HAK MUKADDESTİR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Mısır Fatihi, Amr bin el-Âs Hazretleri vali olarak Mısır’da vazife yapıyordu… 

 

Bir gün oğlu ile Mısır halkından birinin oğlu, yani bir Kıptî’nin çocuğu bir koşu yarışı yapıyorlar. Kıptî’nin çocuğu, valinin çocuğunu geçiyor. Ancak valinin çocuğu bunu hazmedemiyor ve Kıptî çocuğa bir tokat patlatıyor. Üzerine;

 

“−Ben soylu bir gencim, sen bir Kıptî olarak beni nasıl geçersin?!.” diye de onu paylıyor.

 

Çocukcağız durumu babasına anlatıyor. Artık o tokadın etkisi mi yoksa tokatla beraber söylenen cümlenin ağırlığı mı bilinmez çocuğun babası diyor ki:

 

“−Merak etme evlâdım. Müslümanların halîfesi diye birinden bahsediyorlar. Adâleti ile nam salmış biri. Ben gideyim ona bu meseleyi anlatayım.”

 

Alt tarafı bir tokat. Çocuklar aralarında yaşanan bir kavga. Adam öyle demiyor:

 

“−Hak mukaddestir. Hak aramak da mukaddestir.” diyor ve yollara düşüyor.

 

Kıssa bitmedi fakat bu noktada da bir hissesi var. Hak çiğnendiği zaman; bir pişmanlık, bir özür yoksa sîneye çekmemek lâzım. Sîneye çeke çeke insanların kötü alışkanlıkları, onların yanlarına kâr kalıyor. Onlara yerleşen kötü bir ahlâk hâline geliveriyor.

 

Bu baba Kahire’den kalkıyor ve günlerce belki de aylarca yürüyerek Medîne-i Münevvere’ye geliyor. Halîfenin huzûruna çıkıyor, hâdiseyi anlatıyor. Halîfe Hazret-i Ömer Efendimiz; valiyi, oğlunu ve tokat yiyen çocuğu Medine’ye çağırıyor. 

 

Alt tarafı bir tokattı değil mi? Ama kul hakkı var.

 

Tarafları düşünelim:

 

Halîfe Hazret-i Ömer Efendimiz ve kumandanlarından biri Amr bin el-Âs Hazretleri. Bir sahâbî… Diğer tarafta da müslüman olmayan bir Kıptî var. 

 

Hazret-i Ömer hâdiseyi iki taraftan da dinledikten, anladıktan sonra Kıptî çocuğa diyor ki:

 

“−Sana vurduğu gibi sen de vur bakayım!”

 

Ve ondan sonra da şu altın harflerle yazılacak cümleyi söylüyor:

 

“−Annelerin hür doğurduğu kimseleri, ne zamandan beri köle görür oldunuz?!.”

 

Tokat kadar ardından söylenen sözün de bir tamiri var. 

 

Bu hâdisede, Hazret-i Ömer; sadece hakkı yenen Kıptî çocuğa arka çıkmıyor, belki daha da ehemmiyetlisi, müslüman çocuğun âhiretini kurtarma hamlesi yapıyor. Eğer göz yumulsa; bugün tokat atma hakkını kendinde gören kişi, yarın daha fazlasını yapmaya kalkabilir. Bu da kişinin âhiretini perişan eder. 

 

Efendimiz buyurur:

 

“−Din kardeşin zâlim de mazlum da olsa ona yardım et!”

 

Bir adam;

 

“−Yâ Rasûlâllah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi. 

 

Peygamberimiz;

 

“−Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim, 4; İkrâh, 6; ayr. bkz. Tirmizî, Fiten, 68)

 

Bu hadîs-i şerifle amel etmeliyiz:

 

Bir yakınımız hırslanmıştır. Yanlış bir şey yapmayı kafaya koymuştur. Onu nasihat ederek, vazgeçirmeliyiz. 

 

Maalesef bugün bunu yapmak yerine şirin görünmeyi tercih ediyoruz. Dünyevî, basit menfaatleri önceliyoruz ve; «Aman kimse darılmasın, aman kimse gücenmesin.» diye hak ihlâllerine göz yumduğumuz oluyor.

 

Biz göz yumarız ama gecelerin ve gündüzlerin Rabbi olan Allah, göz yummaz! Âşikâr ve gizli her şeye tanık olan Allah, hiçbirine göz yummaz!

 

Onun için Efendimiz -aleyhisselâm- buyuruyor ki:

 

“−Hattâ boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 2)

 

Yani bu helâllik meselesi sadece insanlar arasında değil; bütün canlılar, bütün yaratıklar arasında olacak.

 

Kanunî Sultan Süleyman Hazretleri; «Karaların ve Denizlerin Sultanı» lâkabıyla anılıyor. Ama o kadar hassas bir insan ki sarayın bahçesindeki ağacı karıncalar istîlâ etmiş. Ağaç kurumak üzere ama ilâç döküp; «O karıncaları öldürmek câiz midir, değil midir? Bir kul hakkı doğurur mu?» endişesi var.

 

Onun için Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye bir beyit yazıyor:

 

Dırahta ger ziyân etse karınca,

Günâhı var mıdır ânı kırınca?

 

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi de aynı vezinle cevap veriyor:

 

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca,

Süleyman’dan hakkın alır karınca.

 

Yarın Âlemlerin Rabbinin huzûruna çıktığımızda, o dîvanda, mahkemede dâvâlar görüldüğünde; bir tarafta karınca, diğer tarafta Sultan Süleyman durduğunda, o gün Sultan Süleyman’ın iktidarı yok… O gün, karınca hakkını alır.

 

Karınca ile nasıl helâlleşeceksiniz?

 

Onun için bizim Anadolu’da iki hakka çok riâyet ederler:

 

Dilsiz hayvan hakkına.

 

Gayr-i müslimin hakkına.

 

Niye? Çünkü bunlarla helâlleşme imkânı yok gibi bir şey. 

 

Onun için; «Aman ha! Müslüman olmayan birinin hakkını alırsın. Aman ha! Bir hayvana haksızlık edersin, zulmedersin. Onun hakkıyla âhirette Allâh’ın huzûruna çıkarsın. O gün perişan olduğun gündür!»

 

Onun için eğer bir hak yeme söz konusu ise; annenin, babanın hakkını ye! Hiç olmazsa sevapların yabancılara gitmesin. Hiç olmazsa bin bir kat yabancının günahını üstlenmezsin. Alırsan da yine annenin, babanın günahını alırsın. Onlara bir iyilik yapmış olursun.

 

Kul haklarıyla alâkalı bu girizgâhtan sonra alâkalı suallere kısa kısa cevap verelim:

 

Hakkı sahibine iade etmek istiyoruz. Fakat kişi ölmüş, vârisleri de yok. Ulaşmaya imkân yok. Bu hakkı nereye ödeyeceğiz? 

 

-Hakkı sahibine iade edemiyorsak, topluma dönen; cami, mektep, hastahâne gibi faaliyetlere sarf edebiliriz. Bundan sonra da bol bol istiğfar ederek ve tasaddukta bulunarak, âhiretteki duruşmaya hazırlanmamız gerekir. 

 

Mesai saatinde namaz kılmak kul hakkı oluşturur mu? 

 

-Bizi yaratan, sıhhat ve selâmetle donatan Rabbimiz’e karşı kulluğumuz bizim ana mesaimizdir. Diğer işler, Cenâb-ı Hakk’ın bize farz kıldığı vazifelerin önüne geçemez. Geçmemelidir. Yani; «Burada çalışacaksan, öğle namazını kılamazsın!» denilen bir yerde çalışmamalıdır. Biliyoruz ki, bütün iş sözleşmelerinde; öğle arası, çay saati gibi molalar var, namaz vazifeleri bu molalarla edâ edilmelidir. Eğer mesaiye taştığı düşünülüyorsa, akşam biraz geç çıkılarak telâfî cihetine gidilir. 

 

Allah dilerse kul haklarını siler mi? 

 

-Allah her şeye kādirdir. Eğer dilerse kul hakkına girilen kişiyi râzı eder. O da hakkını helâl eder. Bununla alâkalı hadîs-i şerifler vardır. Cenâb-ı Hak, âdeta araya girerek; «Kardeşini affedersen, sana şunu bağışlarım…» buyuruyor. 

 

Ancak bu ihtimale güvenerek, helâlleşmekten kaçınmak; «Nasıl olsa, Allah affettirir, karşı tarafı râzı eder…» diye düşünmek asla doğru olmaz. 

 

Şehîdin dahî, bütün günahları affedilirken, borçları ve kul haklarının istisnâ tutulduğunu unutmayalım. 

 

•Kul haklarının içinde Allah hakkı da var mıdır?

 

Haklar dörde ayrılır:

 

Mahzâ Allah hakları,

 

Mahzâ kul hakları,

 

Allah hakkının baskın olduğu kul hakları,

 

Kul hakkının baskın olduğu Allah hakları… 

 

Bu ayrım, birçok hak bir araya geldiğinde hangi sıranın gözetileceği, ödemenin kifâyetsiz olduğu durumlarda hangisinin öne alınacağı gibi meselelerde devreye girmektedir.

 

Diğer taraftan;

 

Cenâb-ı Hakk’ın bir tâlimatının olduğu her durumda Allah hakkının da bulunduğunu unutmamalıyız. 

 

Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı gıybeti ele alalım. Bu günah işlendiğinde, hem gıybeti edilen kişiye karşı kul hakkı işlenmiş olmaktadır. Hem de Allâh’a karşı, O’nun bir yasağı çiğnenmiş olmaktadır. Yani iki ayrı hesapla karşı karşıya kalınacaktır. 

 

Mevlâ Teâlâ; girdiği kul hakları sebebiyle mahşer yerinde iflâs eden kullarının durumuna düşmekten cümlemizi muhafaza buyursun. 

 

Hakkı gözeten, hakkı üstün tutan kulları zümresine bizleri ilhâk eylesin. 

 

Âmîn…