KUDÜS ÂH KUDÜS!

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Ekim ayının başlarında bir haberle uyandık. Gazze şehrinde abluka altında tutulan müslüman kardeşlerimiz; İslâm dünyasının unuttuğu bir hakikati hatırlatmak ve işgalci, zâlim, eli kanlı İsrail Devleti’yle normalleşme girişimlerini akîm kılmak için bir harekât başlatmıştı. O harekât bahane edilerek; insanlık iddiasında olan hiç kimsenin kayıtsız kalmaması gereken, acımasız bir katliâm başladı. 

 

Acımasız katliâm ifadesi, yaşananları anlatmakta ne kadar yeterli olur, bilmiyorum. Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden sivil insanların üzerine; yakıcı kimyevî bombaların atılması, binaları yerle bir değil, âdeta yok eden vakum bombalarının kullanılması, cesetlerin tanınmaz hâle gelmesi… Bombalamanın aralıksız sürmesi yüzünden, kurbanların enkazlardan kurtarılamaması… Elektriksiz, susuz ve malzemesiz hastahânelerde yaralıların da tedavisinin yeterince yapılamaması… Sonunda hastahânelerin de bombalanması… 

 

Burası Gazze şehri. Allah Zülcelâl’in; 

 

“Çevresini mübârek kıldığımız…” (el-İsrâ, 1) buyurduğu; Peygamberimiz’in, mîrac gecesi, daha evvel gönderilen peygamberlerle buluştuğu Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu, Kudüs şehrinin hemen yakınındaki bir şehir. Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’a; 

 

“Nalinlerini çıkar, çünkü mukaddes vâdidesin, Tuvâ’dasın sen!” (Tâhâ, 10-12) diye hitap edilen, mukaddes yerlerin civarında, geçmiş peygamberlerin sadece Allâh’a ibâdet edilmesi niyetiyle îmar ettiği mescidlerle dolu şehirlerimizden biri… 

 

İslâm medeniyeti döneminde, İmam Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- gibi birçok İslâm âliminin ve mutasavvıfın doğup yetiştiği, ilim yolculuğuna çıkan ilim tâliplerinin yahut hacca gitmek için yola çıkan hacı adaylarının, uğrak yeri şehirlerimizden biri… 

 

İşgalden önce her yeri; cami, medrese ve dergâhlarla dolu bir İslâm yurdu olan bu diyar; nice âlimlerin, âbidlerin, mücâhidlerin mukaddes hâtıralarıyla buram buram mâneviyat tütüyordu. 

 

Sanki bu şehirler; insanların gönül huzuru ile Allâh’a ibâdet etmeleri, ilim-irfan arayışlarında, gelip konaklamaları için inşâ edilmiş, açık hava vakıfları gibiydi. 

 

Mukaddes mekânlar; îman ve mâneviyat gibi mücerred varlıkların, maddeye temas edip âdeta müşahhas hâle geldiği noktalardır. Biz müslümanlar, Allâh’ın bizim için kıble olarak seçtiği Kâbe’ye yönelmeyi ve hac ziyaretinde bulunmayı nasıl ki Allâh’ın emrine itaatin bir ifadesi sayıyorsak; Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’yı da aynı şekilde ziyaret eder ve burada namaz kılarız. Çünkü bu mukaddes mekânlarda ibâdet etmenin feyzi ve sevâbı çok daha fazladır.

 

Aynı şekilde bu mekânlarda; günah işlemek, zulmetmek, savaş ve kavga çıkarmak da başka yerlere nazaran daha büyük günahtır. Hele böyle savaşlarda bile sergilenmesi yasak ve suç sayılan vahşetlerin, bu mekânlarda fütursuzca sergilenmesi, hiç şüphesiz bunu yapanların; kimliği, îtikādı, ahlâkı ve seciyesi hakkında ortaya dökülen apaçık bir delildir. 

 

Kudüs’ü tevhid dîni için fetheden Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-, Beytülmakdis’i inşâ eden Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-, Kudüs’e en yakın tepeye defnedilmeyi vasiyet eden Kelîmullah Musa -aleyhisselâm-; hep bu topraklarda hâtıraları hissedilen peygamberlerdir. Şimdi bu peygamberlerin neslinden geldiklerini iddia ederek, bu topraklarda yaşamayı kendilerine hak olarak görenler ne yapıyor? 

 

Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Yahya, Hazret-i İsa -aleyhimüsselâm- ve annesi Hazret-i Meryem Vâlidemiz gibi nice mübâreklere yaptıkları zulümler, cinayetler ve ihânetler gibi yine zulüm sergiliyorlar. Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ı kuyuya attıkları, peygamberleri ve babaları Hazret-i Yâkûb’a o kadar acı çektirdikleri gibi, şimdi de bu topraklarda zulüm ve işkence ile meşguller. 

 

İki milyondan fazla müslüman kardeşimiz; sırf kendilerine uygulanan zulme, tehcire karşı direndikleri için, üzerlerine vurulan terörist yaftasıyla ölüme terk edildiler. 

 

İslâm’ın izzetini korumak için canını fedâ etme sırasını bekleyen mücâhidler, sadece ve sadece Allâh’ın katındaki mükâfâta güvenerek, sabrediyorlar. Bunun başlarına geleceğini bilmiyorlar mıydı? Şüphesiz; daha önce yaşadıkları ihânetleri, vefâsızlıkları gayet iyi biliyorlardı. 

 

Bu kadınların ve çocukların tek suçu, sadece bu topraklarda doğmuş bir müslüman olmaktı. Müslümanlar; Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın henüz Kudüs fethedilmemişken, devrin süper gücü Doğu Roma’nın elinde bulunurken dahî; Mescid-i Aksâ’ya gidilip namaz kılınmasını, bunu yapamayanın ise oraya kandillerinde yakılmak üzere zeytinyağı göndermesini emretmesini (Ebû Dâvûd, Kitâbu’s-Salât, 14) Kudüs’ün bir İslâm şehri olduğu, Bizanslıların elinden kurtarılıp aslî kimliğine kavuşturulması gerektiğine işaret saymıştır. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son hastalığında bile; Hazret-i Üsâme -radıyallâhu anh- komutasında bir ordunun hazırlanmasıyla meşgul olarak, müslümanlara, Roma istîlâsı altında tutulan bu mukaddes diyarları İslâm için fethetmenin önemine işaret etmiştir. Ashâb-ı kiram da bu vasiyeti yerine getirerek, Allah Teâlâ’nın hakkında; «Arz-ı mukaddes» (el-Mâide, 21) ve «Allâh’ın bereket verdiği diyar» (el-Enbiyâ, 71) buyurduğu bu yerleri, İslâm’la buluşturma sorumluluğunu îfâ etmişlerdir. 

 

Hazret-i Ömer devrinde, Kudüs şehrinin civarı, askerî seferlerle fethedilmiş ve ardından mukaddes şehir, şânına yakışır bir hürmetle teslim alınarak aslî hüviyetine kavuşturulmuştur. Hazret-i Ömer’in emriyle; Roma istîlâsı sonrasında yıkılan Beyt-i Makdîs’in etrafı temizlenmiş, buraya Mescid-i Aksâ’nın ilk hâli inşâ edilmiştir. Hıristiyanların kiliselerine dokunulmamış, hiçbir mâbed yıkılmamıştır. Yahudilerin Süleyman mâbedi, çok evvel Babilliler ve sonra Romalılar tarafından tahrip edilmişti. Müslümanlar tahrip edilen yere; son hak dînin mensupları olarak, asıl maksadına uygun bir mescid inşâ etmişlerdir. 

 

Bölgede Hazret-i İbrahim, Hazret-i İshak, Hazret-i Yâkub, Hazret-i Dâvud, Hazret-i İsa -aleyhimüsselâm-’ın hâtırasına camiler inşâ edenler de müslüman idarecilerdir. Ayrıca şehir halkının çoğunluğu olan müslümanların ihtiyaçları için; medrese, tekke, sebiller ve benzeri vakıflar kurarak şehri îmar ve mâneviyâtını ihyâ etmişlerdir.

 

Bu sebeple, birçok tasavvuf büyüğü tarafından ziyaret edilmiş ve ibâdet, zikir ve itikâfa çekilmek için tercih edilen bir yer olmuştur. İlk devir sûfîlerinden Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî, Serî es-Sakatî, İbrahim Edhem -rahmetullâhi aleyhim ecmeîn- gibi nicelerinin Kudüs şehrini ziyaret ettiği bilinmektedir. 

 

İslâm tarihi boyunca Kudüs, mühim bir ilim ve mâneviyat merkezi olmuştur. Abdurrahman Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Leys bin Sa‘d ve Muhammed bin İdris eş-Şâfiî gibi mezhep imamları Kudüs’te ders okutmuş, talebe yetiştirmişlerdir. 

 

Kudüs şehrinin medrese ve dergâhlarında pek çok talebe yetişmiş olduğu için; ilim ve tasavvuf büyükleri arasında, el-Makdîsî veya el-Kudsî nisbetli olanlar vardır.

 

Kudüs şehrinin haçlılar tarafından işgal edilmesinden sonra, bu şehrin yeniden fethi için mücadele eden ve onu haçlı zulmünden kurtaranlar arasında da yine tasavvuf ehlinin önemli bir yeri vardır. 

 

Meşhur tarihçiler, Kudüs’ü haçlı işgalinden kurtaran Salahâddin Eyyûbî’nin ordusunda; âlimlerin, zühd ve tasavvuf ehli zâtların olduğunu, Mısır ve Şam’da ne kadar âlim varsa hepsinin fethe katıldığını yazmışlardır. Hattâ tarih kaynaklarında, hangi tasavvuf şeyhlerinin fethe katıldığı hakkında çok geniş, tafsilâtlı bilgilere yer verilmiştir. 

 

İbn-i Kesîr -rahimehullah-; el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eserinde, fethe katılan âlim ve meşâyıhtan bazılarının isimlerini zikreder. Bu sîmâlardan en meşhur olanları, Şeyh Abdulkādir Geylânî’nin oğullarından biri olan, Abdülaziz Geylânî -rahmetullâhi aleyh-’tir. 

 

Zaten tasavvuf ehli âlimler; medrese ve dergâhlarında hem akıllarını hem kalplerini eğitip, tam bir mücâhid âlim olarak yetiştirdikleri talebelerini, İslâm diyarlarına göndererek ümmetin uyanışında da büyük bir rol oynamışlardır. Kudüs’ü geri alan o şanlı ordunun neferleri işte bu Rabbânî âlimler tarafından yetiştirilmiştir.

 

Haçlılar tarafından tahrip edilip mezbele hâline getirilen şehri yeniden ihyâ eden Salâhaddin Eyyûbî, Lâtin patriğinin sarayını, Hankâh-ı Salâhiyye ismiyle dergâh hâline getirip, ikindi namazlarından sonra Kur’ân-ı Kerim okunup, akabinde zikir yapılması şartıyla burayı dervişlere vakfetmiştir. Kudüs şehrinin Osmanlı idaresine geçmesinden sonra, burada ve çevresinde dergâhların sayısı daha da artmıştır.

 

Tasavvuf tarihinin tanınmış sîmâlarından pek çoğunun yolu, bir şekilde Kudüs’e düşmüştür. Kimisi hac yolculuğu sırasında şehirde bir süre bulunmuş, kimisi kitabını burada te’lif etmiş, kimisi medreselerinde ders okutmuştur. Hattâ buraya gelip yerleşerek dergâhını açanlar da çoktur. 

 

Bunlardan biri, Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed Türkmânî’dir. 1320 yılında Şam’da doğan ve Kudüs’te ilim halkaları kurarak dersler veren Türkmânî, Kayremî zâviyesinin kurucusudur. Bu isim, Şemseddin Türkmânî’nin Kırım asıllı olmasından ileri gelmektedir.

 

Müslümanların İslâm’a açmasından sonra; mukaddes Kudüs şehri canlanmış, huzur bulmuş ve herkesin kendi dînini rahatça yaşadığı ortam sağlanmıştır.

 

Haçlıların işgali sırasında sergilenen vahşî katliâmlar ve terör devleti İsrail’in işgali boyunca yapılan sistematik zulümlerin hiçbiri müslümanlar tarafından yapılmamıştır. Aksine yahudi ve hıristiyanların ve bu dînin mezheplerinin kendi aralarındaki tefrikaları yüzünden devam edip giden huzursuzluk, ancak müslümanların himayesi altında bir derece dinmiş ve şehir huzura kavuşmuştur.

 

Osmanlı zamanında şehir, müslümanlar ile yahudi ve hıristiyanlar arasında bölünmüş değildi. Bu sebeple mescid ve dergâhlar şehrin her yerinde bulunmaktaydı. Günümüzde ise, pek çoğu evsizlerin sığınağı olmuştur. Bugün bu mukaddes topraklar, yeniden İslâm’ın himâyesi altındaki huzurlu günlerine kavuşmayı beklemektedir. 

 

Bugün Gazze’de yaşanan vahşet; Siyonist-Haçlı ittifakının İslâm’a karşı duydukları kinin ve nefretin açık ifadesidir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere AB ülkeleri, soykırıma destek vermekte âdeta yarışa girmiştir. 

 

Bu zâlimlerin desteğini arkasına alan işgalci İsrail, bütün dünyanın gözü önünde, Gazze’yi; karadan, denizden ve havadan kuşatarak, yok olmakla, tehcire boyun eğmek arasında tercihe zorluyor. Filistin’i haritadan silmek, plânlarının birinci merhalesi. Bunu başarınca sıra, İslâm coğrafyasında yeni yerlere göz dikmeye gelecek. 

 

Müslümanların âcilen birlik-beraberlik içinde çalışıp; askerî, teknolojik, ekonomik bütün alanlarda iş birliği yapması ve müdahale gücü olan bir güvenlik teşkilâtı (İslâm ordusu) oluşturması gerekiyor.

 

Bu toprakların savunulması sadece Filistinlilerin meselesi değildir. Orta Doğu krizi veya Arap-Yahudi milletlerinin kendi aralarındaki bir meseleleri de değildir. Bu mesele Allâh’ın şiârlarına hürmeti olan her müslümanın ortak meselesidir. 

 

Bu mukaddes şehir, bütün müslümanlara emânettir. Müslümanların bu dünyada; birlik beraberlik içinde hareket ederek, Allâh’ın haremi, peygamberlerin emâneti olan Mescid-i Aksâ’yı kudsiyetine yakışan günlerine geri döndürmeleri gerekmektedir.