Medine’de İLK İCRAATLAR -6-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

Mescid-i Nebevî inşaatı bittiğinde, hemen mescide bitişik iki oda yapıldı. İleriki zamanlarda bu odalar dokuza kadar çıkarılacaktı. Bu odalara hava geçişini güzel sağlayacak, giriş ve çıkışı kolaylıkla ve süratle temin edecek pencere ve kapılar kondu.1

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın hayatı boyunca dokuz odası (evi) olmuştu.2

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Medine’deki evi, Mescid-i Nebevî’nin doğu duvarı boyunca sıralanmış 10 x 7 zirâ (yaklaşık 5 x 3,5 metre) ebadında 9 odadan (hucurât) ibaretti. Temeli taş, duvarları kerpiçten ve tavanları yeterince bir yükseklikte olan bu odalar; servi ağacından dikmelerle tutturulmuş, içte bir perde ile de ikiye ayrılmıştı. Mâriye Annemiz’in evi ise; Medine’nin Avâlî denilen doğu kısmında olup, kare plânlı, iki katlı ve bahçeliydi.3

 

Bunlardan başka; Rasûlullâh’a halkla görüşmek için bir yer, silâh ve nakil âletlerini depolama yeri, yine Rasûlullâh’a ve beytülmâle ait malların konulacağı yerler yapılacaktı. Duruma göre kalıcı da olan misafirlerin ağırlanacağı bir yer de yapılacaktı. Ayrıca; koyun, sığır, at, eşek, katır ve deve gibi hayvanların barınma ve korunma yerleri de yapılacaktı.4

 

İslâm’ın doğuş ve ilk yayılma dönemi Mekke’de olmuş ve bu dönem de 13 yıl sürmüştü. Bu dönemde, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâb-ı kiram, her türlü eziyet ve sıkıntıları çekmiş olmalarına rağmen, İslâm’ı yaşama ve yayma faaliyetinden bir an bile geri durmamışlardı. Mekke’den Medine’ye hicret de bu cümledendi.

 

Elbette ki her şey Allâh’ın takdiri ile oluyordu. Hicret de yine Allâh’ın emriyle olmuştu. Mekke’den Medine’ye hicret ile beraber, Mekke müşriklerinin tahakkümü kısmen sınırlanmıştı. Ancak; müslümanlar Medine’ye hicret edince, Mekke müşriklerinin zulmünden tamamıyla kurtulmuş olmuyorlardı. Yani müşrikler, düşmanlıklarından asla vazgeçmedikleri gibi, daha da şiddetlendirmişlerdi. Hem o kadar ki; o an için Medine’ye kadar peşlerinden gidemeseler de, farklı usûller geliştirerek, yeni şiddet yollarına başvurmaya başlamışlardı.5

 

Mekkeli müşrikler, nasıl ki daha önce Habeşistan’a hicret eden müslümanların peşlerine düşmüşlerse, az önce ifade ettiğimiz gibi, şimdi de Medine’ye hicret eden müslümanların peşlerini bırakmamışlardı. Hattâ tutum ve düşmanlıkları daha da şiddetlenmişti.

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- henüz daha Kubâ’da iken, Mekke müşriklerinin ayarttığı bir grup münafık, geceleyin O’nun kaldığı evi taşa bile tutmuştu!6

 

Diğer taraftan, hicret öncesinde, Medine müşrikleri arasında yeni bir oluşum başlamıştı. Yıllardır birbirleriyle savaşan Evs ve Hazrec kabîleleri; bunca kayıptan bir sonuç alamayınca, tek lider altında birleşip barış yaparak, bir araya gelmek üzereydiler.

 

Hazrec kabîlesinin lideri olan İbn-i Selûl, Evs ve Hazrec kabîlelerinin başına kral olarak seçilmiş, sıra krallık tacını giymeye gelmişti. Fakat daha tacını giymeden, Mekke’den Medine’ye hicret olunca, onun da krallığı bir anda suya düşmüş oldu tabiî! İşte bundan dolayı İbn-i Selûl; hicret ile beraber, en büyük ilk düşman olarak karşılarına çıkmıştı. Ama öyle mert bir duruşla çıkamamıştı ortaya!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’a, krallığını elinden alıp gasp eden bir lider olarak bakıyordu! O gelmeseydi kral oluyordu çünkü. Kendisi de kavminin lideri olduğu için, liderin karşısına çıkmanın nelere mal olacağını çok iyi biliyordu. Bundan dolayı ilk zamanlarda, görüntü olarak açıkça bir düşmanlık sergilemedi. O’na îmân edip teslim olarak müslümanlar arasına da katılmadı. Ve yine O’nu büsbütün inkâr da etmedi! Arada bir yol tuttu kendine! Bu şekilde davranan başkaları da vardı tabiî. Medine’de nifak tohumu böyle ekilmeye başlandı.

 

Medine’de oluşan bu münafık grup, dış düşmanlardan daha tehlikeliydiler. Bir yandan müslüman görünerek, müslümanlar ile oturup kalkıyor, diğer yandan kendi aralarında bir araya gelerek, nifak kazanını sürekli ateşliyorlardı.

 

Mekke’den Medine’ye hicret ile beraber; müslümanlar açısından olduğu gibi, o bölge halkı başta olmak üzere, bütün insanlık âlemi için de yeni bir dönem başlıyordu.

 

Mekke müşriklerinin, müslümanlara karşı şiddeti, Medine’ye kadar uzanmıştı. Mekke döneminde müslümanlar; fert fert, aile aile Allâh’ın dîninde sebât edip, kendi aralarında kenetlenerek, sıkıntı ve eziyetleri aşmaya çalışmışlardı. Medine’ye hicret ettiklerinde ise; bu yapıyı daha da sistemleştirdikleri gibi, toplum olarak teşkilâtlanıp, birlik ve beraberlik içinde mücadele vermek sûretiyle, problemlerin üstesinden gelmeye çalışıyorlardı. Ancak ne olursa olsun, Mekke müşrikleri, müslümanların peşini bırakmamışlardı.7

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm- Mekke’de iken, Kureyş müşrikleri, Mekke’ye dışarıdan gelen yabancıların O’nunla görüşüp konuşmasını engellemek için, her türlü yola başvurmuştu. «Allâh’ın Rasûlü tanınıp bilinmesin, İslâm duyulup yayılmasın!» diye, bir an bile ara vermeden gece-gündüz demeden, sürekli sıkıntı vermişlerdi.

 

Mekke’de yetmiyormuş gibi, şimdi de kalkıp o hâin ellerini Medine’ye uzatıyorlardı! Hem öyle ki; Peygamberimiz -aleyhisselâm-, daha Medine’ye varmadan, Medine müşriklerini ve yahudileri uyarmışlardı. Ayrıca yeni oluşan münafıkları da öne sürmüşlerdi.

 

Mekke müşrikleri, bütün şer güçleriyle bir taraftan Rasûlullâh’a karşı iş birliği yaparken; diğer taraftan, sadece iş birliği ve uyarmakla yetinmemişler, Medine halkına ciddî tehditler de savurmuşlardı. Onların bu hâin çıkış ve çalışmaları ile daha Kubâ’da iken, münafıklar tarafından kaldığı evi taşlanan Rasûlullah -aleyhisselâm-, Medine’ye varınca, tehlikenin boyutları da o nisbette artmıştı.8

 

İşte bütün bunlara karşı alınan tedbirler, ilk icraatlar arasındaydı.

 

Bu arada, şehrin güvenliğini sağlamak için, içte ve dışta önemli atılımlar gerçekleştirildi. Sınır boylarına küçük birlikler yerleştirilip, Medine’ye giriş ve çıkışlar kontrol altına alındı.

 

Bütün bu tedbirler sonuç verinceye kadar, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâb-ı kiram, gece-gündüz silâhlı geziyorlardı. Hattâ geceleri silâhlarıyla yatıyor, her an her şeye hazır bir vaziyette sabahlıyorlardı.

 

Yesrib adıyla kurulup, bu günlere kadar gelen bu güzel şehirde, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın teşrifleriyle, bütün her şey değişmeye ve bir başka güzelleşmeye başlamıştı. Hicretten hemen sonra, Peygamber Şehri anlamında Medînetü’n-Nebî denmeye başlanmıştı. Değişimden ve gelişimden nasibini alarak, zaman içinde tek kelimeyle Medine oluyordu. Bu anlamlı değişim, sadece belli bir alanda olmuyordu. Dînî, siyâsî, askerî, hukukî, sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim, öğretim ve diğer bütün alanlarda çok büyük ve çok ciddî bir değişim başlamış, artan bir ivme ve kaliteyle devam ediyordu.

 

Yapılanma çok ciddîydi. Bir alanda yapılan çalışma, diğer alanı ihmal ettirmiyordu. Her bir oluşum, yeni bir oluşuma kapı aralıyordu. Aynı zamanda da yapılan bütün gelişmeler, hem birbirlerini tamamlıyor ve hem de birbirini destekliyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm- ve sahâbe-i kiram eliyle, her şey bir başka güzel işleyip yürüyordu.

 

Habeş hicretleri ile Medine hicreti arasında çok farklar vardı. Habeş hicretinde, oraya müslümanlar sığınmacı olarak ve geçici bir süre için gitmişlerdi. Medine’ye hicret ise, sığınma maksatlı ve geçici olarak değil, hicret öncesi oluşturulan ortam ile beraber, orada yerleri varmış gibi, kalıcı ve devlet olma gayesiyle gerçekleştirilmişti.

 

İster geçici hicret ve isterse kalıcı hicret ile gidilsin, her müslüman gittiği yerde, sürekli kalıcı gibi faaliyet yapmıştı.

 

Medine’nin bilinen en eski adı Yesrib olup bu adın, buraya ilk yerleşen kişi olduğu rivâyet edilen Yesrib bin Vâil bin Kâyine bin Mehlâbil’in isminden geldiği ifade edilmektedir.9 «Zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak» gibi anlamlara gelen, «serb» kökünden türeyen «Yesrib» kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de Medine’nin adı olarak bir yerde geçmektedir.10

 

Yesrib adı önceleri, kuzeyde ilk yerleşmenin gerçekleştiği tahmin edilen Curf ile Kanat Vâdileri arasında kalan kesimi belirtirken, daha sonra şehrin tamamı için kullanılmıştır.

 

Hicretin hemen ardından Rasûlullah -aleyhisselâm-, bu şehri «Tâbe» ve «Taybe» (hoş ve güzel) gibi olumlu anlamlarla ifade etmiştir.11

 

İslâm kaynaklarında Medine’ye Tayyibe, Miskîne, Azrâ, Câbire, Mecbûre, Mahabbe, Mahcûbe dendiği gibi; âyette Medine için kullanılan «Dâr» kelimesinden hareketle;12 Dâru’l-Hicre, Dâru’l-Îmân, Dâru’l-Emân, Dâru’s-Sünne; Rasûl-i Ekrem’e nisbetle; Medînetü’r-Rasûl, Medînetü’n-Nebî ve el-Medînetü’l-Münevvere gibi isimlerin verildiği görülmektedir. İşte bundan dolayı şehrin kudsiyetine, hicret yurdu ve başşehir olmasına, hicretten sonra gerçekleşen medenîleşmeye vurgu yapan bu isimlerin sayısı doksan yediye kadar çıkarılmaktadır.13

 

Medine kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de on yerde geçmekte olup, bunların dördünde14 Medine şehri kastedilmektedir. Medine’nin Arapça «müdûn» veya «deyn» kökünden türediği ileri sürülür. Kelimenin şehre gelmek, ikāmet etmek ve yerleşmek gibi anlamlara gelen «müdûn» kökünden türediği ve yeryüzünün yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yerine «medine» adı verildiği rivâyet edilmiştir.15

 

Hicretten bir süre sonra, şehrin sınırlarını ve Harem bölgesini gösteren Rasûlullah -aleyhisselâm-, şöyle buyurmuştu:

 

“İbrahim -aleyhisselâm-’ın Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yaptım!”16

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-, bu sözleriyle şehri harem ilân etmiştir. Medine Vesikası’nda kayıt altına alınan bu hüküm,17 Hendek Gazvesi ile Hayber seferinde elde edilen başarı üzerine, bütün Arap kabîleleri tarafından kabul edilmiştir. Medine’nin haremi güneydeki Âir ve kuzeydeki Küçük Sevr ile doğuda Vâkım, batıda Vebere Harreleri arasında kalan yaklaşık 22 kilometre yarıçapındaki daireden ibaret olup, bu sınırlar, işaretler konularak belirtilmiştir.18

 

Şehir plânı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere geliştirildi ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde, mahallelerin sayısı artarken, bazı kenar semtler de şehrin bir parçası hâline getirildi.

 

Peygamberler Peygamberi ilk icraatların ardından yeni icraatlara yöneldi.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…- 

 

__________________

 

Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, c. 1, s. 326; el-Hiref ve’s-Sanat, s. 200-205.

 

Süheylî, er-Ravdu’l-Unûf, c. 4, s. 267; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, c. 1, s. 329.

 

Halil ATALAY, Edebü’l-Müfred Tercümesi ve Şerhi, c. 2, s. 35.

 

Kettânî, et-Terâtîbü’l-İdâriyye, c. 2, s. 303-304; 41-42.

 

İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 21-22.

 

İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 4, s. 237; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 79.

 

İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 7; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 428; Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 280; Haysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 8, s. 3030; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 63-64; Hüseyin ALGÜL, İslâm Târihi, c. 1, s. 449-451.

 

İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 21-22; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 4, s. 237.

 

Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, c. 1, s. 156.

 

10 Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb Sûresi, 33/13.

 

11 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 285.

 

12 Kur’ân-ı Kerim, Haşr Sûresi, 59/9.

 

13 İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîneti’l-Münevvere, c. 1, s. 162-165. İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, Zeylü Târîhi Bağdâd, c. 19, s. 33-34.

 

14 Kur’ân-ı Kerim, Tevbe Sûresi, 9/101, 120; Ahzâb Sûresi, 33/60; Münâfikûn Sûresi, 63/8.

 

15 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, «Medîne» mad.

 

16 Buhârî, Büyû’, 53, Cihâd, 71, 74; Müslim, Hacc, 454.

 

17 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 145; Ebû Ubeyd, Kitâbü’l-Emvâl, s. 217.

 

18 Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, c. 1, s. 345-367, c. 4, s. 132-144; Mustafa Sabri KÜÇÜKAŞCI, Câhiliyye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, s. 209-212, 305; Nebi BOZKURT ve Mustafa KÜÇÜKAŞCI, «Medîne», DİA, c. 28, s. 305-311.