Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -32- İHTİYAT MEZHEBİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

TELFİK MESELESİ

 

Müellifimiz mezhep mevzuunda mühim hatırlatmalarına devam ediyor. 

 

Kırk Yedinci Kaide:

 

“Bir mezhebin reddettiğini, başka bir mezhepten almak câiz olmaz.” 

 

Bir mezhebe tâbî olan bir kişi için; kendi mezhebinin reddettiği, kabul etmediği bir şeyi, bir başka mezhepten alıp uygulamak câiz olmaz.

 

“Her ne kadar (tâbî olduğu mezhepte) reddedilen o husus, (diğer mezhepte) mubah olsa da, mendup olsa da…” 

 

Söz gelimi Hanefî mezhebinden biri, Şafiî mensuplarına mendup olan veya mubah olan, fakat kendi mezhebinde câiz olmayan bir şeyi; «Ben o mezhepten alayım, uygulayayım.» diyemez, dememelidir. Buna câiz olmayan telfik denilmiştir.

 

Meselâ bizim mezhebimiz olan Hanefîlikte deniz ürünlerinde bir kısıtlama söz konusudur. Deniz ürünlerinde de diğer hayvanlarda olduğu gibi asıl olan haramlıktır. Helâl olduğuna dair bir delil varsa helâldir.

 

Binâenaleyh âyet-i kerîme;

 

“…(Peygamber) pis olan şeyleri ümmetine haram kılar…” (Bkz. el-A‘râf, 157) buyuruyor.

 

Bu âyetin nassı, asıldır. Hadîs-i şerif; denizden çıkan deniz mahsullerinin ölüsünün helâl olduğunu söyler. Fakat âyet «habâis / pis olan şeyler»in haram olduğunu söylediğine göre (bkz. el-A‘râf, 157) «habâis» bunun dışındadır.

 

Binâenaleyh habis / tiksindirici olarak görülen birtakım deniz mahsulleri Hanefî mezhebinde tahrimen mekruh / harama yakın mekruh olarak görülmüştür.

 

“−Bizde tahrîmen mekruh ama Şâfiîlerde câiz. Yiyelim mi?”

 

Yemeyelim…

 

“Ancak kendi mezhebinin imamlarından, bunun mubahlığına dair açık bir nass varsa, o zaman bununla amel edebilir.”

 

Çünkü bir insanın sadece kendi canı çekiyor diye, mezhebine muhalif davranması doğru olmaz. Niye? Bu bir alışkanlıktır. Birle başlar; ikiyle, üçle devam eder. Ondan sonra mezhepsizlik hastalığı her yere yayılır.

 

Bu mezhepsizlik hastalığı da -Allah muhafaza etsin- insanın bir zaman sonra dîne karşı saygısını kaybetmesine yol açar. 

 

Biz niçin Ebû Hanîfe’ye tâbî oluyoruz? 

 

Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh-, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- üzerinden bizi Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e götürdüğü için.

 

Eğer onun içtihadlarını bir bütün olarak kabul etmişsek, mücbir bir sebep olmadıkça o bütünün dışına çıkmamız doğru olmaz. Çıkarsak bize; 

 

“–Niye çıktın?” diye sorarlar. 

 

Bu sorunun cevabı eğer; 

 

“–Canım öyle istiyordu, benim böylesi daha çok işime geliyordu.” türünden bir cevap olursa o zaman şu âyet-i kerîmenin muhatabı oluruz:

 

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allâh’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (el-Câsiye, 23)

 

İnsanın en büyük hastalığı ne?

 

“−Canım böyle istiyor…” 

 

Hattâ canı çekiyor, intihar ediyor adam.

 

Nefsimizi terbiye etme adına; bir mezhebin müntesibi isen mücbir bir sebep olmadıkça, o gemiden inmeyeceksin.

 

“Ama (kendi tâbî olduğu) mezhepte inkâr edilmeyen, reddedilmeyen bir hususu bir başka mezhepten almak câizdir.”

 

Meselâ Hanefî mezhebinde biz başımızın dörtte birini mesh ediyoruz. Biri; «Mâlikî mezhebinde tamamı mesh ediliyor.» diyerek tamamını mesh etse ne olur? Aliyyü’l-a‘lâ olur. Çünkü bu Hanefî mezhebinde reddedilmiyor, sünnet görülüyor. Kaplama mesh, dörtte bir meshi de içine alıyor. 

 

Fakat Şâfiî mezhebinde, dörtte bir şartı olmadan saçının bir teline dokunsa başın meshi yeterli görülür. Bir Hanefî bunu uygulayamaz. Çünkü mezhebinde kabul edilmemektedir. 

 

“Özellikle de ihtiyatlı davranmak bunu gerektiriyorsa…”

 

Kaplama mesh, dörtte biri meshten daha ihtiyatlı. “Başınızı mesh edin!” emrinin yerine gelip gelmediği husûsunda temkinli olanı tercihtir. 

 

Hanefîlerin bir kadına dokunduklarında abdest tazelemeleri, Şâfiîlerin de vücutlarından kan çıktığında abdest tazelemeleri, ihtiyatlı davranarak başka mezhebi taklit etmeye örneklerdir.

 

“Veya bu başka mezhepten alınmış olan konu, o mezhepte bir ibâdetin işlenmesine vesile oluyorsa…”

 

Örnek olarak şu hadîs-i şerîfi okuyalım:

 

Rasûlullah Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- bir gün kabristana geldiler ve;

 

“−Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de sizin yanınıza geleceğiz. Kardeşlerimi görmeyi çok isterdim.” buyurdular.

 

Ashâb-ı kiram;

 

“–Biz sizin kardeşleriniz değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular.

 

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerim henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.

 

Bunun üzerine ashâb-ı kiram;

 

“–Ümmetinizden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onlara;

 

“–Bir adamın alnı ve ayakları beyaz olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordular.

 

Sahâbe-i kiram;

 

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” cevabını verdi.

 

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

 

“–İşte kardeşlerim de abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben, önceden gidip (Kevser) havuzumun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim…” (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)

 

Bu hadîs-i şerifte abdest âzâlarının mahşer yerinde parıldayacağı bildiriliyor. 

 

Hanefîlerin farz için kâfî gördüğü şekilde daima başının dörtte birini mesh edenlerin, başlarının dörtte biri ak olacaktır. Mâlikîlerin görüşüyle hep kaplama mesh yapanların ise başlarının tamamı parıldayacak… Artı bir ibâdet olarak, bir Hanefî bunu taklit edebilir. Zaten bir Hanefî bunu yaptığında, mezhebinin farz dediğiyle yetinmeyip sünnet dediğini de yerine getirmiş, yani mezhebinden de çıkmamış olur.

 

Müellifimiz de misaller veriyor:

 

“Meselâ; 

 

Küçük abdest, büyük abdest yaparken ay ile güneşe dönmekten sakınmak.”

 

Bu hususta muhaddislerin sahih kabul etmediği bir rivâyet var. Ancak kişi ihtiyaten buna uysa zarar etmez. 

 

“Abdestte boynu mesh etmek.”

 

Boyun mesh edilir mi edilmez mi? Bazı mezheplerde bu sünnet; bazılarında müstehap. Bizde müstehap diyen de var sünnet diyen de. Eğer mubah diyorsa bir mezhep; bir başka mezhep de buna müstehap diyorsa boynu mesh eder.

 

“Gurreyi / abdest âzâlarının parlaklığını uzatmak.”

 

Yukarıda bildirdiğimiz hadîs-i şerif ile amel ederek, abdestte dirseklerin ötesini de yıkamak. 

 

“Abdest âzâlarını mendille kurulamamak (havlu kullanmayı terk etmek).”

 

Şâfiîlerde abdest âzâlarındaki su rahmet olduğundan, hürmet sebebiyle bunların kurulanmaması gerektiği görüşü vardır. Şâfiî olmayan bir kişi; ihtiyat ve bu görüşü bir hürmet sayarak, kurulamayı terk etse, mezhebi dışına çıkması hata sayılmaz. 

 

“Tesbih namazı, hâcet namazı, tevbe namazı gibi namazlar…” 

 

Bazı mezhepler bu namazları sünnet, müstehap sayıyor, bazıları saymıyor. 

 

Bunlar; bazı mezheplerde olan, bazı mezheplerde olmayan şeylerdir. Binâenaleyh bunları yapmakta ya ihtiyat ya bir ibâdet düşüncesi olduğundan, mezhep dışına çıkıp bunları yapmak, kaidenin başında zikredilen, mezhepten ayrılmamak gerektiği îkazına dâhil değildir.

 

“İlk on beş gününü tutmayan bir kişi için, Şâbân’ın 15’inden sonra oruç tutmayı terk etmek.” 

 

Şâban ayında oruç tutulmasını tavsiye eden rivâyetler olduğu gibi; oruç tutmanın farz olduğu Ramazan ayına şevkle girmeyi zorlaştıracağı için Şâbân’ın on beşinden sonra orucun azaltılması veya terk edilmesi de tavsiye edilmiştir. Hattâ bazı Şâfiî eserlerinde; mûtat oruçlar dışında, Şâban ayının ikinci yarısında nâfile oruç tutmanın haram olduğu belirtilir. 

 

İhtiyatlı olmak adına kişi, Şâfiî olmasa da burada mahzurlu bir iş yapmamak için Şâban ayında oruç tutacaksa başından beri tutmaya gayret eder ki, böyle yapmak daha doğru olacaktır. 

 

“Gündüzün bir kısmında camiye girerken îtikâfa niyet etmek de böyledir. Çünkü en fazla mescidde kalışı îtikâf sayılmaz. Ancak yine de ibâdettir.” 

 

Müellifimizin mezhebi olan Mâlikîliğe göre îtikâfın en az süresi bir gündür. Ancak Hanefîlerde bir günden daha kısa bir süre için de niyet edilirse îtikâf sevâbı alınır. Kişi Mâlikî olduğu hâlde niyet etse ne olur? Bir şey kaybeder mi? Kaybetmez. En fazla, yaptığı îtikâf olmamış olur. Îtikâf olmasa da camide oturmak ibâdettir. Ama İmam Ebû Yûsuf’a göre, îtikâfa niyet edersen îtikâf sevâbı da vardır.

 

“Fecirden sonra nâfile oruca niyet etmek.”

 

Hanefîlerde ve Şâfiîlerde; kişi imsakten önce niyet etmemiş, fakat ilerleyen saatlerde de hiçbir şey yememiş, içmemiş, orucu bozacak bir şey yapmamış ise, nâfile oruca niyet edebilir. 

 

Mâlikîlerde niyetin imsakten / fecirden önce olması gerekiyor. Bir Mâlikî böyle yaparsa en fazla ne olur? 

 

“En fazla, aç kalışı Mâlikîlere göre oruç sayılmaz, fakat Şâfiîlere göre oruç sayılır. Hattâ Sûfiyyeden biri şöyle der:

 

«−Mütecerrid olanın, mezhebi böyle olmalı. Çünkü o Allâh’ın misafiridir. Açlığının boşa gitmemesi için hemen oruca niyet etmelidir.»”

 

Yani Allah’tan başka hiçbir şeyi hedeflemeyen ehl-i tasavvufun mezhebi böyle olmalı. Hiçbir fırsatı kaçırmamalı. Çünkü madem öyle de aç kalacak böyle de aç kalacak, en azından onu bir niyetle perçinlesin. 

 

“İmam Karâfî’nin (v. 684) Kavâid adlı eserinde ve Ebûbekir İbn-i Arabî’nin (v. 468) Sirâc adlı eserinde verâ (takvâ ve ihtiyat) bâbında bundan, bizim söylediğimizden daha büyük hakikatlere işaret vardır.

 

(Karaviyyîn Medresesinden) Hocamız (Muhammed bin Kāsım) el-Kavrî -rahmetullâhi aleyh- de (v. 872) amelini buna göre yapardı. İbn-i Abbâd da (v. 792) Resâil-i Suğrâ’sında müridlerine bunu tavsiye ederdi. Allah en iyi bilendir.”

 

Nedir bu tavsiye?

 

Senin mezhebinde reddedilmediği sürece dört mezhebe göre bir hayat sürmek. Fetvâ ile takvânın cem‘i…

 

Fetvâ ne? Niyet etmesen de âzâlara su ulaşınca abdestin abdest olur.

 

Takvâ ne? Niyetiyle, besmelesiyle güzel bir abdest al!..

 

Fetvâ, abdestin arasına fâsıla koysan da abdest geçerli olur.

 

Takvâ, Mâlikîlerde olduğu gibi abdesti fâsıla vermeden tamamla!..

 

Binâenaleyh imkân mertebesinde bir müslüman diğer mezheplerdeki ayrıntılara da dikkat etmeli. Meselâ bizim mezhebimizde cemaate uyan kişi, Fâtiha ve kısa sûreyi okumuyor. Okuması mekruh. Fakat büyüklerden biri, Hanefî mezhebinden ama Fâtiha ve kısa sûreyi de okumadan yapamıyor. Ne yapıyor? İmam oluyor her dâim.

 

Biz ne yapabiliriz?

 

Mâlikî mezhebinde içinden okumaya da kıraat deniyor. Demek ki biz de imam efendi okurken dudaklarımızı kımıldatmadan, içimizden tekrar edebiliriz. Mâlikî mezhebine göre okumuş oluruz.

 

Binâenaleyh elimizden geldiği kadar bu hassâsiyetlere dikkat etmemiz lâzım gelir. Cenâb-ı Allah bizi Efendimiz -aleyhisselâm-’a meccânen ümmet eyledi. Ebû Hanîfe Hazretleri gibi de büyük bir imamın tâbîsi eyledi. Öyle ki, İmam Şâfiî Hazretleri diyor ki:

 

“−Fıkıhta bütün insanlık Ebû Hanîfe’nin çocuğu hükmündedir.”

 

Bir söz vardır:

 

“Altının kıymetini sarraf bilir.”

 

Değerli insanın kıymetini de değerli biri bilir. Herhangi birinin değil, İmam Şâfiî Hazretleri’nin bu sözü söylemesi mühim. 

 

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız zaman zaman zikreder:

 

Fransız Komünist Parti sekreteriyken, müslüman olan Roger GARAUDY İstanbul’da verdiği bir konferansında öyle demiş:

 

“−Maalesef Ebû Hanîfe’nin kıymetini müslümanlara benim gibi bir adam anlatmak durumunda kalıyor. Geziyorum, diyar diyar Ebû Hanîfe’nin kıymetini anlatıyorum.”

 

Cenâb-ı Allah; bu büyük hocalarımızın, imamlarımızın ufkundan bize nasipler bahşetsin. Onların bakış açıları ve nurları, bize yansısın ki, biz de bizden sonrakilere aktaralım. 

 

Âmîn…