Yüce Dâvâ İçin; EMÂNETİ PAYLAŞMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

 

 

Allah Teâlâ, yüce Zâtına halîfe olarak yarattığı insana; sonsuz rahmetiyle, gerekli bütün ihtiyaçlarını lutfederek yeryüzünde adâlet ve barışı teessüs ettirme vazifesini tevdî buyurmuştur. Şüphesiz bunun hayata geçirilebilmesi için, bütün insanların anlayış birliği içinde ve dayanışma rûhuna sahip olması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, bu hususa şöyle işaret buyurulur: 

 

“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık; tanışasınız diye sizi kavim ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13) 

 

Allah Teâlâ’nın, insana emânet olarak verdiği dünyanın her tarafı; işbirliği içinde kullanıldığı takdirde, hiçbir yer mahrum kalmadan, onun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sonsuz nimetlerle donatılmıştır. Öyle ki; denizleriyle, karalarıyla, dağları-taşları ile, çölleri-münbit arazileri ile, sıcak-soğuk iklimleri ile… Velhâsıl her bölgesi, kendi hususiyetlerine göre, farklı kaynakları ile bütün bir insanlık âlemine âmâde kılınmıştır.

 

Dayanışma ve bunun neticesi olan paylaşma, beraber yaşayan canlıların umumî hususiyetlerindendir. Bu tezâhürün, bitkilerde dahî görüldüğü tesbit edilmiştir. Mukaddes bir dâvâyı yüklenen insan ise; vazifesini hakkıyla îfâ edebilmek için, birlik ve beraberlik içinde bulunmak mecburiyetindedir. Bahis mevzuu keyfiyeti tahakkuk ettirebilmek için de, dayanışma şuuru ve paylaşma fazîletine sahip olmalıdır. Allah Teâlâ hikmetine binâen, insanları birbirlerine zimmetli olmaları gerekecek şekilde, farklı hususiyetlerle yaratmıştır. Bu vâkî olan zengin-fakir, âmir-memur, kuvvetli-zayıf… gibi içtimâî farklılıklar; birbirlerinin eksikliklerini tamamlayıp, rûhâniyet olarak kemâlât kesbederek beraberlik ve bütünlük içinde bir cemiyet vücuda getirebilmeleri içindir. Bu müsbet neticeyi hâsıl edemeyen cemiyetler; bu zâfiyetin bedelini iç kargaşalarla, sömürgecilere müstemleke olmakla ödemek mecburiyetinde kalırlar. Bu vâkıaya, merhum Mehmed Âkif şöyle işaret eder:

 

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

 

Paylaşmak; fedâkârlık, ferâgat, diğergâmlık, muhabbet, şefkat… gibi pek çok fazîletin bir muhassalasıdır. Bu davranış, şahsiyetin bu fazîletleri temessül etmesiyle ortaya çıkar. Her sarfedilen şey, aynı kıymeti hâiz olmaz. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e, hayrın kemâline eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyurulmasında, bu fevkalâde mühim hususa da bir işaret vardır. Bu âyet-i kerîme inince;

 

Ebû Talha -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelip; 

 

«–Yâ Rasûlâllah! En sevdiğim malım, Beyruhâ bahçesidir. Onu Allah rızâsı için sadaka ediyorum.» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

«–Aferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum…» buyurunca; Ebû Talha -radıyallâhu anh- bahçeyi akrabaları arasında paylaştırdı.” (Buhârî, Zekât, 24) 

 

Günümüzde, yardım kampanyalarında, baştan savma yapılan bazı yardımların, yapan için ancak ayıp olarak vasfedilebildiği bir vâkıadır.

 

Beşerî nizamlar, mal ve serveti, ferdin veya devletin mülkiyetinde kabul ederek; insanlara, dünyada tahayyül ettikleri sahte cennetlerin va‘diyle, onlara korkunç zulümleri revâ görmüşler; işkence ve savaşlarla oluk oluk kanlarını dökmüşlerdir. Hâlbuki mülk, onu yaratan ve yüce Zâtına halîfe kıldığı insana emânet buyuran Allah Teâlâ’nındır. İnsan da emânete riâyet ederek; onu, adâlet ve barış çerçevesinde insanlığın hayrına kullanmakla mükelleftir. Bu fazîlet Kur’ân-ı Kerim’de şöyle vurgulanır: 

 

“O takvâ sahipleri ki; bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134) 

 

Yardımlaşma tezâhürleri olan zekât, sadaka, infak, îsâr… gibi fazîletler; muhtaçların emânet bulunan vâriyetteki haklarıdır. Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetiyle ihsan buyurduğu nimetlerde; hak sahibi olanların payını, bencil nefsine tahsis etmek olan cimrilik, insan için yüzkarası bir davranıştır. 

 

Nitekim Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «bir insanın kalbinde hem îmânın hem de cimriliğin bulunamayacağını» (Nesâî, Cihâd, 8) ve; «cimrinin cennete giremeyeceğini» (Tirmizî, Birr, 41) ifade buyurmuştur.

 

Herkes servetindeki muhtaçların hakkını vermiş olsa, cemiyette yoksul kalmaz. Şanlı tarihimizde, bu hususa tam riâyet edildiği devirlerde, zekât verilecek insan bulmakta müşkülât çekildiği zamanlar yaşanmıştır. Bir cemiyet için dayanışma ve yardımlaşmanın kıymetini ifade bâbında, Türkistanlı filozof ve ilim adamı Fârâbî (872-950)

 

“Fazîletli şehrin birinci hususiyeti, insanların yardımlaşmasıdır.” der. 

 

Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN de, bu fazîletin geniş şümûlü ile alâkalı olarak şu tesbiti yapar: 

 

“En basit yardımlaşma «tebessüm»dür.” Halk irfânımız, paylaşmanın hikmetini, atasözü olarak; 

 

“Dertler paylaşıldıkça azalır; sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.” diye ifade etmiştir. Her bakımdan «en güzel örnek» olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allah için vermenin kıymeti hakkında; 

 

“… O hâlde (sadece bir hurmaya bile sahip olsanız) artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10) buyurur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le aynîleşme gayretinde olan ashâb-ı kiram hazerâtının, bu fazîlete erişmek için, fakir olanların hemen dağlara gidip odun keserek, parasını infâk etme gayretleri, tarihin kaydettiği insanlık için göz kamaştırıcı fazîlet örnekleri cümlesindendir.

 

Kıymet bakımından; harcanan meblâğın kemiyetinden ziyade, keyfiyeti mühimdir. Bu hususla alâkalı olarak; 

 

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

«–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.» buyurmuşlardı.

 

Ashâb-ı kiram; 

 

«–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?» diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi: 

 

«–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan birini tasadduk etti (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu). Diğeri (ise hayli zengin biriydi); o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.» (Nesâî, Zekât, 49) 

 

Buyurulan bu îzâha göre; Allah Teâlâ için tasadduk etmek sadece zenginler için değil, herkes için bir vecîbedir. Bununla alâkalı olarak; 

 

“Tatlı aşın yoksa, tatlı sözün olsun.” atasözümüz, meselenin bu yönüne işaret etmektedir. Cemiyette bulunması gereken yardımlaşma şuuru, şanlı medeniyetimizde, ihdâs edilen vakıflarla diri tutulmuş; asırlarca, içtimâî yapıda zâfiyet tevlid edecek hiçbir boşluğa, çatlağa mahal verilmemiştir. 

 

Ülkemizin uğradığı, asrın felâketi olarak vasfedilen 6 Şubat depreminde; cemiyetimizde müşâhede edilen birçok zâfiyet emârelerine rağmen, ganî gönüllü halkımızın hâdise duyulur duyulmaz hemen hazırlanan yardım konvoylarıyla yollara düşmeleri, milletimiz için bir iftihar vesilesi olmuştu. Bu şefkat ve merhamet seferberliğini gıpta ile anlatan bir Japon gazetecinin; 

 

“–Keşke biz de böyle bir fedâkârlık şuuruna sahip olsaydık.” demesi, halkımızın şanlı ecdâdımızın vârisi olmayı hak ettiğinin bir delili olarak görülmelidir. Bugünün şartlarında dünyamız çok küçülmüştür. Kurdukları «yeni dünya düzeni»nde, gücü ele geçirmiş sömürgeci devletlerin zulmü sebebiyle, geniş bir mazlumlar coğrafyası fakirliğe, kargaşa ve iç savaşlara mahkûm edilmiştir. Şükretmek gerekir ki; şanlı bir medeniyetin müktesebâtına sahip olan ülkemiz, mahdut imkânlarına rağmen barış ve adâletin tesisi için elinden gelen gayreti göstermekte ve muhtaç ülkelere en fazla yardımı yapmaktadır. Sömürgecilerin bütün engellemelerine rağmen, ülkemiz mazlumlar coğrafyasının elinden tutma azmini sürdürmektedir.

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mü’minin cemiyet içindeki vaziyetini şöyle ifade buyurur:

 

“Mü’minler kendi aralarında, binadaki birbirini destekler hâlde bulunan yapı taşları gibidirler.” (Buhârî, Salât, 88) Yardımlaşma, infak, tasadduk, paylaşmak… gibi fazîletler, cemiyeti sağlamlaştıran harç mesâbesindedir. 

 

Ülkemiz, şanlı ecdâdımızdan tevârüs ettiği yüce «Nizâm-ı Âlem» dâvâsını güdebilmek yolunda; hem içtimâî bünyesini güçlendirmek hem de mazlumlara ümit olabilmek için, bu yüksek fazîletlerle donanmaya mecburdur.