O’NA DÖNECEĞİZ…

Sami GÖKSÜN

 

Yaşadığımız şu dünyada, pek çok sıkıntı ve felâketlerle karşı karşıya geldiğimiz zamanlar olmaktadır. Bazen de aklımıza, hayalimize gelmeyen musîbetlere dûçâr oluyoruz. Bir anda binlerce, yüz binlerce insanın ve diğer mahlûkātın mahvoluşuna, perişan oluşuna şâhitlik ettiğimiz oluyor.

 

6 Şubat 2023 tarihinde ülkemizde, Kahramanmaraş merkezli meydana gelen, on bir ilimizi derinden etkileyen büyün bir âfet ile baş başa kaldık. Pek çok aile ocağının söndüğü, binlerce insanın can verdiği ve hesabının çok zor yapılacağı servet ve malların yok oluşu karşısında duâ etmekten ve yardım etmekten başka bir şey gelmedi elimizden.

 

Geçtiğimiz aylarda Fas’ta bir deprem, Libya’da büyük bir sel yaşandı. Binlerce kardeşimiz öldü, kayboldu, evsiz, yurtsuz kaldı. 

 

Bütün bu olanlardan; fert olarak, cemiyet olarak, kendi vatanımızda, diğer memleketlerde meydana gelen âfet ve felâketlerden acaba ne gibi dersler çıkarabildik, ibretler alabildik?

 

Felâketler çeşit çeşittir. Zelzele, sel, yangın, kıtlık, yıldırım düşmesi, salgın hastalık, savaş… 

 

Felâketler karşısında; «Nasıl bir davranış içinde olmamız gerekir?»in farkına varmamız lâzımdır. Onun için de Cenâb-ı Hak, bu hususta bizleri uyararak şöyle buyuruyor:

 

“Allâh’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allâh’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (et-Teğâbün, 11)

 

Yüce Rabbimiz’in bu âyet-i kerîmesinden anlıyoruz ki; felâketin çeşidi ne olursa olsun, bunların hiçbir çeşidi Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi ve iradesi dışında değildir. Öyle ise inanan insanlara düşen vazife; 

 

«Ne gelirse Hak’tandır.» 

 

«Mevlâ’nın lutfu da hoş, kahrı da hoş.» deyip Cenâb-ı Hakk’a şükrederek; 

 

«Sen’den yâ Rabbî!» diyerek boyun bükmektir. 

 

Nitekim başka bir âyet-i celîlesinde de yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır:

 

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musîbet gelince; 

 

«–Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.» derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.”
(el-Bakara, 155-157)

 

Yukarıda zikredilen bu âyet-i kerîmeler; bir âfet ve sıkıntıyla, musîbetle karşılaştığımızda nasıl hareket edeceğimizi bizlere gayet güzel îzah etmektedir. İnanan insanların kendi kendilerini tesellî ettiklerinde, onların ulaşacakları mânevî mertebeyi göstermektedir. İnanan kimselerin felâket ve musîbetler karşısında; 

 

«Biz Allâh’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.» diyerek Allâh’a nasıl bağlandıklarını anlatıyor. Gerçek tesellî ve huzurun Allâh’a kuvvetli bir îmanla bağlanma sayesinde olacağına işaret ediyor.

 

Şu anlatacağım hâdise, bu mevzuun daha müşahhas hâle gelmesi için bir ibrettir. Şöyle ki;

 

Bir uçak kazasında vefat eden iki kişi, mezarlıkta kabre defnedilir. Bunların birisinin ihtiyar annesi, oğlunun mezarı başına gelerek şöyle söyler:

 

“−Sevgili oğlum, kıymetli oğlum! Sen uçakla düştün, rahmet-i Rahmân’a kavuştun. Umarım ki şehid olmuşsundur. Ben de bir şehid anası olduğuma seviniyorum. Fakat senin yokluğuna ve hasretine de dayanmak güçtür. Ama ne yapayım, emânetin sahibi olan Allah -celle celâlühû- emânetini huzûruna aldı. Yavrum seni Allâh’a ısmarlıyorum. Âhirette, Rabbimin cennetinde buluşuruz inşâallah.”

 

Diğer kazâzedenin annesi de mezarın üzerine kapanarak şöyle feryat eder:

 

“−Bırakın beni, bırakın! Ben de ölmek istiyorum. Bu dünyada artık kalmak istemiyorum. Onu koyduğunuz kabirden çıkarın, oraya beni koyun. Yaşaması gereken odur, ben değilim. Allâh’ım! Benim bir taneciğimi mi buldun? Alacak başkasını bulamadın mı?” 

 

Acılı da olsa bir isyan kokusu olan ifadeler vardır, annenin ağıtında.

 

Yukarıda anlattığım hâdisede her iki anne de müslümandır. Birisinin ifade ve davranışları kalbindeki îmânını kuvvetlendiriyor; diğerininki ise -Allah korusun- îmânını tehlikeye düşürüyor.

 

Hulâsa;

 

İnsan olarak yaşadığımız şu dünyada -Allah muhafaza eylesin- çeşitli felâketler, musîbetler ve âfetlerle karşılaşmamız mümkündür. Her ne sûrette olursa olsun, böyle bir durumdan ibretler ve dersler çıkararak istikbâlimize yön vermeliyiz. Böyle bir durumda isyan etmemeliyiz. Cenâb-ı Hakk’a daima şöyle niyâz etmeliyiz:

 

“−Allâh’ım! Beni müslüman olarak yarattın. Beni birçok nimetlere gark ettin. Şimdi böyle bir musîbetle karşılaşmam da yine Sen’in bilgin ve iradenle olmuştur. Sen’in bana nasip ettiğin nimetler, şimdi elimden aldığın nimetlerden çok daha fazladır. Veren de Sen’sin, alan da Sen. Ben de nihayet bir gün gelecek; «Gel!» demenle beraber Sen’in huzûruna çıkacağım. Bu musîbet ve belâ bana bir ders oldu. Ömür verdiğin müddetçe yine çalışır, çabalarım. Tekrar nasîb edersin Allâh’ım!” şeklinde duâlarla Cenâb-ı Allâh’a teslîmiyet duygusu içinde olmalıyız.

 

Her şeyin Cenâb-ı Hak’tan geldiğine olan îmânımızı daha da kuvvetlendirerek teslîmiyetimizi artırmalıyız. Bu konuda hiçbir zaman zaafa düşmemeliyiz. Musîbetler karşısında metânetimizi ve îmânımızı korumasını bilmeliyiz. Aynı zamanda musîbetler, günahlarımız için de bir keffârettir.

 

Dünya fânîdir. Bir âfet veya felâkete uğramasa da, sonunda her insan bu cihandan ayrılacak. Bu açıdan baktığımızda, âfetlerin günahlara keffâret olma tarafını bir rahmet olarak değerlendirebiliriz. 

 

Asıl büyük âfet ise, ebedî hayatın mahvolmasıdır. 

 

Rabbim, bütün müslümanları musîbetlerden ve felâketlerden muhafaza buyursun. Maddî musîbetlerden daha büyük bir belâ olan isyan felâketinden de dillerimizi ve gönüllerimizi mahfuz ve masûn eylesin!

 

Âmîn…