oldu. 

 

Çünkü onlar; 

 

•Allâh’ı bırakıp 

 

•Şeytanları dost edinmişlerdi. 

 

•Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.” (el-A‘râf, 30)

 

“De ki: 

 

Size, (yaptıkları) işler bakımından 

 

En çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? 

 

(Bunlar;) 

 

İyi ve güzel işler yaptıklarını sandıkları hâlde, 

 

Dünya hayatındaki gayretleri boşa giden kimselerdir.” (el-Kehf, 103-104)

 

Onlar;

 

“Kendilerinin, 

 

•Bir şey (hakikat) üzerinde olduklarını sanırlar. 

 

İyi bilin ki; 

 

•Onlar gerçekten yalancıdırlar.” (el-Mücâdele, 18)

 

Türlü yalanlarla onlar;

 

İnsanlığın daima yol kesicileri oldular. Güzellikleri çirkinleştirdiler. Rahmetleri zahmet olarak gösterdiler. Cennetlere götürecek güzel amelleri de cehennemlik belâlar gibi yansıttılar. Cehennemlik işleri ise cennet rahatlığı olarak telkin ettiler. Nerede bir huzur varsa orayı bir mâtem diyarı hâline getirdiler.

 

Firavunlar da böyleydi. Nemrutlar da böyleydi. Câhiliyye devrinde kız çocuklarını diri diri gömen müşrikler de böyleydi. Her zaman yüze gülüp arkadan türlü dalavereler çevirerek ortalığı birbirine katan sinsi münafıklar da böyleydi.

 

İşte bunun için;

 

Allah, Musaları gönderdi de zâlim firavunları Kızıldeniz’in girdaplarında boğdu. 

 

İbrahimleri gönderdi de nemrutları tâcı ve tahtıyla beraber tarihe gömdü. 

 

İsaları gönderdi de yoldan çıkmışlara hidâyet ve şifâ dağıttı. 

 

Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gönderdi de Ebû Cehilleri, Ebû Lehebleri ve daha nice azgınları bertaraf ederek, cehâletin amansız pençesinde can çekişen insanlığa rahmet oldu.

 

İmtihan âleminin işte en baskın iki tecellîsi!

 

İşte tarihin ve dünyanın gidişâtı etrafında devr-i dâim hâlinde olan iki gerçek!

 

Şu fânîde her şey;

 

Hazret-i Âdem’den bugüne ve yarınlara, haşre kadar daima işte bu ikisinden, bu iki oluktan akıp gitmekte: 

 

Bir hayrın oluğu, biri şerrin

 

Biri hakkın oluğu, biri bâtılın

 

Biri sevâbın oluğu, biri günahın

 

Biri hidâyetin oluğu, biri dalâletin.

 

Biri gayretin oluğu, biri tembelliğin.

 

Biri merhametin oluğu, biri gaddarlığın.

 

Biri adâletin oluğu, biri zulmün.

 

Biri melekliğin oluğu, biri şeytanlığın.

 

Biri şuur ve iradenin oluğu, biri ahmaklık ve beyinsizliğin,

 

Biri kalbin oluğu, biri nefsin.

 

Biri keyfiyetin oluğu, biri keyfin.

 

Biri doğruluğun oluğu, biri yanlışlığın.

 

Biri ahlâkın oluğu, biri çirkefin.

 

Biri şükrün oluğu, biri nankörlüğün.

 

Biri itaatin oluğu, biri isyânın.

 

Biri müjdelerin oluğu, biri azapların.

 

Biri zaferlerin oluğu, biri yenilgilerin.

 

Biri yüceliklerin oluğu, biri aşağılıkların.

 

Biri şan ve şeref oluğu, biri sahtekârlığın.

 

Biri kahramanların oluğu, biri haydutların.

 

Biri hakikatlerin oluğu, biri yalanların.

 

Biri mü’minlerin oluğu, biri kâfirlerin.

 

Kısacası;

 

Biri cennetlerin oluğu, biri cehennemlerin.

 

–Birinden nûr akıyor.

 

–Birinden kir akıyor.

 

Nur akan gönül ırmaklarının hepsi de son peygamber Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek hayatından yansıyan ve bütün beşeriyeti kucaklayarak onları iki dünyada da kurtaracak olan Muhammedî fazîletler deryâsından tüm nasiplilere rahmet taşıran akışlar.

 

O’nun;

 

En kirli gözleri ve özleri bile tertemiz ederek yıldızlara dönüştüren nur akışları o kadar müstesnâ, o kadar huzurlu ve o kadar sonsuz ki; görmeyen bilmez, gören tarif edemez.

 

Buna mukabil;

 

O’na sırt dönen ve zıddında yer alan gafillerin ise, en temiz gözleri ve özleri bile kapkara çamurdan beter edip de mânevî karanlıklarda boğarak cehennem kömürüne dönüştüren kir akışları da; o kadar kötü, o kadar hüsran, o kadar felâket ki; azâba düşmeden anlayamayanların vay hâline!

 

Dünya hayatı;

 

Fânî lezzet ve zevklerin harman yeri değil, illâ bu iki akış arasında imtihan. Nur ve kir / aydınlık ve zulüm arasında yaşanan bir imtihan. Ya zahmetten rahmete, ya rahmetten zahmete.

 

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

 

İnsanlar; 

 

«–Îmân ettik demekle,

 

•İmtihandan geçirilmeden

 

•Bırakılacaklarını mı sandılar?

 

Andolsun ki Biz, 

 

•Onlardan öncekileri de 

 

•İmtihandan geçirmişizdir. 

 

Elbette Allah; 

 

•Doğruları ortaya çıkaracak, 

 

•Yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

 

Hiç şüphe yok ki;

 

•Biz insana, 

 

•Yolu da / sırât-ı müstakîmi de gösterdik. 

 

(Artık)

 

•İster şükredici olsun,

 

İster nankör!” (el-İnsân, 3)

 

Nankör olanlar; 

 

Kıyâmet günü yaşayacakları acıklı âkıbetlerini göremezler de bu fânî dünyanın süsünü, zevkini ve safâsını ebedî zannederek kurusıkı konuşup dururlar:

 

–Bu dünyada biraz akıllı olacaksın, sadece kafana göre takılacaksın!

 

–Aklı kiraya vermek cinayet. Hür olmalı!

 

–Dinmiş, îmanmış, hepsi kölelik; en nefret edilecek şeyler!

 

Gaflet ve isyan papağanlığı yapan böyle ifadeler, nankörlerin en temel çalkantıları. Onlar, herkese kahır ve zulüm olsa da sadece kendilerine fayda düşünür ve ne olursa olsun;

 

–Bencil bir keyifle yaşamak isterler, ünlem!

 

–Kimseyi dinlemezler, nokta.

 

–Hem de hiç kimseyi, son nokta.

 

Son noktada parantezleri lâfta hiç yoktur, fakat tüm uygulamalarında şu istisnâ hep vardır:

 

–Şeytan hâriç!

 

Ne gaflet!

 

Hiçbir hakikî dostu dinlemeyip de hiç dost olmayacak ebedî bir düşmanı dinlemek. İflâh olmayanların düştüğü tuzak bu. 

 

Tüm zâlimlerin düştüğü tuzak bu. 

 

Dünyayı zulüm coğrafyasına çevirenlerin düştüğü tuzak bu. Gazze’de, Filistin’de insanlığı öldürmeye doymayanların düştüğü tuzak bu. Irak’ta, Suriye’de vahşetleri artıran vampir ruhların düştüğü tuzak bu. İkiyüzlü batı memleketlerindeki hâkim güçlülerin, mazlum doğu memleketlerindeki güçsüzler karşısında düştüğü tuzak bu. Îmansızların ehl-i îman karşısında düştüğü tuzak bu. Kötülerin kazanç gördükleri, fakat en sonunda kaybettikleri tuzak bu.

 

Bu ve her ahvâlde;

 

Sayısız imtihanları ve zorlu bir hayatı daima şükrederek göğüsleyen mü’min gönüllere ne mutlu! Evet, onlar da;

 

–Hiç kimseyi dinlemezler.

 

Sadece;

 

–Allah ve Hazret-i Peygamber hâriç!

 

Çünkü;

 

“Allah, îmân edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nûra çıkarır…” (el-Bakara, 257)

 

Kezâ Hazret-i Peygamber de;

 

“Îmân edip sâlih amel işleyenleri, karanlıklardan nûra çıkarmak için, size Allâh’ın apaçık âyetlerini okuyan bir peygamber…” (et-Talâk, 11)

 

Ne güzel bir selâmet!

 

Hiçbir düşmanı, şeytanı ve nefsi dinlemeyip de tâ ezelden tâ sonsuza yegâne dost ve biricik Mevlâ’yı dinlemek. 

 

O’nun bize iki cihanda şefaatçi kıldığı peygamberler sultanı Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dinlemek.

 

Asıl rahmet bu.

 

Bilâl gibi zayıf ve cılız kölelerin de elinden tutarak, onları cihana kurtuluşu haykıran hür sedâlar hâlinde, dünya ve âhiret sultanı eyleyen bir rahmet bu. En gaddarları bile en merhametli eyleyen bir rahmet bu. Vahşî denen en ümitsiz isimleri bile, merhametle yoğurup da onların başına da Hazret sıfatını ilâve ettiren bir rahmet bu.

 

Issız çölleri, cennet güzelliğine dönüştüren bir rahmet bu.

 

Nesil nesil toplumları îman ve Kur’ân ile mükemmelleştiren bir rahmet bu.

 

Kıtaları hidâyet nurlarıyla dolduran bir rahmet bu.

 

Her çağın bütün zulümlerine, cehâletlerine ve mânevî hastalıklarına şifâ ve derman olan bir rahmet bu.

 

Bugünkü ve yarınki, dünyadaki ve âhiretteki her türlü sıkıntılara çare, her türlü çıkmazlara kurtuluş, cümle feryatlara en gerçek imdat ve müjde olan bir rahmet bu!

 

Zaman geçtikçe yıllar ve asırlar geçse de devrânı hiç geçmeyecek olan bir rahmet bu. Daima gelen bir rahmet bu. Daima gelecek olan bir rahmet bu.                     

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn…