Bir Gönül Tabîbi; MEVLÂNÂ (K.S.) HAZRETLERİ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Haber bültenlerinde muttalî olunan, memleket ve dünyada vukû bulan hâdiseler, insanlığın âdeta içtimâî cinnet emâreleri gösterdiğine işaret ediyor. Hele, Filistin’de 7 Ekim’de başlayan, batılı sömürgecilerin tam destekleri ile, hiçbir ahlâkî ve insânî hassâsiyet tanımadan pervasızca devam ettirilen katliâmı tasvir edebilmek mümkün değil. Belki de tarihte bir benzeri daha olmayan bu soykırım, «İslâm düşmanlığı»nda birleşmiş barbarların mensubu oldukları ve insanlığın ulaşabileceği son mertebe diye vehmettikleri nizamın en bariz alâmeti. 

 

Doğru yoldan sapanların dûçâr oldukları hüsranla alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allâh’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye, 23) buyurulur. 

 

Abdülkādir Geylânî Hazretleri, insanın nefsiyle olan münasebeti hakkında; 

 

“İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.” buyurur. 

 

Doğru yol bu iken; bunun tam tersini düstur edinen mevcut nizam için, ancak böyle bir âkıbetin mukadder olacağı şüphesizdir. Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu yolun vahâmetini şöyle işaret buyurur: 

 

“Allâh’a göre; gök kubbe altında ibâdet edilen sahte ilâhlar arasında, peşine düşülen hevâdan (nefsânî arzulardan) daha ağırı ve daha kötüsü yoktur.” (Heysemî, I, 188)

 

İnsanlığı bu bataklığa hangi yol getirmişse; selâmet de, bu sapaktan itibaren tekrar doğru istikameti tutturmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulur: 

 

“…Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) Bu cümleden olarak insanlığa takdim edilecek tercih; asırlarca takip edilip, insanlığı câhiliyyeden saâdet ve huzura çıkaran rahmet yoludur; İslâm’dır. Bu hakikat; 

 

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak…

diyen merhum Üstad Necip Fazıl heyecanıyla, dünyaya haykırılmalıdır. Dünyevî cereyanlarla kavrulmuş, çoraklaşmış gönüller; gönüllerinden gönüllere hitap eden gönül tabipleri tarafından tedaviye muhtaç. Anadolu’muz ve İslâm coğrafyası; tarihteki zor zamanları, Hak dostları olan bu mübârek zevâtın gönülleri dirilten irşadlarıyla atlatmışlardır. 

 

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Mevlânâ Hazretleri de; sadece İslâm âleminin değil, bütün dünyanın tanıdığı; hasta, cansız gönülleri tedavi eden bir gönül tabîbidir. 

 

“Mevlânâ Hazretleri; doğduğu Afganistan’ın Belh şehrinden ailesiyle ayrılıp Anadolu’ya gelirken, Nişâbur’da Feridüddîn Attâr Hazretleri, Mevlânâ’ya bir kitabını hediye ederek babası Sultânü’l-Ulemâ diye bilinen Bahâeddin Veled’e; 

 

“–Bu çocuğu aziz tut. Çok geçmeyecek, dünyadaki âşıkların gönlüne ateş salacak.” dedi. 

 

Uzun bir yolculuk sonunda Karaman’a yerleşen Mevlânâ Hazretleri, Sultan’ın daveti üzerine Konya’ya göçüp orada irşâda başladı. Tevâfuken karşılaştığı Tebrizli Şems’in himmetiyle, zâhirî ilimle varamayacağı «ledün âlemi»ne vâkıf oldu. Sonra, daha evvel tamamıyla zühdî bir ibâdet hayatı içinde sâkin bir müderris olan Hazret-i Mevlânâ, birdenbire içi içine sığmayarak samimî ve coşkun bir heyecan iklimine girdi. Hazret-i Mevlânâ; ömrünün son 10-15 yıllık devresinde, dînî bilgilerden siyasete, sağlıktan insan ilişkilerine ve hayata dair birçok konuya yer verdiği, Mesnevî’yi ortaya çıkardı. O söylüyor, Çelebi Hüsameddin yazıyordu. 26 bin beyite yaklaşan 6 ciltlik bu önemli eseri için; 

 

“–Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek, arayanlara doğru yolu gösterecek, onları yönetecek ve önderlik yapacaktır.” buyuran Hazret-i Mevlânâ, bütün eserlerinde Allâh’a ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sevgisini ilân etti…”1

 

İmam Şârânî HazretleriTabakāt adlı eserinin takdiminde;

 

“Velîler Allâh’ın mânevî ordularıdır. Nasıl ki, dünya orduları ülkeler fethederlerse, velîler de gönülleri fetheder.” buyurur. Nitekim, asıl adı Diyamandi olan son devrin gönül ehlinden Yaman Dede (1887-1962), saâdete kavuşmasını şöyle anlatıyor:

 

“Rüşdî ikinci sınıftayım. Farsça hocamızın tahtaya yazdırdığı birkaç beyit beni tutuşturmaya kâfî geldi. Mevlânâ ismi bana pek tatlı geldi. Beyitler beni pek derinden sarstı. O andan itibaren tatlı tatlı yanmaya başladım. Şiddetle yakan, fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler, iç âlemimi kaplamıştı. Bunu hiçbir kelime ile anlatamayacağım…”2

 

Mevlânâ Hazretleri’nin eserlerinden Mesnevî, doğrudan gönle nüfûz etmesi, rûhâniyeti beslemesi hasebiyle; Osmanlı zamanında, camilerde, Kur’ân-ı Kerim’den sonra en çok okunan üç kitaptan birisiydi. Bugün de yabancı ülkelerden birçok bağlısı olduğu; «Şeb-i Arûs» vesilesiyle, Konya’da her yıl Aralık ayında yapılan ihtifalde müşâhede ediliyor. Ancak bu Hak dostu mübârek zâtın tanıtılmasında; bazı çevrelerce folklorik ve hümanist yönlerin daha fazla öne çıkarılmasına çalışıldığı da bir vâkıadır. Hâlbuki, Mevlânâ Hazretleri kendisini; 

 

“Canım tenimde oldukça, Kur’ân-ı Kerîm’in kölesiyim. Ben Hakk’ın seçkin Peygamberi Muhammed Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Her kim bundan başka benden bir söz naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım.” diye tanıtmaktadır. 

 

Ulemâdan Molla Câmî Hazretleri

 

Mesnevî, köhne ve donmuş kalplere ferahlık verir. 

 

Mesnevî; âlimler için, Cenâb-ı Kibriyâ’nın hazinesinin anahtarı, câhiller içinse ejderhâdır. 

 

Mesnevî, esrâr-ı Kur’ân’ın tefsiridir. 

 

Mesnevî, dâruşşifâdır. Kin, kibir ve gafletimize devâdır…”3 buyurur.

 

Günümüz dünyasının câhiliyet karanlıklarında fıtrat ayarları bozulmuş marîz ruhlu insanının şifâsı Mesnevî’dedir. Mevlânâ Hazretleri, bu câhiliyye insan tipinin devâsı için şöyle buyuruyor:

 

“Bir kalbi ele al, onu ihyâ et ki; «hacc-ı ekber»dir. Kâbe’yi binlerce defa (gafilâne, câhilâne, edepten uzak olarak) tavaftan, bir kalbi ihyâ etmek daha iyidir. Çünkü Kâbe, Hazret-i Halîl’in binasıdır. Mü’min-i kâmilin kalbi ise, Allah Teâlâ’nın tecelligâh-ı ilâhiyyesidir.” 

 

Günümüzde, her gün biraz daha yaşanılamaz hâle gelen dünyamızda, bu vahim gidişâtın müsebbibi; «Ezel Bezmi»ndeki ahdine vefâ etmeyip, âhireti aklından çıkaran, nefsine râm olan insandır. Yûnus Emre Hazretleri’nin; 

 

Beyler azdı yolundan, bilmez yoksul hâlinden,

Çıktı rahmet gölünden, nefs gölüne dalmıştır.

diye dillendirdiği hüsran budur. Mesnevî’de, insan şöyle tahlil ediliyor: 

 

“Ey kardeş; sen fikirden ibaretsin, yani senin insanlığın ancak tefekkür iledir. Üst tarafı kemik ve sinirdir ki, onlar hayvanda da vardır. Eğer düşündüğün gül ise, sen bir gül bahçesisin. Yok diken düşünüyorsan, sen külhan kütüğüsün.” 

 

Dünyamız; gömüldüğü câhiliyye karanlığının izâlesi ve ilâhî emânetin kurtarılması için, «Asr-ı Saâdet» ilhâmıyla gerçekleşecek bir rûhî inkılâba muhtaç. İnsanın bu çerçevede inşâsı ve bu ulvî dâvânın güdülebilmesi için, Mevlânâ Hazretleri’nin hakikî veçhesiyle insanlığın istifadesine sunulması bir zarurettir.                           

____________________________ 

ihsanveislam.com

Mustafa ÖZDAMAR: Yaman Dede, Kırkkandil Yay., İst. 2008, s. 19. 

Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ: Mevlânâ ve Mesnevî, Şelâle Yay., İstanbul 1971, s. 58