İstikbâli Kazandıran Âmil; EĞİTİMDE MİLLÎLEŞME

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Câhiliyye insanından, tarihin bir emsâline daha şâhit olmadığı muhteşem «asr-ı saâdet» cemiyetinin tesis edilmesine vesile olan âmil, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zâtına mahsus ihlâsı ile icrâ ettiği, bir benzeri daha olmayan keyfiyete sahip eğitim usûlüdür. Bu hususî usûlle öyle bir rûhî inkılâp meydana gelmiştir ki; zulmet içinde yaşayan, merhamet ve sevgi nedir bilmeyen taş yürekli insanlar bile kazandıkları melekî hasletlerle; «hangisine uyulsa hidâyete erilecek gökteki yıldızlar» mesâbesine yükselmişlerdir. (Beyhakî, el-Medhal, s. 164, Kenzü’l-ummâl, h. No: 1002) 

 

Bu öyle bereketli ve muhteşem bir örnek olmuştur ki; selef-i sâlihîn hazerâtı ve teselsülen onların izini takip eden sonraki nesiller, «İ‘lâ-yı Kelimetullah» aşkıyla asırlar süren şanlı bir rahmet medeniyetinin temsilcisi olmuşlardır. Öyle bir medeniyet ki; tevdî buyurulan ulvî dâvâ mûcibince sevgi, şefkat, merhamet, diğergâmlık, adâlet, vefâ gibi ferde kemâlât kazandıran hâssalarla temâyüz etmiş yüksek vasıflı insanlarca zirveye çıkarılmış; ilim, irfan, sanat, edebiyat gibi medeniyet unsurlarıyla yeryüzünü ve bütün insanlığı kucaklamış; adâletle huzura kavuşturmuştur.

 

Eğitim bir cemiyetin, milletin, medeniyetin devamını temin eden, istikbâlini kazandıran bir âmildir. 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“İlim talep etmek / öğrenmek her müslümana farzdır.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) buyurarak İslâmiyet’in şiârını ortaya koymuştur. Nitekim bir başka hadîs-i şerifte, insanın tutturması gereken istikamete şöyle işaret buyurulmuştur: 

 

“Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da ilmi destekleyen ol. Beşincisi olma, helâk olursun.” (Dârimî, Mukaddime, 26) Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, öğrenilecek ilmin muhtevâsına da; 

 

“Allâh’ım bana öğrettiklerinle beni faydalandır! Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi artır.” (Tirmizî, Deavât, 128) diye işaret buyurmuştur.

 

Nitekim hıristiyan âlemi, Orta Çağ’da karanlığı yaşarken; İslâm âlemindeki aydınlık altın devrin sebebi, bu şiâra azimle ve ihlâsla bağlılıktır. 

 

Şanlı medeniyetimizin son halkası Osmanlı devrinin göz kamaştıran ihtişamı da, Kur’ân-Sünnet çizgisinde tecessüm etmiş içtimâî bünye ve eğitime verilen önemdir. 

 

Nitekim devlet erkânının yetiştiği Enderun Mektebi’nde, hıristiyan kökenli nice başarılı devlet adamları da yetişmiştir. Güçlerini birleştiren Avrupa devletleri karşısında, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesi mukadder olunca; dünyevî ihtiraslarına râm olan sömürgeciler, insanlığı kan ve ateşe boğarak yeni bir câhiliyye devrinin bânîsi olmuşlardır; hem de teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlarla, öncekinden daha koyu ve şiddetli bir keyfiyetle.

 

Meşhur Tunuslu sosyolog ve tarihçi İbn-i Haldun (1332-1406)’un tesbitine göre; 

 

“Mağlûp taraf, gelişen hayranlık münasebeti ile, galibin hayat tarzını taklit eder ve kültürü yozlaşarak varlığını yitirir.”1 

 

Bu tenâkuzu, Mevlânâ Hazretleri; 

 

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; fakat, şaşılacak şey kuzunun kurda sevdalanmasıdır.” diye ifade eder. Nitekim bu «yeni dünya düzeni»nde, İslâm âleminde, umumiyetle böyle bir zillet hâli vâkî olmuştur. 

 

Mısırlı tarihçi Prof. Dr. Muhammed Harb bir mülâkatta şöyle anlatıyor: 

 

“Okullarda tarih kitaplarımızda Sultan II. Abdülhamid zâlim ve kan akıtmayı seven bir sultan olarak anlatılıyordu. 

 

Babam okuduklarımı duyunca; 

 

«Nasıl olur da müslümanların imamı, halîfesi kātil ve zâlim olur? Size okulda yanlış okutuyorlar.» dedi. 

 

Biz İngiliz sömürgesi altında 80 sene kaldık, onların yönetim şekilleri ve kültürleri bize yansıdı. Mısır’da Osmanlı demek, sömürgecilik demekti. Osmanlı hakkındaki «ihtilâlci, işgalci, sömürgeci…» ve benzeri sıfatların hepsini İngilizler koydu. Arap’ın ders kitabında İngiliz mantığının işi ne?..”2 

 

Müşâhade edilen husus odur ki; zâlim sömürgeci devletler tesir altına aldıkları bütün İslâm coğrafyasında, zâlim sıfatlarını şanlı medeniyetimize izâfe etmişlerdir. Ülkemizde de, maalesef bu asılsız iftiraların tesiriyle ecdâdımıza bühtanda bulunanlar görülmekte, sömürgecilerin emellerine hizmet edenler olabilmektedir. Yedi sene önce, 15 Temmuz’da yapılan kanlı darbe teşebbüsü, bunun bariz bir örneğidir. 

 

“Yiğit, düştüğü yerden kalkar.” derler. Şanlı ecdâdımızın fetih sancaklarını yeniden dalgalandırmanın, huzur ve adâleti bütün insanlığa şâmil kılarak mazlum milletlerin gözyaşlarını dindirerek Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmanın yolu, eğitim sistemine millîlik vasfını kazandırabilmekle, kendi adamını yetiştirebilmekle mümkündür. 

 

Eğitim meselesinde hedef; o milletin ve medeniyetin insanını yetiştirmek, inşâ etmek olmalıdır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız. 

 

•Allâh’ın Kitâb’ı (Kur’ân-ı Kerim) ve 

 

•Rasûlü’nün Sünnet’i.” (Muvattâ, Kader, 3) buyuruyor. 

 

Şimdiye kadar tatbik edilen sistemde, gençleri üniversite mezunu yapmanın esas alındığı; ancak bu ezberci usûlün, onların hayata atılmaları için yetmediği de müşâhede edilmektedir. İstikamet üzere bir neslin yetişmesi için, eksiklerin tamamlanması şarttır. 

 

Talebeye; 

 

•Muhakeme yapabilme, 

 

•Plân-proje hazırlama, 

 

•«Tahlil-terkip» mahareti, 

 

•Mücerredi kavrama kabiliyetleri kazandırılarak; geniş ufuklu, mesele çözücü sağlam bir meslek erbâbı (ehli) yetiştirilmelidir. 

 

Ancak asıl önemlisi de; yanlış yollarda heder olmaması, doğru istikameti tutturabilmesi için aidiyet şuuru ve hikmete vukûfiyetle, irfan penceresinden bakabilmesi sağlanmalıdır. 

 

___________________

 

1  Murat ERTEN, FLSF, c. 13, s. 26.

 

Altınoluk, sa. 449.