Mesnevî’den Beyitler -32- NUR BİZE, ALLÂH’IM NUR!

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

“Ben nasıl idrâk edebilirim, önümü ve ardımı? Yârimin nûru benim önümde ve ardımda olmayınca?”

 

Bu beyitte; önden murad dünya, arkadan murad mânâ ve bâtın âlemidir. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın hem dünyaya hem mânâ âlemine ilâhî tecellîsi olmasa, bu iki yöne de aklımızı nasıl kullanabiliriz? 

 

İnsân-ı kâmil kâmilen ilâhî aşk ile kaplanmış olursa bu âleme yabancı kalır, halkı irşâd ile meşgul olamaz idi. 

 

Kâmilen dünya hayatının zevk ve lezzetleriyle müstağrak olursa, mânâ âleminden ilâhî hakikatleri anlatamaz idi. 

 

Allâh’ın yardımı ve lutfu ile aklını iki yöne de çevirdiği zaman, hem irşad hizmetini yapabilir hem de mânâ âleminde kanat çırpabilir. Eğer kesrette vahdeti, halkta Hakk’ı müşâhede etmek istiyorsak; fenâdan bekāya, mahvden sahve ulaşmak istiyorsak; Allâh’ın yardım ve inâyetine mutlak anlamda muhtacız.

 

Kul, zaman ve mekân ile mukayyed olduğu için; doğumu ve ölümü, öncesi ve sonrası vardır. Rabbimiz ise zaman ve mekânla sınırlı değildir. Evvel’dir, Âhir’dir. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Bize hidâyeti nasip eden O’dur. O’nun nûru olmasa biz küfür ve şirk karanlığında kalırdık. Dünya zevk ve lezzetiyle insanın kalbinde bir yüktür. Kalbi; dünyanın zevk ve lezzetlerinden, ancak riyâzet ve mücâhede ile temizleyebiliriz. Bu zor ve meşakkatli bir yolculuktur. Kulun kendi varlığından geçmesi, kalbini esfel-i sâfilîne çeken hevâ ve hevesinden arınarak; «Haydi gel! Bütün zevk, lezzet, makam, mevki, güç, para bende.» diyen dünyaya sırtını, ukbâya yüzünü dönmesi zordur. Kuluna âhiret saâdetini getiren, îmânı bahşeden ve kalbe bu nûru vererek kulunu muvaffak kılan ancak Allah Teâlâ’dır.

 

Sonu hayır ve saâdet olan âhiret âlemine kulunun yüzünü dönmesi için, kula gereken aşk kanadını ve ayak mesâbesinde olan aklı lutfeden Allah Teâlâ’dır. Kulun îman vecdi ile yürüyeceği bu yolda, adım atması gereklidir. Bunun için de bastığı yeri görmesi gerekir. Bu görüş, ancak Allâh’ın keremi ve ikrâmı ile olur. Bunun için de Allâh’ın sadece yolu göstermesi değil, neticeye ulaşabilmesi için de kuluna tevfîki gerekir. Eğer kuluna îman nûrunu lutfetmemiş ise kul dalâlettedir. 

 

Allah, kuluna basîret nûru lutfetmezse; ne önünü görebilir ne de işleyeceği fiilin âkıbetini düşünebilir. Hazret-i Meryem Vâlidemiz’e Hazret-i Cebrâil insan sûretinde göründüğü zaman Vâlidemiz;

 

“«–Şüphesiz ben senden Rahmân’a sığınırım! Eğer sende Allah korkusu varsa, çekil yanımdan!» dedi.” (Meryem, 18)

 

Hazret-i Meryem Vâlidemiz; Hazret-i Cebrâil -aleyhisselam-’ın melek ve Allah tarafından vazifeli olarak gönderildiğini bilmediği için, ilk söylediği söz;

 

“Eûzu! (Allâh’a sığınırım!)” oldu. 

 

Bu onun takvâ ve iffetini gösterir. Takvâ ve ihlâs sahibi muhlâs kullar da günahlar karşısında Allâh’a sığınır. Bu Allâh’ın lutfetmiş olduğu îman nûru ile olur. Kul; işleyeceği günahın âhiretine zarar vereceğini bilirse, günah karşısındaki tepkisi; «Eûzu!» olur, «Maâzallah!» olur. Bu, işlenecek mâsiyetten ve âhiret azâbından dolayı kulun çekinmesi ve Allah’tan korkmasıdır. Allah’tan korkusu ve çekinmesi olmayan insan, işleyeceği her fiili mubah görür. Amelinin başını ve getireceği sonucu düşünmez. Ne Allah’tan korkar ne de çekinir. Ne Allâh’ın sevgisini kaybetme gibi bir korkusu vardır ne de âhirette işleyeceği günahın hesabını verme endişesi. 

 

Yine Yûsuf -aleyhisselâm-

 

“Olacak bu ya, evinde bulunduğu kadın; onun nefsinden murâd almak istedi, kapıları iyice kilitledi ve; 

 

«–Haydi, gelsene!» dedi. 

 

Yûsuf hiç tereddüt etmeden; 

 

«–Böyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım.» dedi.” (Yûsuf, 23)

 

Yûsuf -aleyhisselâm-; evinde köle olarak bulunduğu, bakımını üstlenen bir efendisi olduğu hâlde, evin hanımı nefsinden murâd almak istediğinde; «Maâzallah! (Allâh’a sığınırım!)» demişti. Çünkü kulu hevâ, heves ve şehvetten koruyabilecek yegâne kudret, Allah Teâlâ’dır. Yûsuf -aleyhisselâm-’ın; bu samimî duâ ve ilticâsı ile Allâh’ın lutfu ve keremi yetişmiş, ilâhî yardım onu her türlü hayâsızlıktan korumuştur.

 

Mevlânâ Hazretleri buyurur ki: 

 

“Din nûrunu kendinde görmeyince emin olam. Çünkü gizlenmiş olan gazap ateşi bir gün parlar ve meydana çıkar.” (Mesnevî, 11144. beyit. Tâhiru’l-Mevlevî Şerhi ) 

 

Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ etmişlerdir:

 

“Allâh’ım! Kalbime büyük bir nur ver; gözüme bir nur, kulağıma bir nur ver; sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver; bana büyük bir nûr ihsân eyle!” (Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 181)

 

Sözlükte; «aydınlık, ışık» anlamına gelen nur kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde; «insanların önünü aydınlatıp, doğru ve gerçek olanı görmelerini; Hak ile bâtılı, hayır ile şerri ayırt etmelerini sağlayan mânevî ve ilâhî ışık» mânâsında kullanılmıştır.

 

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

 

“Allah; îmân edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. 

 

İnkâr edenlerin dostları ise şeytânî güçler olup, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. Onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.” (el-Bakara, 257)

 

Allah kullarını sever. Onların velîsi, dostudur. Kullarının işini üstüne alır; onları sever, korur, gözeticisi, yardımcısı olur. Şirkin ve küfrün karanlığından, nûru ile îmân aydınlığına çıkarır. Zulmette bırakmaz. Allâh’a dostluğun en büyük ikrâmı budur. Kâfirlerin dostları ise; Allâh’ı bırakıp peşinden gittikleri tâğûtlar yani putları, şeytanları, nefisleri, her türlü hevâ ve hevesleridir. Ebedî olarak karanlıkta kalacakları cehenneme peşlerinden sürüklenirler.

 

Yine âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (en-Nûr, 35) 

 

Yokluktan vücut bularak varlık dünyasına gelen bütün yaratılmış olanlar, bu âyet-i kerîmeyi terennüm ederler. Nûrun mutlak sahibi Hak Teâlâ’dır. 

 

Rabbimiz’in nûrumuzu, îmânımızı artırması duâ ve niyâzıyla yazımıza Necip Fazıl KISAKÜREK’in mısraları ile son verelim:

 

Büyük dîvan ve huzur,

Bekliyor mezarı Sûr.

Sonsuzluk, ölümsüzlük,

Bitmez, tükenmez düzlük,

Nur bize, Allâh’ım nur!