DÜNYAYI DA BİLMİYORLAR

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Geçtiğimiz aylarda haber mecralarında enteresan bir haber geçti: 

 

İsviçre’de öğretmenler, tuvalet eğitimini tamamlamamış çocukların sayısının artışından şikâyetçi. İsviçre Öğretmenler Federasyonu Başkanı Dagmar; 

 

“–11 yaşındaki çocukların bebek beziyle okula gelmesi endişe verici bir trend.” dedi.

 

Bu haberden ne diye bahsediyorum? 

 

Ona gelmeden önce hatırlayalım: 

 

Geçtiğimiz sayıda insanın bazı konularda sadece «îmân etmek» sûretiyle; kesin, güvenilir, sağlam bilgi sahibi olabileceğinden bahsetmiştik. 

 

Dünyanın gidişâtına dikkatle bakalım: 

 

İnsanın kendisine indirilmiş sağlam bilgiye, hakikate sırtını çevirip, sadece pozitivizm esaslı, yani insanın duyularına ve aklına dayalı bilim yöntemiyle elde edilmiş bilgiyi takip etmesi insanı ne hâle getiriyor!.. 

 

Rabbimiz, âyet-i kerîmede inkârcıların bilgileri hakkında şöyle buyuruyor:

 

“Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler.” (er-Rûm, 30/7) 

 

Âlimler dünya hayatının zâhirini bilmekten maksadın; dünya süsü, zevki ve nimetleriyle haşır neşir olmak, dünyadan kâm almaya çalışmak olduğunu söylemişler. İkinci yönünü; yani dünya hayatının asıl varlık sebebini, âhirete hazırlanmanın önemini kavramak ve ona uygun bir hazırlık yapma çabası içinde olmaktan gafil olduklarına -kınama üslûbuyla- işaret edilir. 

 

İnsanın âhiretten gafil olması, zannedilenin aksine dünyayı, dünya hayatını daha iyi bilmesini de sağlamıyor. Dünyaya da hedonizmpragmatizm vb. dünya görüşleri çerçevesinde bakmasına sebep oluyor. Hattâ bu şekilde dünyayı da alelacele talan edip tüketmesine yol açıyor. İnsanın dünyaya böyle bakmasının arkasında yatan sebep de kendini tanımaması… 

 

İnsan, kendini duyu organlarının ve aklının rehberliğiyle tanıyabilir mi? Tanımaya kalkarsa ne olur? 

 

Kendisini sırf zâhire bakarak; «tüysüz, kuyruksuz, dik durabilen, ellerini kullanabilen, kafatası büyük bir canlı türü» olarak tanımlarsa ne olur? Yukarıdaki haber bu duruma bir örnek. 

 

İnsanın kendini tanıma, kendine mânâ ve kıymet biçme yolunda bilgi kaynağı olarak sadece pozitivizme dayanması; onu yukarıdaki haberde bahsi geçen duruma düşürüyor.

 

Âyet-i kerîmelerde Rabbimiz; 

 

“…Onları tezkiye etsin…” diye insanlara peygamberler gönderdiğini bildiriyor. (Bkz. el-Bakara, 129, Âl-i İmrân, 164, el-Cuma, 2) 

 

Tezkiye kelimesi; her türlü arınma, inkişaf etme ve yücelmeyi ifade eden ihâtalı bir mânâya sahip. Görüyoruz ki, insan maddî pisliklerden bile arınmak için, peygamberin getirdiği hakikate muhtaç. 

 

Yukarıdaki haberin devamında; aynı problemin Amerika’da da yaşandığını, birçok ailenin çocuklarına temizlik eğitimi vermediğini bildiriyor. Yani batı eğitim âlemini meşgul eden bir mesele hâline gelmiş. 

 

Şaşırtıcı değil aslında. Zaten bu eğitim çok zordur, sıkı takip ister. Çocuğa sık sık hatırlatmak, durumunu takip etmek, bazen çocuğun ayak diremelerine rağmen vazgeçmemek gerekir. Bazı anneler yılgınlığa düşer, bezi tekrar takar. 

 

Bu zorluğun üstüne bir de psikologların; 

 

“–Aman sakın çocuğa baskı yapmayın, sonra psikolojisi bozulur.” diye korkutmaları eklenince iş iyice zorlaşır. Zaten zor olan eğitim, bir de suçluluk duygusu verir hâle gelir. Bu zorluklara rağmen eğitimi tamamlamak yerine, bezi bağlayıp çocuğu kendi hâline terk etmek çok daha câziptir. Hele de anne çalışıyor, eve yorgun argın geliyor, çocuğuna eğitim vermeye enerjisi kalmıyorsa. 

 

Burada asıl mesele bazı annelerle, eğitimcilerin ve psikologların fikir çatışması meselesi değil. Temizlik terbiyesi çocuğa verilen ilk eğitimdir ve daha sonraki terbiyeler de temel mantığını aynı esastan alır: 

 

“İnsan diğer canlılar gibi değildir. Birçok hususta terbiye almalıdır. Nefsine hoş gelen başıboşluktan vazgeçip kendini kontrol etmeli, pisliklerden arınmalıdır.” 

 

Bu pislik; maddî olduğu gibi, mânevî de olabilir. Meselâ iffet temizliği için, arzularına göre serbestçe yaşamaktan vazgeçmek gerekir. Helâl lokma ile iktifâ etmeli, insan hâricindeki mahlûkat gibi önüne ne gelirse midesine doldurmamalıdır. Rûhen îmanla, ibâdetle, takvâ ile arınıp; içgüdülerini dizgin altına alıp, hayvânî başıboşluktan uzaklaşmalıdır. 

 

Bugün insan; bilgi kaynağı olan îmâna sırt çevirdiği için, kendisi hakkında da kafası karışık vaziyettedir. Hayatın hemen her alanında bu kafa karışıklığını görmek mümkündür. 

 

Yeni model câhiliyye, mâneviyat sahasında da en az kadîm câhiliyye kadar hurâfeci. Bugün pastanın üzerindeki mumlara üflerken, dilek tutarsa dileğinin yerine geleceğine veya kâinâta mesaj gönderdiğinde arzularının gerçekleşeceğine inanan bir kişinin, binlerce sene önce tapınağa adak sunarsa işlerinin yolunda gideceğine inanan kişiden ne farkı var? 

 

New Age öğretileri adı altında pazarlanan sahte mâneviyat ürünleri; hakikati insan aklının ve sezgisinin kendi kendine bulabileceği veya eskiden kalma inançlardan bir şeyler alıp, sentezleyebileceği, istediği gibi yorum katabileceği kabulüne dayanıyor. 

 

Kur’ân-ı Kerim kadîm câhiliyyenin putperestliğini ve hurâfelerini tenkit ederken bunların sadece; «zandan ibaret olduğunu» (en-Necm, 28) bildiriyor. Böylece insan aklı ve sezgisinin de güvenilir bir bilgi kaynağı olmadığını ilân etmiş oluyor. 

 

Rabbimiz aynı sûrenin 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde;

 

“Bunlar sizin ve atalarınızın putlara taktığı boş isimlerden ibarettir. Allah onlara öyle bir yetki ve güç vermemiştir. Onlar (putperestler) sadece kuruntularına ve şahsî arzularına uyuyorlar. Oysa şimdi onlara Rablerinden bir yol gösterici gelmiş bulunmaktadır. İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki?” buyurarak; “Bir inancın arzu ve heveslere uygun gelmesinin hakikat olduğu mânâsına gelmeyeceğini” bildiriyordu. Aslında bu âyet-i kerîmeler, günümüzün epistemoloji tartışmalarına son noktayı koyacak olan sapasağlam hakikati beyan etmiş oluyor. Bilgi felsefesi ekollerinin ifrat ve tefrite savrulan bütün görüşlerini ve boş tartışmalarını berhava edecek beyan: 

 

“Zan asla Hakk’ın (Hak’tan gelen gerçek bilginin, hakikatin) yerini tutamaz.” (en-Necm, 28) 

 

İnanırken seçici olmak, inancımızı değerli kılar. Neye hiç şüphe duymadan inanıyoruz, neyi reddediyoruz? Kaidelerimiz olmalı… 

 

Hakikat çok kıymetlidir. Kimsenin hatırına fedâ edilebilecek bir şey değildir. 

 

Böyle kafaların karışık olduğu bir çağda en çok ihtiyacımız olan şey, hakikati hakikat bilmek. Bizler sapasağlam hakikate sarılan; aslı, mesnedi şüpheli olan şeyleri asla hakikatin içine katıp karıştırmayan kişiler olarak güven vermeliyiz.