Nizâm-ı Âlem İçin; CİHAN DEVLETİ OLMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

“İnsanın dünyaya nereden ve niçin geldiği; nereye gittiği…” soruları, başından beri insan zihnini meşgul etmiştir. Bu münasebetle cemiyetin tefekkür eden insanları olan filozoflar ve ilim adamları da, bu soruların cevaplarını araştırmışlar ve ortaya konulan görüşleri müzâkere edegelmişlerdir. Zihin açıcı mahiyetteki gerçeği arayan insanların ufkunu aydınlatan bu sorulara, bugün sadece İslâmiyet cevap vermektedir. Bu cümleden olarak; ihtidâ eden birçok bahtiyar, insanların bu soruları sordukları müddetçe, İslâmiyet’e koşacaklarını ifade ediyorlar. 

 

Allah Teâlâ; kâinâtı, «en güzel kıvamda» ve «eşref-i mahlûkat» olarak yarattığı insana müsahhar kılarak, ona; «yeryüzünde halîfelik» (el-Bakara, 30; el-En‘âm, 165; el-A‘râf, 69…) gibi fevkalâde ulvî ve mes’ûliyetli bir vazifeyi tevdî buyurmuştur. Bu ağır vazifenin üstesinden gelebilmek için, ferdin ve devletin üzerine düşen mükellefiyetler vardır. Şüphesiz her iki taraf da mes’ûliyetlerinin gereğini yerine getirdikleri takdirde maksat hâsıl olabilir. Bu cümleden olarak, tarih ibretâmiz kayıtlarla doludur. Üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeyenler, şüphesiz, «Ezel Bezmi»ndeki ahidlerine (el-A‘raf, 172) vefâ göstermeyip kendilerine ikram edilen sonsuz lütuflara nankörlük etmek gibi, hesabı verilemeyecek ağır bir vebâli yükleneceklerdir.

 

Herkes için, her bakımdan «en güzel örnek» (el-Ahzâb, 21) olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ulvî dâvâya olan îman ve bağlılığını, müşriklerin kendisini korumaktan vazgeçmesi için baskı yaptıkları amcası Ebû Tâlib’e şöyle ifade buyurmuştu: 

 

“–Amca! Vallâhi; Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihana yayar, vazifem tamam olur yahut da bu yolda ölür giderim.”1 Nitekim böylesine muhteşem bir azim ve ihlâsın bereketi ile câhiliyye cemiyetinin insanları; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tâlim ve terbiyesi ile kemâlât kazanarak «gökteki yıldızlar» mesâbesine ulaşmışlar, tarihin bir emsâlini daha kaydetmediği «Asr-ı Saâdet» cemiyetini teşkil etmişlerdir. Bundan sonrası artık, Allah Teâlâ’nın rızâsı için, bu rahmet iklimini bütün dünyaya yaymak gibi fevkalâde hâlis bir niyetle seferber olma merhalesidir.

 

Bu seferberlikte gözetilen ve takip edilen husus; gerek müdafaa gerekse taarruz muharebelerinde, Medîne-i Münevvere’de parlayan nûrun hâle hâle dünyaya yayılması ameliyesidir. Bu cihad rûhunu;

 

Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-’ın kumandasındaki 3000 kişilik İslâm ordusu, Mûte muharebesinde Busra emîri Şurahbil’in Bizans’ın desteğiyle topladığı 100 bin (bir rivâyete göre 200 bin) kişilik ordusu ile karşılaşınca, vâkî olan tereddüdü gidermek için) şöyle ifade etmiştir:

 

«–Şu an çekindiğiniz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şey değil midir? Biz düşmanla sayı çokluğu ve kuvvet üstünlüğü ile mi savaşıyoruz? Hayır! Biz Allâh’ın ihsan buyurduğu bu dînin kuvvetiyle harp ediyoruz. Ne duruyoruz; bizi bekleyen iki güzel neticedir: Ya şehidlik ya da gazilikle birlikte zafer!»”2

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kendilerini İslâm’a davet eden mektuplar yazarak, elçilerle, hükümdar ve vâlilere göndermişti. Şurahbil’e gönderilen İslâm elçisinin şehid edilmesi üzerine, Medine İslâm devletinin itibarını korumaya mâtuf bu muharebe; Şurahbil ordusunun, Hazret-i Hâlid’in fevkalâde firâset, basîret ve dirayetli davranmasıyla bozulma emâreleri göstererek geri çekilmesi üzerine sona erer. 

 

Beyan edilen cihad rûhu, bu dâvâyı yürütmeye tâlip olan bütün mücâhidlerin şiârı olmuştur. Nitekim, Seyfullah unvânıyla vasfedilen Hazret-i Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın ifadesi de muhteşemdir. Kendisine cizye vererek itaat etmeleri veya müslüman olmaları teklif edilen Bizanslı komutan, Hazret-i Hâlid bin Velid’e savaş öncesi şöyle der:

 

“–Ey Hâlid! Sen akıllı bir komutansın. Bizim ordumuz karşısında nasıl duracaksınız? Bizim sayımız, maddî gücümüz sizden çok fazla, bu ordunun karşısına nasıl çıkıyorsunuz?” 

 

Hâlid Bin Velid Hazretleri bütün komutanlara örnek olacak şu tarihî konuşmayı yapıyor ve tarihe altın harflerle yazılacak şu cevabı veriyor: 

 

“–Evet komutan; doğru. Siz bizden sayıca çok fazlasınız. Siz bizden maddî olarak da çok üstünsünüz. Ancak bizimle sizin aranızda (niceliği ve maddî imkânları yok edecek) bir fark var. Siz buraya yaşamak için geldiniz, biz ise buraya ölmek için geldik. Sizin dünyayı ve yaşamayı sevdiğiniz kadar, biz ölümü ve âhireti seviyoruz.3

 

Allah Teâlâ ve Rasûlü’nün aşkıyla beslenen bu muhteşem cihad rûhu; sonraki nesillerin şiârı olmuş, zaferden zafere koşarak, fetih sancaklarını ufuklar ötesinde dalgalandırmışlardır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, 120 bin küsur sahâbe-i kiram hazerâtının pek azı Medîne-i Münevvere ve Mekke-i
Mükerreme’de kalmış olup, diğerleri Allah Teâlâ’nın rızâsına ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müjdesine nâil olabilmek için; fetih aşkıyla, tebliğ için dört bir tarafa dağılmışlardır. Bu bahtiyarlardan birisi de 
Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- Hazretleri’dir. Çin’e giden ilk sahâbî… 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmişti. Hâlbuki o zamanın şartlarında Çin, Medîne-i Münevvere’ye bir senelik mesafede idi. Bu sahâbî, oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düştü. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vâsıl oldu. Fakat ne yazık ki; Hazret-i Peygamber vefât etmiş olduğu için, O’nu dünya gözüyle bir daha göremedi. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allah Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kutsiyetinin idrâki içinde tekrar Çin’e döndü ve bu hizmetteyken rûhunu teslim etti…”4 

 

Bu mukaddes dâvâ için; Allah ve Rasûlü yolunda fedâ olmak gayesiyle 80 küsur yaşında, İstanbul’un muhasarası için giden orduya katılıp muharebede şehid düşen Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri de, aynı rûhun tecessüm ettiği diğer îmân âbidelerinden birisidir.

 

Dünyadan Roma, Bizans, Pers… gibi geniş coğrafyaları işgal etmiş imparatorluklar gelmiş geçmiş; ancak onlar, bugün, insanlara yapılan zulümler, katliâmlar ve medeniyet merkezlerinin kan ve ateşle tahrip etmeleri ile hatırlanmaktadır. Hâlbuki, Asya ortalarından Avrupa’nın batısına kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada hükümfermâ olan İslâm devletleri ise; tesis ettikleri medeniyet merkezleriyle, ilme hizmetleriyle, insana ve tabiata lâyık gördükleri rahmet nazarıyla yâd edilmektedir. 

 

Profesör Dr. Osman TURAN (1914-1978), «Türk Milletine Sesleniş» adlı makalesinde bu farklılığı şöyle ortaya koyar: 

 

“Dünyayı fethederken; şefkat, merhamet ve adâletinle düşmanlarını dahî hayran ve memnun bıraktın. Fakat ric‘at ederken, misli görülmemiş zulüm ve vahşetlerle biçildin. Bu mağlûbiyetlere rağmen sen aslî cevherini, ahlâkî ve mânevî değerlerini muhafaza ettiğin ve bu sûretle de dünyayı hayran bırakan bir içtimâî nizâmı devam ettirdiğin için savaş meydanlarında hayâtiyetini gösteriyor ve kahramanlık destanları yazıyordun. Böylece mânevî kudretine inanarak nihâî mağlûbiyeti asla kabul etmedin…”

 

Yaratılış hikmetine binâen, beşeriyetin başlangıcından beri Allah Teâlâ’nın takdiri ile; «güç-kuvvet» unsuru, şartlar çerçevesinde el değiştirerek, Kābil ve Hâbil nesli devam etmektedir. Bu cümleden olarak şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, güç-kuvveti eline geçiren sömürgeci devletler, kurdukları sömürge nizâmı ile, asırlarca süren bir rahmet medeniyetinden sonra, dünyayı yeniden bir «câhiliyye» karanlığına soktular. Bugünkü kan ve ateşler içinde her gün biraz daha yaşanılamaz hâle gelen dünya, bu barbarlığın bir eseridir. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee (1889-1975), bu vetîrenin başlangıcı olan Osmanlı’nın çekilmesini, «Osmanlı’nın durdurulması» olarak tavsif ediyor. 

 

Kanla beslenen sömürgecilerin elinde mahvolan gözleri yaşlı mazlumlar âlemi, kendilerine uzanacak rahmet elini bekliyor. Allâhu a‘lem, şu anda bu mukaddes vazifeyi yüklenebilecek, müktesebâtı ile buna ehil olarak bir tek bizim ülkemiz görünüyor. Mazlum ülkelere yardım maksadıyla gidip gelen gönüllü kuruluşların yerinde müşâhedeleri de, bu tesbiti te’yid ediyor. Milletimiz bekleniyor… 

 

İnsanlığı yeniden rahmet iklimine kavuşturmak, adâleti dünya çapında tecellî ettirmek için, tevârüs edilen değerlerle içtimâî bünyesi güç-kuvvet kazanmış bir cihan devleti olmak; ülkemize düşen, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazandıracak fevkalâde şerefli bir vazifedir.  

 

_________________

 

1 islamveihsan.com

 

Osman Nuri TOPBAŞ: Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., 134, İstanbul-1998, s. 234.

 

Engin GÜLTEKİN, haberdurus.com

 

Rukiyye GÖNÜLLÜ; Şebnem, s. 82.