YÜRÜYENLER DURSUN, AYAKTA DURAN OTURSUN!

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

 

 

İnsanoğlu, ne kadar güçlü kuvvetli olduğunu sansa da aslında âciz bir varlık. Sahip olduğu imkân ve teknolojiyle uzaya yolculuk yapsa da, gözle görülemeyen bir canlı tarafından yer ile yeksan olabiliyor. Barınmak için betondan ve çelikten yaptığı binalar; bir deprem ânında kâğıt gibi yıkılıyor, şiddetli bir sel felâketinde suyun önünde çöp misali sürüklenebiliyor.

 

Bir sel felâketinde; gelen su, nasıl ki önüne kattığı her şeyi sürükleyip götürüyorsa, içtimâî hayatta da bu tür felâketler yaşanabiliyor. İçtimâî hayatın felâketleri de fitnelerdir. 

 

Fitnenin lügat mânâları; karışıklık, fesat, kargaşa, ara bozma, kışkırtmak, insanın aklını, gönlünü hak ve hakikatlerden uzaklaştırmak, onu ihtilâfa ve kavgaya yönlendirmek olsa da bir diğer mânâsı ise, altın ve gümüşü yabancı maddelerden temizlemek için ateşe sokmak olarak geçiyor. 

 

Allah Teâlâ; Kur’ân’da, mü’minleri fitne hususunda îkaz etmiş, fitne geldiği zaman zararının sadece zulmedenlere olmayacağını, tesirinin umumî olacağını haber vermiştir. (el-Enfâl, 25)

 

Kâinâtın Efendisi Rasûlullah -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-; İslâm ümmetini, gelecekte vukû bulacak fitneler hususunda îkaz etmiş ve karşılaşacakları fitnelere nasıl tavır almaları gerektiğini de tembih etmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususa o kadar ehemmiyet vermiş ve îkazlarda bulunmuştur ki, hadis kitaplarımızda «fiten» diye bir bâb oluşmuş ve ümmetin, gelecek bu tehlikelere karşı korunmasını sağlamıştır.

 

Bu husus ile alâkalı mühim haberlerinden birinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor: 

 

“Amel işlemede acele edin. (İbâdetlere sarılın.) Kıyâmet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplayacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mü’min olarak çıkan kimse, akşama kâfir olarak evine dönecek. Akşam mü’min olarak evine gelen, sabaha kâfir olarak çıkacak. Ancak Allâh’ın ilim ile kalbini ihyâ ettiği kimseler hariç. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan hayırlıdır. Yürüyen, koşandan daha iyidir.” (Müslim, Îmân, 186)

 

Ehli irfan; «Fitne sel gibidir.» demiş. Nasıl ki sel; önüne ne gelirse alıp götürüyorsa, fitne gelince de bir sel misali önüne kim gelirse gelsin alıp götürüyor, sadece sağlam ve kuvvetli köklere sahip olanlar müstesnâ.

 

Yaşadığımız çağ; bizden önceki ümmetlerin yaşadıkları çeşitli fitnelerin hepsinin toplanıp, âdeta yağmur misali üzerimize yağdığı bir dönem. Geçmişte işlendiği zaman bir kavmin helâkine sebep olan bir günah, bugün hem yerli hem de milletlerarası lobiler tarafından köpürtülüp, insanların gözlerine sokuluyor ve çeşitli şekillerde yeni nesillerin zihinlerine ve gönüllerine işleniyor. Çoğunluğu müslüman olan ve idarecilerin de müslüman olduğu bir dönemde; buna karşı ses çıkaranların az olması, bu fitnenin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor.

 

Fitne deyince, belki aklımıza daha somut şeyler geliyor. Lâkin âcizâne kanaatim; yaşadığımız dönemin en büyük fitnesi müslümanların iddialarından vazgeçip, hedeflerinden uzaklaşmaları ve başkaları gibi dünyevîleşmeleridir. İddiası olmayanın, hedefi olmayanın varacağı yer, popüler kültürün ve modanın savuracağı duraklar olacaktır. Nihayetinde de öyle olmuş ve artık gündem oluşturmak, hedef belirlemek, bu hedefler için gayret etmek yerine, süslü lâflar ile kalabalıkları coşturmak ve hamâset yapmak mârifet hâline gelmiştir. Vazgeçtiğimiz iddiaları tek tek sıralayacak olsak, herhâlde seri hâlinde birkaç yazı yazmak îcap ederdi. Lâkin, bu işin ana kaynağı olduğunu düşündüğüm; «Bir müslümanın evi nasıl olmalı ve hangi hususiyetlere sahip olmalı?» meselesini sorgulama arzusundayım. 

 

Bir cemiyetin temelinin ve tohumunun atıldığı yer, aile müessesesidir. Ailenin içinde barındığı yer ise; hânelerimiz, meskenlerimiz ve yuvalarımızdır. Bugün yaşadığımız fitnelerden; evlerimizin yeniden aslına uygun bir şekilde düzenlenmesi, güzelleştirilmesi ve vazifelerinin yeniden tarif edilmesi ile muhafaza olunacağı kanaatindeyim. 

 

Bugün, kullanılan tariflerden bile fark edileceği üzere; eskiden ev, mesken, hâne ve yuva diye tabir ettiğimiz yerler; daire, gayrimenkul ve rezidans olarak adlandırılır oldu. Elbette sadece isimler değil, vazifesi de değişti. 

 

Neyi kaybettiğimizi iyi idrâk etmek için, şöyle tarihî semtlere gidip, o eskiden kalan evleri incelemenizi tavsiye ederim. Kapısının önünde durup; daha içeriye girmeden, dış görünüşü ve mimarî güzelliği ile insanın gönlüne sürur ve sükûnet doldurduğunu müşâhede edersiniz. Hele, bazı bölgelerin gelenekten gelen mimarîsinde yer alan; evin giriş bölümünde yer alan hayatlık diye tabir edilen bir bölümü var ki, bugün böyle bir imkâna sahip olmak için insanlar neler vermezdi. 

 

Erkeğe ayrı, kadına ayrı kapı tokmağından tutun da her bir detayı ince bir düşüncenin, nezâhetin ve nezâketin en güzel örneklerinin sergilendiği, aile fertlerinin her birine ait hususî odaları ile mahremiyetin tam sağlandığı, sadece barınma değil, hayatın her ihtiyacı için düşünülmüş ve ona göre inşâ edilmiş, müslüman evi iddiamızı bırakıp, bugün almak için dünyaları saçtığımız kutucuklar, fitne değil de nedir? «Bir müslüman, bu kadarcık evlerde yaşamaya neden ve nasıl râzı olur? Bu binalar yapılırken neden itiraz etmez?» diye soruyor ve neticede dönüp, dolaşıp maddeye ve ranta bağlandığı için cevabını yine kendimiz veriyoruz. Dünyevîleşme fitnesi, hepimizi önüne katmış sürükleyip götürüyor.

 

Hâlbuki, bize tavsiye edilen ölçülerdeki bir evin; yani müslümanın evinin hem barınmaya hem ibâdete hem misafir ağırlamaya müsait olması, aile fertlerinin ihtiyacına cevap verecek genişlikte olması emrediliyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“Âdemoğlunun bahtiyarlığına sebep üç şeydir: 

 

•Sâliha bir hanım, 

 

•İyi bir binek ve 

 

•Geniş bir ev.” (Ahmed, 1/168) buyururken biz bu ölçüyü bırakıp 1+1 veya 2+1 küçücük evleri, hangi ölçüye göre yapıyor veya alıyoruz.

 

Bina yaparken gösterişe kaçmadan; ihtiyaç ve imkânları en güzel şekilde değerlendirip, ona göre yapmamız emrediliyor, yüksek bina yapmaktan sakındırılıyor ve komşu hakkına riâyet noktasında dikkatimiz çekiliyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“İnşâ edeceğin binayı komşunun binasından daha yüksek yapma. Böylece onun rüzgârına mâni olursun…” (Heysemi, Mecma‘u’z-Zevâid C. VIII, s. 165) buyururken, kaç tanemiz bina yaparken, komşusunun bu hakkına riâyet ediyor?

 

Ev yaptığımız veya aldığımız muhitin neyine bakıyoruz? Mânevî dokusu mu bizi cezbediyor yoksa dünyalık kıymeti mi ağır basıyor, hangisini tercih ediyoruz? Komşu seçiminde hassas davranıyor muyuz? Zira Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz’e göre; 

 

«Birbirlerinin sesini duyacak kadar yakın olanlar» komşu sayılırken Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Efendimiz; 

 

«Evin her cephesinden kırkar hâneyi» komşu saymaktadır. Bu ölçüye göre yan komşumuzu veya üst komşumuzu tanımıyor olmayı neyle îzah ediyoruz?

 

Evdeki mânevî havanın muhafazası için; evdeki tuvalet ve banyonun yönünden tutun, evde hayvan beslemeye, duvarda asılacak resme kadar belirlendiği ve sınırlarının çizildiği hâlde, bu emirlere ne kadar uyuyoruz? Böyle net ve bizim faydamıza olan ölçüler ile belirlenen müslüman ev iddiamızdan vazgeçip; modern (!) kentin lüks sokaklarında, yukarı bakarken boynumuzu ağrıtan, katlarını dahî sayamadığımız, betondan ve çelikten îmal edilmiş, kibir ve kasvet yüklü, hepsi birbirinin aynı olan kutucuklara, o kutulara sıkıştırılan insanlara bakınca, neyi, nerede ve nasıl kaybettiğimizi, ciddî mânâda sorgulamamız gerekiyor. 

 

Evinde rahat edemeyen, evinde mahremiyeti öğrenmeyen, evinde ailesi ile dertlerini paylaşıp çözemeyen, evini cennet bahçesi yapamayan, soluğu sokakta alıyor. Herkes sırtındaki yükü, kalbindeki kiri, çantasındaki çöpü ve eteğindeki taşı ile sokağa çıkınca, fitneler yağmur gibi yağmaya başlıyor. Altın ve gümüşün içindeki yabancı maddeler nasıl ki ateşte ayrılıyorsa, insanın kalitelisi de fitne zamanında ayrılıyor. Cevherin posasında değil, özünde olmaya gayret edelim. Allah Teâlâ; fitne sağanağından bir çise dahî almadan, tertemiz ve kuru olarak huzûruna varmayı nasip etsin.