ŞAHSİYETİMİZE KİM YÖN VERİYOR?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Allâh’ın yaratması ve yönlendirmesi ile insan, Allâh’ın yeryüzünde halîfesi olmak makamına yükseldi. Sırr-ı ilâhî olan esmâya dair ilim ve hikmette bütün melekleri de şeytanı da geride bıraktı. O safhada Allah, meleklerin hepsine emretti:

Âdem’e secde edin! (el-A‘râf, 11)

Sonra cennete koydu. Havva Annemiz’i de eş olarak ihsân etti. Cennette her şey serbest, sadece bir ağaca yaklaşmak yasaktı.

Acaba niçindi?

Tam o esnada şeytan şöyle bir yönlendirme yaptı:

Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya (cennette) ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı. (el-A‘râf, 20)

Bu yönlendirme;

Âdem ve Havva’nın istek ve arzularına tamamen uygun ve câzipti. Fakat bütün esmâya mazhar olarak tüm melekleri de şeytanı da ilimde âdeta tuş etmiş olan Âdem, henüz tezkiye görmemiş olan nefsi yüzünden içine düştüğü vartayı fark edemedi. Allâh’ın koyduğu yasağın hikmetini, kendisinin can düşmanı olan iblisin sinsi yorumlarından aldı. O mel‘un un dedikleri, aklına yattı ve iknâ oldu. Sonunda eşiyle birlikte yasak ağaca yaklaştı. Haram sınırını çiğneyerek bir an için Allâh’ın emrini dinlemedi ve söz tutmadı. Bunu da idrâk edemedi. Zira içindeki niyet, çok masum ve sâfiyâne idi:

Cennette ebedî kalmak…

Oysa yeryüzünde halîfelik yapmak üzere vazifelendirilmişti. Kendisine çok masum ve sâfiyâne gelen o niyet, aslında Allâh’ın muradına aykırı, zıt ve kötü bir gafletten başka bir şey değildi. Yani yasak ağaca yaklaşmak isteği ve arzusu, sadece boş bir hevâ ve hevesten ibaretti. Üstelik bu işin ucunda Allâh’ın giydirdiği halîfelik hil’atini çıkarıp atmak, artık insan değil melek olmak ve üzerlerindeki yüce emâneti de bir kenara bırakmak gibi imkânsız kararlar vardı. Allâh’ın hükmünün zıddına bir başka hüküm elbette hiç mümkün değildi ve bunun da âkıbeti, acıklı bir isyana ve mahrumiyete sürüklenmekti. 

Belki Âdem’in;

–Cennette kalmaktan daha güzel bir istek olabilir mi, ne var bunda?
şeklindeki masum niyeti, bu isyanı görmesini engelledi. 

İlk aldanış yaşandı. 

Daha o anda eyvah dolu bir mahrumiyet ve acı neticeleri devreye girdi. 

Daha o anda nasıl bir yanlışa düşüldüğü acı acı fark edildi.

Hemen mahcup oldular. Tevbeler ettiler.  Boyunları bükük vaziyette yeryüzüne sürgün edildiler. Mesele, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ve ince ince anlatılmakta. 

Sayısız hikmetleri ve ibretleriyle bu tecellî, bir bakıma;

İnsanoğluna, hiç kimsede bulunmayan eşsiz ilimlere de sahip olsa, cennet gibi bir ortamda da bulunsa, sadece bunların yetmeyeceğini, ille ve ille nefsi tezkiye ile kalbi tasfiyenin şart olduğunu gösteren bir imtihandı. En berrak bir idrâk ve şuurla teslîmiyet ve itaat tâlimi olan bir imtihandı. Anlık bile olsa Allâh’ın rakipsiz güzelliğine ve emrine karşı gaflet edip de ağzıyla bahane süsleyen nefsin çirkinlik ve hevâsını tercih etmenin nasıl bir aşk hatası, ne hazin bir gaflet ve aldanış olduğunu ve bundan kurtuluş çaresinin de ancak tevbe ve takvâ olduğunu çok mânidar bir tahsil ile öğreten bir imtihandı. Allah’tan Allâh’a yolculuğun henüz ilk basamaklarında birdenbire iki çatal arasında sıkışan insanı, saplandığı girdaptan çıkartıp selâmet ve hidâyet rotasına ulaştıran edepler ve usûller ile her açıdan eğitici ve yetiştirici bir imtihandı. Hâsılı yeryüzündeki tüm imtihanlarda tezâhür edecek olan kazanmak ve kaybetmenin sebeplerine ve şifrelerine kıyâmete kadar ayna özelliğinde çok mühim ve örnek bir imtihandı. 

Demek ki;

Şahsiyetlerin oluşmasında doğru yön vermek ne kadar şart ve nimet! Yanlış yön vermek de o kadar başa belâ!

Şimdi bizler de soralım:

Şahsiyetimize kim yön veriyor?

Çoluğuyla çocuğuyla, büyüğüyle küçüğüyle bizlerin şahsiyetlerine yön veren kim, ya da kimler? Ya da dün kimdi, bugün kim? Yarın kim olacak? Kim olmalı?

Âşikâr:

Her şeyin bir karakteri var.

Taşın da toprağın da. Yağmurun da ateşin de.

Yapılarına yön veren müessir, onları mutlaka belli bir karakter etrafında şekillendiriyor. Sayılara sığmayan onca varlığın tabiati, hâli ve vazifesi çeşit çeşit. Fakat hepsi de karakterlerindeki aynılığı hiç ayrılığa dönüştürmeyen ve böylece güzellikleri hiç değişmeyen bir mâhiyette.

Bir tek insanoğlu hariç.

Sadece onun beşer ve halîfetullah vasfında yaratılan varlığı ve şahsiyeti, bütün yaratılmışlardan farklı olarak hem en mükemmel hem de en berbat denilen iki zıt kutup arasında türlü türlü kişiliklere mâkes bir özellikte ve zik-zak bir vaziyette. Hiçbir vakit sabit değil, aksine aşırı uçların gel-gitleriyle tıkandığı daracık bir köprüde hevâ ve hevesleri kızıl çengellere, akıl ve duyguları da alevli uçurumlara takılan tüm değişkenliklere müsait.

Müsait, çünkü;

Onu varlıkların en şereflisi mertebesine çıkarmak ve nihayetinde ona sonsuz kurtuluşun ebedî diplomasını kazandırmak gerçeğini yüce hikmetlerle yaşatan nice imtihanlara muhatap. Sayısız ibretlerle iç içe. Son nefese kadar.

Hâl böyleyken;

Dış gözle bakılırsa, fânî hayat; ölene dek para-pul çarşısında koşuşturmak ve mal-mülk pazarında cirit atmak sanki.

Öyle değil.

Gören gözlere, her dem âşinâdır:

Bütün çarşılarda ve pazarlarda her şeyin iç yüzü, aslında sadece şahsiyet ticareti.

Ya şeytânî ve nefsânî felsefelerin yön verdiği çaplı bir gafil, bilgili bir câhil, yetkili bir esir, etkili bir günahkâr veya âsî olmayı kişilik zannetmenin türlü türlü alışverişi, yani eyvah dedirten bir cehennem ticareti.

Ya da Rahmânî ve kalbî tefekkür ikliminde ilâhî vahyin, peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve sâlihlerin yön verdiği engin bir ârif, fazîletli bir ehl-i ilim, namaz namaz secdelerin hürriyetiyle mîrâca çıkmaya mezun bir ehl-i tevhid, güzel ameller etrafında ecir ve sevaplara mazhar bir ehl-i gönül, bir mü’min-i hakikî ve gerçek bir müslim olmayı en müstesnâ bir kişilik olarak bilmenin, idrâk etmenin ve bi-hakkın takvâ ile yaşamanın en güzel alışverişi, yani elhamdülillâh dedirten bir cennet ticareti.

Hazret-i Âdem’den beri insanlığın önünde var olan bu iki rota sebebiyle ikiye ayrılan bir gidişatın oluşturduğu iki kutuplu maceralar arasında gelgitlerle dolu bir hayatın zebûnu ya da kahramanı olmak çerçevesinde her türlü şahsiyetler ve kişiliklerin mevcudiyeti hep bundan.

Üstad Necip Fâzıl’ın dediği gibi:

Her şey akar; su, târih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir.

Gerçekten de;

Her devirde bir taraftan nur, bir taraftan kir aktı.

Her daim;

Nûr akan çehrelerin, yüreklerin, fikirlerin ve müjdelerin yön vermesiyle yetişen şahsiyetler, tüm insanlığın ihtiyacı olan gerçek âbideler oldular. Adâlet, rahmet ve merhamet tevzî ettiler.

Diğer yandan da;

Kir akan çehrelerin, fikirlerin, vicdanların ve zebunların yön vermesiyle yolunu şaşıran tipler ise, insanlığın her dönemde yüreklerini yakarak viran eden en dayanılmaz sancılar misâli bedbahtlığın ve hüsrânın timsâli oldular. Dünyayı zulüm ve cefâlarla doldurdular.

Onun için insanlık tarihi;

Eskiden beri bu iki kutbun devamlı olarak nesillere yön verme çekişmelerinin ve çakışmalarının sahnesinden ibaret. Güya kavgasız, gürültüsüz ve hümanist bir dünya görüşü ve akımı oluşturanların bile kıyasıya kapıştıkları bir mücadele bu. Bugün ehl-i küfrün, erbâb-ı zulmün ve sapkınların, en şirin kâselerde en lezzetli şerbetleri sunuyor gibi görünerek sosyal medyada, sokaklarda, caddelerde, hattâ eğitim harmanlarında bile açıkça ya da sinsice zehirlediği ciğerpâreler az mı? Melek yüzlü vampirlerin çoğaldığı ve gözü yaşlı timsahların dolaştığı ortamlarda kaybolan toy ve tecrübesiz evlâtların sayısı az mı?

İfade etmeli ki; 

Onlar, o saf nesiller ve evlâtlar, özleri itibarıyla belki çok masum.

Fakat,

Her köşe başında, her fikir fırtınasında, her duygu mikrobunda, her heves bulanıklığında akılları ve nefisleri balon gibi şişirip de onları uydurma görüntülerin peşinde dibi görünmez girdaplara itekleyerek;

Cesaretinize bravo! diyenler, hiç masum değil. 

Ecdâda, vatana ve medeniyetine nankörlüğü, kişilik ispatı zannettirerek;

İşte şimdi sen, sen oldun! diyenler, hiç masum değil.

Vefâ nümûnesi ehl-i îmâna sövgü bombardımanı, fakat cefâ nümûnesi gâvurlara övgü buketi olup da özellikle işgalci, hırsız ve cânî küffâra gönüllü esir olmanın bataklığına dalmak için çırpınanlara;

–Tebrikler! Senden özgür kimse yok! diyenler, hiç masum değil.

Nefsâniyetlerini hortlatıp da ruhlarını ve fazîletlerini öldürenlere;

–İşte şimdi çok yaşa! diyenler, hiç masum değil.

Taze dimağlara, onların yarınlarını en güzel şekilde inşâ etmeye yardımcı oluyorlar gibi yön vermek bahanesiyle; gönüllerini, mâneviyatlarını, îmanlarını ve ahlâklarını târumâr eden düşman karakterler, hiç masum değil. Kendilerinin her fırsatta en bariz kötülüklerini de en müstesnâ iyilikler gibi gösteren felsefeleri, tebessümleri ve gülücükleri de, hiç masum değil. Yuvaların dağılmasını alkışlayan ciğerler, hiç masum değil. Dünya çapında markalarıyla göz kamaştırarak kalpleri, evleri, ibâdetgâhları, gülistanları, muhabbetleri ve münasebetleri, şehirlerden köylere kadar berbat eden çürük inançlar, çarpık akıllar, mikroplu mantıklar ve bozuk yaşantılar, hiç masum değil. Bin yıllık mukaddesâtımızı, zaferlerimizi, topraklarımızı, bayrak ve îmânımızı, kısacası şahsiyetimizi ve medeniyetimizi oyuna getirmeye çalışan eski ve yeni hileler, hiç masum değil. O hileleri, bir de çare adlı tabaklara koyup baklava gibi ikram edenler, hiç masum değil.

Masum değil, çünkü hepsi firavunca.

Firavunca bir kasıt ve boğuşmaca hepsi.

Lâfta ve rafta niyet güzel: İnsanlığa yön vermek. 

Safta ve etrafta ise tüm gerçek; felâket, rezâlet, mağlûbiyet ve hüsran istikameti.

Hep firavunca.

Hep aynı senaryo.

Hazret-i Allah, insanlığa bu hakikati özellikle anlatıyor. Buyuruyor ki:

İşte memleketler / ülkeler! 

Onların haberlerinden bir kısmını Sana anlatıyoruz. 

Andolsun;

•Peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. 

•Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. 

Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler. (el-A‘râf, 101)

Biz; 

Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık

Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk(el-A‘râf, 102)

Sonra;

Onların ardından Musa’yı, apaçık mûcizelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelen adamlarına peygamber olarak gönderdik (heyhat) onları (mûcizeleri) inkâr ettiler. 

Fakat bak; 

Bozguncuların / fesatçıların sonu nasıl oldu! (el-A‘râf, 103)

Musa dedi ki: 

–Ey Firavun! 

Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.  (el-A‘râf, 104)

Doğru olan şey, Allah hakkında ancak gerçeği söylememdir. 

•Ben size Rabbiniz’den açık bir delil (mûcize) getirdim. 

•Artık İsrailoğullarını benimle gönder! (el-A‘râf, 105)

(Firavun) dedi ki: 

–Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, 

Onu göster bakalım! (el-A‘râf, 106)

Bunun üzerine Musa, asâsını yere attı. 

•Bir de ne görsünler; 

•Apaçık bir ejderha. (el-A‘râf, 107)

(Sonra Musa) elini (koynundan) çıkardı. 

•Bir de ne görsünler; 

•O; bakanlar için, bembeyaz olmuş. (el-A‘râf, 108)

Firavun’un kavminden ileri gelenler, dediler ki: 

–Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır.  (el-A‘râf, 109)

Sizi yerinizden çıkarmak istiyor. 

Firavun, ileri gelenlere; 

–Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz? dedi. (el-A‘râf, 110)

Dediler ki:

–Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla. Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler.  (el-A‘râf, 111-112)

Sihirbazlar Firavun’a geldiler. Dediler:

–Galip gelenler biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı? (el-A‘râf, 113)

Firavun;

–Evet, dedi;

Üstelik siz mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız. (el-A‘râf, 114)

(Sonra) Firavun;

–Ey Musa, dedi:

Sihrin ile / yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?  (Tâ-Hâ, 57)

Biz de mutlaka sana karşı onun gibi bir sihir yapacağız. 

Bunun için seninle bizim aramızda; uygun bir yerde, senin de bizim de caymayacağımız / muhalefet etmeyeceğimiz ortak bir buluşma vakti belirle!  (Tâ-Hâ, 58)

Musa; 

Buluşma vaktimiz; bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vaktidir, dedi. (Tâ-Hâ, 59)

Firavun dönüp gitti. 

Hilesini (sihirbazlarını) topladı; sonra geri geldi. (Tâ-Hâ, 60)

Musa onlara; 

–Yazık size! dedi:

–Allah hakkında yalan uydurmayın! 

Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! 

İftira eden, muhakkak perişan olur. (Tâ-Hâ, 61)

Bunun üzerine sihirbazlar, işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli gizli fısıldaştılar. (Tâ-Hâ, 62)

Şöyle dediler: 

–Bu ikisi (Musa ve Harun), muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.  (Tâ-Hâ, 63)

Öyleyse, hilelerinizi toplayın (birbirinize destek olun) sonra sıra hâlinde gelin. 

Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır.  (Tâ-Hâ, 64)

(Sonra sihirbazlar Musa’ya dönerek) dediler ki: 

–Ey Musa! Ya önce atmayı tercih edersin ya da ilk atan biz oluruz. (Tâ-Hâ, 65)

–Ey Musa sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım? (el-A‘râf, 115)

(Musa); 

–Siz atın! dedi. (el-A‘râf, 116)

–Bilâkis, (önce) siz atın! dedi ya, bir de ne görsün!

Onların ipleri ve sopaları yaptıkları sihirden dolayı kendisine doğru hızla koşuyor (saldırıyor) gibi görünüyor. (Tâ-Hâ, 66)

(Böylece) onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar. (el-A‘râf, 116)

Musa da, birden içinde bir korku duydu. (Tâ-Hâ, 67)

(Ona) dedik ki:

–Korkma! Üstün gelecek olan kesinlikle sensin.  (Tâ-Hâ, 68)

Sağ elindekini at!

–Onların yaptıklarını yutsun! 

Ne şüphe;

Yaptıkları, sadece bir sihirbaz hilesidir / büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz / kurtuluşa eremez. (Tâ-Hâ, 69)

(Evet) biz Musa’ya; 

–Asânı at! diye vahyettik. 

Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. (el-A‘râf, 117)

Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları şeylerin hepsi boşa çıktı / yok olup gitti. (el-A‘râf, 118)

Böylece Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. (el-A‘râf, 119)

Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. (el-A‘râf, 120)

Dediler ki:

–Îmân ettik âlemlerin Rabbine. (el-A‘râf, 121)

–Musa ve Harun’un Rabbine.  (el-A‘râf, 122)

Secde hâlinde;

–Musa ve Harun’un Rabbine inandık! dediler. (Tâ-Hâ, 70)

Firavun; 

–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! dedi. 

–Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. 

–Ama yakında (başınıza gelecekleri) göreceksiniz!  (el-A‘râf, 123)

–Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım.  (el-A‘râf, 124)

(Öfkeyle) dedi ki:

Demek, ben size izin vermeden önce ona (Musa’ya) inandınız ha! 

Şüphe yok ki, o (Musa), size sihri öğreten büyüğünüzdür. 

Şimdi andolsun, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. 

Hangimizin azâbı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz.  (Tâ-Hâ, 71) 

(Sihirbazlar) dediler ki: 

–Bize gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. 

Ne dilersen öyle yap! 

Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin.  (Tâ-Hâ, 72)

Hiç şüphesiz biz,

Hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü / sihri affetmesi için, 

Rabbimiz’e îmân ettik. 

Allah hem daha hayırlı hem daha bâkîdir.  (Tâ-Hâ, 73)

(Büyük bir îmanla) dediler ki: 

–Biz mutlaka Rabbimiz’e döneceğiz.  (el-A‘râf, 125)

–Sen sırf, Rabbimiz’in âyetleri bize geldiğinde îmân ettiğimiz için bize hınç duyuyorsun. 

(Sonra Allâh’a niyaz ettiler)

Ey Rabbimiz! 

Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak bizim canımızı al.”  (el-A‘râf, 126)

Kıssanın devamında Cenâb-ı Hak şu hakikatleri beyan ediyor:

“Andolsun biz, 

Firavun ailesini, öğüt alsınlar diye yıllarca süren kıtlık ve ürün eksikliği ile cezalandırdık. (el-A‘râf, 130)

Onlara bir iyilik (bolluk) gelince;

Bu bizim hakkımızdır / biz çalışıp kazandık, derlerdi.  

Eğer başlarına bir kötülük gelirse, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. 

İyi bilin ki; 

•Onların uğursuzluk sebebi ancak Allah katında (yazılı)dır. 

Fakat çokları bilmezler. (el-A‘râf, 131)

Dediler ki: 

Bizi büyülemek için her ne getirirsen getir, 

Biz sana inanacak değiliz.  (el-A‘râf, 132)

Biz de, 

Her biri ayrı ayrı birer mûcize olmak üzere başlarına;

•Tufan, 

•Çekirge, 

•Ürün güvesi (haşerat), 

•Kurbağalar ve kan gönderdik. 

(Hiçbirinden ders almadılar.) Büyüklük tasladılar, suçlu ve günahkâr bir kavim oldular. (el-A‘râf, 133)

Üzerlerine azap çökünce; 

–Ey Musa! 

Rabbinin sana verdiği söz uyarınca bizim için duâ et. 

Eğer azâbı üzerimizden kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve İsrailoğullarını seninle birlikte elbette göndereceğiz, dediler. (el-A‘râf, 134)

Fakat; 

Erişecekleri bir süreye kadar biz azâbı üzerlerinden kaldırınca,

Hemen yeminlerini / sözlerini bozdular. (el-A‘râf, 135)

Biz de; 

•Âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle 

•Kendilerinden intikam aldık ve 

•Onları denizde boğduk. (el-A‘râf, 136)

•Bu dünyada arkalarına lânet taktık. 

•Kıyâmet gününde de onlar iğrenç kılınmış kimselerden olacaklardır. (el-Kasas, 42)

Şüphesiz, 

Kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, kesinlikle ona cehennem vardır. 

Orada ne ölür, ne de yaşar. (Tâ-Hâ, 74)

Her kim de; 

O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak varırsa, 

İşte onlara;

Üstün dereceler, evet onlara mahsustur. (Tâ-Hâ, 75)

İşte;

İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri!

İşte;

Günahlardan temizlenenlerin mükâfatı bu! (Tâ-Hâ, 76)

(Bu şekilde)

İsrailoğullarını denizden geçirdik. 

Derken; 

Kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. 

İsrailoğulları; 

–Ey Musa! 

•Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi 

•Sen de bize ait bir ilâh yapsana! dediler. 

Musa şöyle dedi: 

–Şüphesiz siz câhillik eden bir kavimsiniz.  (el-A‘râf, 138)

Şüphesiz bunların (din diye) içinde bulundukları şey yok olmaya mahkûmdur. 

Yapmakta olduklarının hepsi bâtıldır.  (el-A‘râf, 139)

–Sizi âlemlere üstün kılmış iken, Allah’tan başka ilâh mı araştırayım size?  (el-A‘râf, 140)

(Fakat)

Musa’nın kavmi,

•Onun (Tur’a gitmesinin) ardından, ziynet eşyalarından, böğürmesi olan bir buzağı heykeli (yaparak ilâh) edindiler. (Yahu)

•Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara hiçbir yol göstermediğini görmediler mi? (Böyle iken) 

•Onu (ilâh) edindiler de zâlim kimseler oldular. (el-A‘râf, 148)

İsrailoğulları (yaptıklarına) pişman olup, gerçekten sapmış olduklarını görünce; 

Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz! dediler. (el-A‘râf, 149)

Musa, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, 

–Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! 

Rabbiniz’in emrini beklemeyip acele mi ettiniz? dedi. 

(Öfkesinden dolayı elindeki) levhaları attı ve kardeşinin saçından tuttu, onu kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi) dedi ki:

–Ey anam oğlu! 

•Kavim beni güçsüz buldu. 

•Az kalsın beni öldürüyorlardı. 

•Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme! 

•Beni o zâlimler topluluğu ile bir tutma!  (el-A‘râf, 150)

Musa; 

–Ya senin zorun neydi, ey Sâmirî? dedi. (Tâ-Hâ, 95)

Sâmirî, şöyle dedi: 

–Ben onların görmediği şeyi gördüm. 

Elçinin izinden bir avuç (toprak) avuçladım da onu (erimiş mücevherâtın içine) attım. 

Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.  (Tâ-Hâ, 96)

Musa: 

Defol! dedi: 

–Artık hayatın boyunca (hastalıklar yüzünden) sen; 

Bana dokunmayın! diyeceksin. 

Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. 

Tapmakta olduğun tanrına da bak! 

Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız! (Tâ-Hâ, 97)

(Sonra Musa niyaz ederek) dedi ki:

–Ey Rabbim, 

Beni ve kardeşimi bağışla, 

Bizi rahmetine kabul et. 

Zira Sen merhametlilerin en merhametlisisin! (el-A‘râf, 151)

Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. 

Onları o müthiş deprem yakalayınca Musa dedi ki: 

Ey Rabbim! 

•Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. 

•İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? 

Bu iş, Sen’in imtihanından başka bir şey değildir. 

•Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. 

•Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! 

•Sen bağışlayanların en hayırlısısın! (el-A‘râf, 155)

Bize, bu dünyada da iyilik yaz âhirette de. 

Şüphesiz biz Sana döndük. 

Allah buyurdu ki: 

Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; 

Rahmetim ise her şeyi kuşatır. 

Onu; 

•Sakınanlara, 

•Zekâtı verenlere ve

•Âyetlerimize inananlara yazacağım. (el-A‘râf, 156)

(Ey Rasûlüm)

•Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, 

•Onlardan sıyrılıp da 

Şeytanın kendisini peşine taktığı, 

Bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat! (el-A‘râf, 175)

Dileseydik; 

Onu,

•Elbette bu âyetler sayesinde yüceltirdik. 

Fakat o, 

Dünyaya saplanıp kaldı da 

Kendi hevâ ve hevesine uydu. 

Onun durumu,

Köpeğin durumu gibidir: 

Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; 

Kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. 

Âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumu, 

İşte budur! 

Şimdi,

Onlara bu kıssayı anlat ki, düşünsünler. (el-A‘râf, 176)

•Yarattıklarımızdan, 

•Daima hakka ileten ve 

•Adâleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur. (el-A‘râf, 181)

Âyetlerimizi yalanlayanları, 

Hiç bilemeyecekleri bir yerden 

Yavaş yavaş helâke / felâkete götüreceğiz. (el-A‘râf, 182)

•Onlara mühlet veririm; (ama) 

•Hiç şüphe yok ki benim cezam çetindir. (el-A‘râf, 183)

İşte bu sözler, bu beyanlar, bu âyetler, bu deliller, bu ibretler, bu hikmetler ve bu mûcizeler, yani bu ilâhî vahiyler ve hidâyetler, ezelden ebede doğru şahsiyetlere yön verdiği nisbette insanın toprağı da rûhu da yeşerir. Hazret-i Mevlânâ’nın dile getirdiği gibi:

“Allah, senin gözüne, kendi görüş nûrunu verirse, gözünde bu âlem gibi yüzlerce âlem peydahlanır.

Her ne kadar; 

Bu dünya, senin nazarında çok büyük ve nihayetsiz ise de, bilmiş ol ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir.

Ey insanlar!

Gerçekten de bu cihan, sizin canlarınızın hapishânesidir. Siz, asıl kendi yurdunuzun bulunduğu tarafa doğru gidiniz.

İçinde bulunduğunuz bu cihan sınırlıdır, mahduttur; hâlbuki öteki hudutsuzdur, sonsuzdur. Bu cihanda görülen nakışlar, şekiller ve sûretler, mânâ âleminin önünde perdedir, engeldir.

Bak;

Firavun’un yüz binlerce mızraklık ordusunu, Hazret-i Musa’nın bir tek asâsı, nasıl da kırdı, geçirdi.”

Hakikaten;

Koskoca dünya, aslında zerre bile değil. Azıcık bir felâket, bir yangın, bir zelzele veya sel gibi bir âfet, her tarafı bir anda târumâr ediyor, her yanı darmadağın hâle getiriyor. 

Hakikaten:

Toz kadardır yedi kat göklerin avcunda bu arz,

Yutmadan toz seni, et kendini hiç yok gibi farz! 

(Seyrî)

Şüphesiz;

Varlığın asıl gerçeği, hiç yokluğu olmayan Hazret-i Allâh’a mahsus.

Her şey Allâh’a.

Her yön yine Allâh’a.

Hiç değişmez:

İmtihan âleminde zıt kavşağa sapanlar, Allâh’ın sonsuz gazap ve azâbına. Sırât-ı müstakîm üzere hidâyetle yol alanlar ise, Allâh’ın ebedî affına ve rahmetine.

Ömür boyu doğru bir rotada af ve rahmete koşturmaya vesile bâbında Mesnevî’de geçen şu muhasebe, tam bir tezkiye-i nefs:

“İnatçı Firavun’un hilesi, âdeta bir ejderha idi. Bütün dünya padişahlarının hilelerini yutmuştu.

Fakat Hazret-i Musa, ondan daha zorlu çıktı ve hem onu hem de onun hilelerini çekip yok etti.

Firavun’un kendisi de sanki bir ejderha idi, lâkin Musa’nın asâsı, yani Allâh’ın yardımı, ondan daha müthiş bir ej­derha oldu ve onu yuttu.

Her zaman el elden üstündür. 

Nereye kadar? 

Allâh’a kadar! 

Çünkü, son varılacak zât, ancak O’dur!

Çünkü Cenâb-ı Hak, dibi ve kıyısı olmayan bir derya gibidir; bütün denizler, O’nun huzûrunda bir selden ibârettir.

Ejderha kesilen hileler ve tedbirlerin tamamı da «illâllah»a karşı sadece «lâ»dan ibarettir.

Bunu dedikten sonra,

Dile getirdiğim sözlerim de yere baş koydu ve yok oldu. Bu safhada en isabetli mecburiyet olarak sadece sustum. Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Ey dünya malı için çırpınan gafil!

Ey dünyaya tapan ahmak! 

Uyan;

Firavun’da olan kötü ahlâk, sende de tastamam var! Sen de onun gibi kibirlisin. Sen de kendini beğeniyorsun. Sen de mal ve şehvet peşinde koşuyorsun! Tek fark; senin içindeki ejderha, yani nefsin, âcizlik ve imkânsızlık kuyusuna düşmüş, güç ve fırsat bulamamış da o yüzden Firavun gibi saldıramıyor, bir şey yapamıyor!

Yazıklar olsun! 

Bu söylenilen sözlerin hepsi de senin hâllerin, senin kötü huylarındır. Ne diye tutup da onları Firavun’un üstüne atıyorsun?

Çok acı; 

Senin kötü hâllerinden ve kötü huylarından söz edilse, canın sı­kılır, hiç hoşuna gitmez. Ama başkalarından bahsedilse, sana masal gibi, hattâ helva gibi gelir.

Anlasana;

Mel’ûn nefis, seni ne kadar harâb ediyor! 

Fark etsene;

Nefsin sana güya pek yakınlık gösteriyor, oysa seni Allah’tan nasıl da uzaklaştırıyor!

Eğer sen;

Firavun gibi kuvvete, fırsatlara ve servete mâlik olup da onun kadar güçlü olsaydın, kim bilir ne kadar canlar yakardın!”

Gafil insan niçin böyle?

Sırf bu şekilde daha rahat ve kârlı çıkacağını zannettiği ve buna yönlendirildiği için.

Aldananları uyandırmak için tefekkürleri harman eden Hazret-i Mevlânâ, şuur ve idrâki ne güzel yönlendiriyor:

“Cenâb-ı Hak, anlayanlara âdeta şöyle buyurmakta:

Ey insan! 

Ben kâfîyim, yeterim! 

Bir başkasının yardımını vasıta kılmaksızın da sana bütün haberleri, hem de sebepsiz olarak veririm.

Ben kâfîyim, yeterim!

Ben sana ekmeksiz tokluk, ordusuz, askersiz beylik veririm.

Bahar olmaksızın sana nergis ve nesrin veririm. Kitap ve üstad olmaksızın da sana bilgi veririm, sanat öğretirim.

Ben sana kâfîyim! 

Sana ilâçsız da sıhhat ve afiyet veririm. Mezar ve kuyuyu meydan hâline getiririm.

Musa’ya bir asâ ile öyle bir cesaret ve kuvvet veririm ki, bütün bir âleme kılıçlar vurur.

Musa’nın eline öyle bir nur, öyle bir güç veririm ki, güneşe bile tokat atar.

Bir değneği, yani Musa’nın asâsını yedi başlı öyle bir ejderha yaparım ki, ne dişi bir yılandan doğmuştur, ne erkek yılanın tohumundan gelmiş­tir.

Ben Nil suyuna kan karıştırmam, gücümle onun suyunu kan hâline getiririm.

Senin neşeni de, Nil suyunu kana döndürdüğüm gibi, gam hâline getiririm de neşelerin bulunduğu tarafa yol bulamazsın.

Sonra tekrar îmânını yenilersen, îmâna kavuşursan yine Firavun’dan yüz çevirirsin,

Allâh’ın rahmet Musa’sının karşısına gelmiş, kan olarak akan Nil nehrinin onun feyzi ile tekrar su olduğunu görürsün.

Allâh’a olan îmânını kaybetmedikçe, ona olan mânevî sevgi bağını gönlünde sakladıkça; zevk Nil’i, neşe Nil’i hiçbir zaman kan olmaz.”

Bütün mesele;

–Allah bana yeter, gerçeği ve şuuru.

Yetmez mi hiç?

O’ndan başka herkes muhtaç. Her şeyde muhtaç olanlar neye yeter ki! Hiçbir şeyde muhtaç olmayan, sonsuz hazineler ve kudretler sahibi neye yetmez ki!

Evvelemirde işte bunu idrâk etmek, insanlığın yegâne kurtuluşu.

Beşeriyetin şuuruna;

Her fırsatta Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı yakmaya yeltenenlerin peş peşe sökün ettiği bugünlerde bu idrâk lâzım. 

İdrak eden bilir ki:

Dünyanın asırlardır şâhit olduğu büyük bir gerçek var. Hazret-i Mevlânâ, onu şöyle ifade eder:

“Lutf-i Mevlâ’nın, Hazret-i Muhammed Mustafâ je va‘dettiklerinin hulâsası şudur: 

Sen ölsen de Kur’ân ve İslâm dîni ölmez!

Sen’in kitabını, Sen’in mûcizeni Ben yüceltirim! 

Kur’ân’a bir şey katılmaya, Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye Ben engel olurum!

Ben, Sen’i iki dünyada da korurum. 

Sözlerini kınayanları terk eder, on­ları hor ve hakir bir hâle koyarım!

Kimsenin Kur’ân’a bir harf ilâve etmeye ve bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir! 

Sen Ben’den daha iyi bir koruyucu arama!

Sen’in şeref ve şânını günden güne artırırım. Sen’in adını altın ve gümüş üstüne bastırırım!

Sen’in için; 

Mescidler, minberler ve mihrablar yaptırırım! Sevgi sayesinde sana öyle lütuflarda bulunurum ki, Sen’in kahrın Benim kahrım olur. Yani Sen’in sevdiğin Benim sevdiğim olur; Sen’in sevmediğin de Benim sevmediğim sayılır!

Şimdi; 

Sen’in adını korkudan gizli anıyorlar, namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar.

Lânetlenmiş müşriklerin korkusundan, dînin yer altında gizleniyor.

Ben ufukları minarelerle dolduracağım, onun üstünden Sen’in şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana âsî olanların iki gözünü kör edece­ğim!

Sana tâbî olanlar; şehirler alacaklar, mevkiler bulacaklar. Sen’in dînin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır!

Ey Mustafâ! 

Sen dîninin, hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma! Biz onu kıyâmete kadar bâkî kılacağız!”

Sözün burasında Hazret-i Mevlânâ, O’nun âşık bir ümmeti olarak Rasûlullah j’i ve O’ndaki gerçeği cân u gönülden tasdik eder ve bu tasdiki de O’na hürmetle takdim eder:

“–Ey bizim büyük Peygamberimiz! 

Sen sihirbaz değil, sâdık bir pey­gambersin, Allâh’ın elçisisin, Musa ile aynı vazifeyi paylaşmışsın!

Kur’ân Sen’in için peygamberin asâsı gibidir; kâfirlikleri, küfür inançlarını ejderha gibi yutar!

Sen toprak altında yatmış uyumuşsan, söylediklerini, yani hadîsi ve Kur’ân’ı, Musa’nın asâsı gibi bil!

Sen’in dînine kastedenler, Sen’in Kur’ân ve hadislerine el uzatamayacaklardır. 

Ey peygamberlerin şâhı! 

İçin rahat olarak mübârek bir uyku ile uyu!

Sen mezarında uyur gibisin, fakat nûrun göklere vurmuş, Sen’inle savaşa girişecekler için savaşa hazırlanmış!

Felsefecinin din aleyhinde söylediği sözlere, Sen’in yay gibi olan nûrun oklar yağdırır, onu susturur!”

Asr-ı saâdet ve İslâm tarihi bu yönde vakti geldikçe gerçekleşen vaatlerin ve tecellîlerin misalleriyle dolu.

Gören gözler ebediyyen âşık ve hayran.

Görmeyenler ise, iki dünyada da mahrum ve perişan.

Bu bakımdan;

İnsanoğlu kimi ve neyi görmesi, kimi ve neyi görmemesi gerektiğini iyi bilmeli.

Çünkü;

İsteyerek ya da istemeyerek şu gözler yığınla fotoğraf çekiyor. 

Bunların toplamından da kendisine bir fotoğraf seçiyor veya karma bir şahsiyet fotoğrafı oluşturuyor. 

Şayet;

Çektiği fotoğraflar içinde kötü bir tip varsa ve onu örnek almışsa, ona göre şekilleniyor. 

Bazen;

Hiç konuşmadığı bir kimse, en konuştuğu kimseden daha çok yön veriyor kişiye. 

Sebep?

Benliğini kuşatan bir özenti ve hayranlık! 

Hayran bir şekilde kişi, kendisini neye kaptırmış ise yönünü o belirlemekte. Buna göre şahsiyetlere menfî veya müsbet yön veren levhalar;

Kimisinde huylar,

Kimisinde duygular,

Kimisinde kaygılar,

Kimisinde zaaflar,

Kimisinde aşklar,

Kimisinde mükemmellikler,

Kimisinde alçaklıklar,

Kimisinde rezaletler,

Kimisinde fazîletler,

Kimisinde şeytanlar,

Kimisinde melekler,

Kimisinde peygamberler, 

Kimisinde firavunlar ve ebû cehiller olarak tezâhür etmekte.

Bu yüzden;

Kimisi bir başkasının sadece bedenen şu kadar metre havaya zıplamasını, ya da şu kadar metre atlamasını, ya da şu kadar paytaklık yapmasını kendisine hayat nümûnesi olarak seçmekte ve ömrünü sadece ona gömmekte. 

Bir de;

Buna yığınla felsefe üretmekte.

Maalesef, bu fânîdeki üç nefesi böyle ziyan etmek, bunu da kâr zannetmek, ne acı! 

Ahsen-i takvîm yaratılan bir varlığın, yüce şahsiyetine cüce bir yön verilmesi, ne tuhaf!

Daha kötüsü, 

İyilikten uzak kişilerin yön vermesi.

Daha kötüsü, 

Zâlimlerin ve düşmanların yön vermesi.

Daha kötüsü;

Şahsiyeti akılda değil de kılda zanneden bir gençlik üretilmesi.

Sevapları değil günahları çare zanneden bir mantık uydurulması.

Doğruları değil yalanları süsleyen tezgâhlar ve bitmek bilmeyen bomboş îzahlar.

Sefil ve rezil dünyanın tek yaptığı;

Firavun ve sihirbazları gibi sadece göz boyama.

Zerre zerre dikkat kesilmeli:

•Nesillere yön verenler kim? Kimler?

•Şahsiyetler hangi yöne doğru, nasıl bir tablo oluşturuyor? Niçin? 

•Hayatı oyuncakla geçen bir şahsiyet, nasıl bir karakterdir?

•Hayatı eğlenceden ibaret zanneden bir karakter, nasıl bir şahsiyettir?

•Kimler şahsiyetlere yön vermeli?

Düşmanlar mı, dostlar mı?

Bilgi yüklü câhiller mi, irfan ve hikmet dolu ârifler mi?

Çenesi kusmuklu Apostollar mı, ağzından bal damlayan Yûnuslar mı?

Ruh dünyamıza ve gönül iklimimize türlü türlü tuzaklar kuran sahte gülücüklü hâinler ve yalancılar mı, yoksa kalpleri yeşerten ve kişilikleri girdaplardan kurtarıp mîraçlara kanat açtıran sâdıklar ve sâlihler mi?

•Kimler nesillere yön vermeli?

İşgalciler mi, Fatihler mi?

Zâlimler mi, merhamet sahipleri mi?

Satanistler mi, Edebâlîler, Ebussuudlar, Nâbîler, Şâh-ı Nakşibendler, Hüdâyîler mi?

•Kimler nesillere yön vermeli?

Vatanı satanlar mı, yoksa uğrunda can veren şehidler mi?

Kimler?

Cehennemlikler mi cennetlikler mi yön vermeli göz nûru evlâtlara?

Cevaplar;

Çene itibarıyla, her zaman olması gereken noktada yoğun.

Uygulama itibarıyla ise, ne yazık ki bize yabancı ve düşman bir dünyanın sinsi mühendisliğiyle üretilmiş içi mikroplu fakat dışı çok câzip şablonlar ve formatlara körü körüne kuyruk ve hiç olmaması gereken eksenlerde yoğun.

İçler acısı tablolar çok. 

Bakmaya kıyamadığımız nice ciğerpârelerimize, maalesef karanlık zulümlerin cilâlı ve süslü perdeleri o şablonlarla yön veriyor bugün. Gözler sonsuzluğun temâşâ edildiği hakikat pencerelerine kasıtlı olarak asılan kirli perdelere bakıp da nûr-i ilâhîye âmâ kalıyor ve yüz geri ediyor, Hakk’a sırt dönüyor. Yanlış rotalarda cirit atmaya başlıyor. Heyhat! Attığı adımlar, incecik köprü olan sırattan düşüren gaflet adımları!

Devr-i câhiliyyeyi hortlatan bilgiç adımlar, neyin eğitimi?

Ne diye?

Oysa;

Nesle lâzım olan güç, Fatihlerin bileği,

O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği! (Seyrî)

O bilek ve o yürekle çağ açıp çağ kapatan ki bu millet,

Edebâlîlerin ve Osman Gazilerin, Akşemseddinlerin ve Fatihlerin, Ebussuud Efendilerin ve Kanunîlerin, Hüdâyîlerin ve Ahmed Hanların bir gönül olarak yön verdiği bir şahsiyete sahip olarak emsalsiz bir adâlet, merhamet ve rahmetle doldurdu bütün cihanı ve tüm asırları. Müjde-i Peygamber’le yoğurdu kıtaları, beldeleri ve de İstanbul’u. Fetih sancakları, hidâyet rüzgârlarıyla diyardan diyara esti, bereketlere vesile oldu.

Bu millet,

Yûnusların ve Mevlânâların, Fuzûlîlerin ve Bâkîlerin aşk ve şuur ikliminde yazdıkları hikmetli mısraların yön verdiği destanî bir karakter sergileyerek nice âbideler yetiştirdi.

Bu millet,

Ezan ve Kur’ân sedâları ile yoğrulmuş bir vatan sevdasının yön verdiği yiğit ve kahraman bir şahsiyet olarak hiçbir esâret tasmasına mağlûp olmadı, gerçek bir hür olarak yaşadı.

Bu millet,

Muhammedî bir muhabbetle ve şahâdetle kişilik kazanarak tarih boyu devâsâ düşmanlar ve haçlılar karşısında zaferden zafere koştu.

Yine aynı şuurla, aynı şevkle, aynı yolda koşanlara ne mutlu!

Yine şahsiyet âbideleri hâlinde yetişen nesillere ne mutlu!

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…