YOLDAŞLIK HUKUKU

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Güzel dînimiz, insana hakikati sözü en güzel şekilde kullanarak anlatır. Bu noktada «yol» üzerine teşbih ve istiârelerin çokça yer aldığını görmekteyiz. 

 

Fâtiha’da sırât-ı müstakîm / dosdoğru yola iletilmek niyazında bulunuruz. 

 

Sâlih amellerin, cihâdın, gayretlerin de kalıplaşmış bir zarfı vardır: 

 

Fî sebîlillâh! / Allah yolunda…

 

Allah yolunda infak, Allah yolunda cihad… 

 

Sırât; mahşer yerinde cehennemin üzerine kurulacak bir köprüdür ki, oradan geçebilmek cennete ulaşmak demektir. Bu korkunç köprü, kıldan ince kılıçtan keskincedir. Âhiret korkusuyla titreyen her Hak dostu gibi yine Yûnus’un tarifiyle:

 

Aldı beni ince yola,

İltdi Sırât köprüsüne,

Amelime yok mededim;

Allah Sana sundum elim!

 

Sırât’ın ince ve keskin olması, oradan geçmenin zorluğunu anlatır. Bir başka açıdan o Sırât, dünya hayatındaki sırât-ı müstakîm’in -tabiri câizse- mahşer yerindeki uzantısıdır. 

 

 

Dolayısıyla buradaki Sırât da ince ve keskindir. 

 

İnce Sırât köprüsü, genez imiş bu yolda,

Dosta giden kişinin doğruluktur çâresi. (Yûnus Emre)

 

“Dünyada Allâh’a hakkıyla kulluk vazifesi öyle zordur ki, Sırât köprüsü bile onun yanında geniş ve kolay kalır. Çünkü dosta giden yolda kişinin tek çaresi doğruluktur.”

 

Yolu incelten, hassâsiyetlerdir. Düz yolda direksiyon daha serbesttir. Fakat virajlar incelik ister. 

 

Dosdoğru yol alan bu virajlarda incelir,

Keskin kılıç Sırât ona meydan misâlidir… (Tâlî)

 

Her teşbih ve istiârede olduğu gibi yol hususunda da gerçeklerden mecâza yollar arayacağız. 

 

Yol, günümüzde tek başına da katedilebiliyor. Hâlbuki kadîm zamanlarda bu hemen hemen imkânsızdı. 

 

Adım başı tesisler olmadığına göre, yardımlaşarak yol kateden bir kervan zarureti vardı. 

 

Herkes yolu nereden bilsin? Delil / rehber / kılavuz lâzımdı. Yoksa İsrailoğulları’nın çölde kırk yıl dolaştığı gibi, dön dolaş aynı yerde yorulabilirdiniz. 

 

Yol demek yolkesen demekti. Şehirde gaspa yol bulamayan eşkıyâlar için, yollar pusu imkânıydı. Kalabalık olacaktınız ki kendinizi savunabilesiniz.

 

Bugün tek başına yol katedilebilir olması, aslında yine arka plânda yüzlerce insanın emeğiyle mümkün oluyor. Yollarda yön levhaları, aydınlatma imkânları, GPS hizmetleri, emniyet güçleri, kar kürüyen, trafik kazalarına müdahale eden vs. binlerce insan… İşte geçenlerde olduğu gibi bir toprak kayması olunca, yine tek başına yol almak imkânsız hâle geldi. Yollar kapandı. 

 

Tam da ferdiyetçiliğin bir yansıması: Görünmeyen insanların omuzlarında tek başına… 

 

Neyse mecâza dönersek, sırât-ı müstakîm duâsının cemî / çoğul kalıbıyla yapılmasının da işaret ettiği gibi, Allah yolunda toplu, cemaat / cemiyet, ümmet hâlinde olmak gerekiyor. 

 

Hem hakikat hem mecaz birleşti:

 

Peygamberimiz yola çıkacaklara en az üç kişi olmalarını ve aralarından birini emîr seçmelerini tavsiye ediyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 80) Çünkü bir baş olmazsa; fikir ayrılıkları o üçlüyü de ayırır, tek başına düşürür. 

 

Hem bir arada hem ayrıymış gibi olunur mu? 

 

Olunur. Yine bir hadîs-i şerif bunun bir tasvirini veriyor: 

 

“Allâh’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla, bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar;

 

“–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz.” dediler.

 

Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket, 6; Şehâdât, 30. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 12)

 

Temsilden hisse: Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker şart. Aksi takdirde gemi su alacak ve menzil-i maksûda varılamayacaktır. 

 

Peygamberimiz, yollarda oturmak isteyenlere de yolun hakkını vermek şartıyla izin vermişti. O şartlardan biri «iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek» idi. (Buhârî, Mezâlim, 22)

 

Asrımızda yükselen ferdiyetçilik ise, insanların birbirlerine «müdahale»lerinden hiç hazzetmiyor. Öyleyse aynı gemide yaşayan insanlar, yoldaşlarının îkazlarına gönül ferahlığıyla kulak verebilmeli. 

 

“–Sen kim oluyorsun ki!” ile başlayan nefsânî nutuklar yerine, kendini gözden geçirebilmeli. Aynayı ne zaman îcat etmiş olursa olsun; insanın kendine, kendi kusurlarına kör olduğunu unutmaması gerekir. Bu sebeple hakkındaki tenkit ve îkazları, derhâl; «haset, iftira, kumpas, saldırı» olarak görmek yerine «haklılık payı»na odaklanmalı. 

 

Dedikodu bir günahtır. Bir toplum ayıbıdır. Fakat bir taraftan da garip, dolaylı bir iletişim şeklidir. II. Abdülhamid Han; 

 

“Benim milletim söylemez, söylenir.” dermiş. 

 

Öyleyse âkil insanlar; haklarındaki söylenmelerden de söylentilerden de hisselerini almayı bilirler. Doğruysa doğruluk payından, niçin doğrudan yüzüne söylenmediğinden; doğru değilse niçin söylettiğinden, yani töhmet mevkilerinde olup olmadığından vs… Çünkü kendisi için hüsn-i zan isteyen kişi, muhatabından da hüsn-i zannı esirgememelidir. 

 

Modern insan ne acayip! Kendi kapı önünü nasıl kullanacağına, site kanununa istinâden, komşusunun karışabileceğini kabulleniyor da; soydaşının, dindaşının, yoldaşının kendisine bir hakkı söyleyemeyeceğini iddia ediyor. Aynı sitede yaşamak birtakım haklar veriyor da aynı milletten, aynı dinden, aynı zaman diliminde aynı gök kubbe altında yaşıyor olmaktan doğan bir hak yok mu? 

 

 

Bir incelik de münker ile ayıp arasında. Nehy-i ani’l-münkere teşvik eden dînimiz; ayıp aramaktan men ediyor, tecessüsü yasaklıyor, hattâ tesadüf edilen ayıpları setretmeyi bir fazîlet addediyor. 

 

Yani bir dedektif gibi, münker arayıp nehyetmeye çalışmak, aynı kervanda yaşamayı güçleştiren şeylerdendir. 

 

Burada îkazlarda gizliliğe riâyet de ayrı bir hakikat. 

 

Peygamberimiz’in bazı ashâbını herkesin içinde uyarmış olması elbette bir örnektir. Fakat O’nun, yaşadığı çağda tesadüf ettiği ve ettiği varsayılan her münkeri ıslah etmek vazifesiyle mücehhez bir nebî olduğunu da unutmamak gerekir. Yine ardından din ve ahlâk esasları bırakması gereken bir Rasûl olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Fıkhın asla başınıza gelmesini istemeyeceğiniz öyle maddeleri vardır ki; onlar isimleriyle, cisimleriyle bazı ashâbın hakkında nâzil olan âyetler ve vârid olan hadislerle kayda geçmiştir. Onların böyle âşikâr ele alınmış olması, bir zarûretti. 

 

Yani münkerleri nehyetmekle ayıpları setretmek arasındaki dengeyi muhafazaya devam etmeli. 

 

Burada tefrik edici bir nokta: Hareket noktamız «mü’minlere nush» olmalıdır. Birine duyduğumuz gıcıklığı, nehy-i ani’l-münker kılıfıyla tatmin etmek büyük bir vebal olacaktır. Tesiri de sıfır olacaktır. 

 

Dün de bugün de münkeri nehyedenleri / kötülüğü eliyle, diliyle engellemeye çalışanları bekleyen bir tehlike «ayıplanma korkusu»… 

 

İç içe, değil mi? O münker sahipleri de ayıplanma korkusu içindeler. Buna tepki olarak ayıplama yolunu seçiyorlar. En hafif ifadesiyle; «Sana ne!» diyorlar. 

 

Ayıplanma korkusunu aşmak davetçinin büyük bir muvahhid sırrı. Peygamberimiz’in bey‘at aldığı maddelerden… 

 

Lâkin günümüzde bir problem, bir incelik daha var: Gettolaşmak. Fırkalaşmak. 

 

Bazı yolcular, öyle yollara giriyor, öyle kervanlara dâhil oluyorlar ki, onların münkerleri, kendilerinin âdeta ayırıcı vasıfları oluyor. Müntesibi oldukları yolun yanlışlarına yönelen kınamaları öyle duymaz, onlara öyle aldırmaz oluyorlar ki, kendi vaziyetleri devâsâ bir münker hâline geliyor. Üstelik kendi kervanlarının münkerlerine kör kesilen bu kişiler, başka kervanların nisbeten daha hafif hatalarıyla meşgul oluyorlar. Meselâ başkasının sandalyede kıldığı namazın cevâzını tartışırken; kendi kaptanının Cidde rotasından çıkmış, Bahama adalarına yönelmiş olduğunu hiç tenkit edemiyor.

 

Çünkü câhiliyyede olduğu gibi, kardeşini ne pahasına olursa olsun savunmak anlayışı var. En azından göz yummak, susmak hâli var. Yani nefsânî bir seçicilik: Kendi yoldaşına setr-i uyûb adı altında göz yumma… Başkasına nehy-i ani’l-münker adı altında yıkıcı tenkit!.. 

 

Hâlbuki dînimizde tebliğ, irşad ve infakta olduğu gibi, nehy-i ani’l-münkerde de yakından uzağa doğru gidilmeli değil midir? 

 

Şu iki kıtadan birincisi, bu menfî gettoculuğu, ikincisi ise doğru tavrı anlatıyor:

 

Kol kırılır kalır yenin içinde; 

Bizdense masumdur, mücrim de olsa… 

Eğer yoksa bile kanun içinde, 

Çıkarırız onu lâzım da olsa… 

 

Adâlettir benim Arş’ta değerim,

Ne demişti oku: Hak Peygamberim,

«Hükmü verilmişse kolu keserim,

Hırsız olan eğer kızım da olsa…»

 

Yol mânâsına gelen kelimelerden biri de tarîk. Sırât’ın çoğulu olmazken tarîkın turuk-ı aliyye terkibinde gördüğümüz gibi cemîsi var. Yani özel yollar. Bu özel yolların, yukarıda son olarak zikrettiğimiz sistem körlüğüne karşı dikkatli olması gerekiyor. 

 

Çünkü; 

 

Hissî yaklaşımlar, bu yolların hiç bozulmayacağı, ilâhî bir te’yid altında olduğu gibi bir duyguya bizi kaptırıyor. Böyle bir teminat var mı? Varsa o teminatın nişânesi aranmaz mı?

 

Hâlbuki; 

 

Günümüzde koca İran coğrafyasını şiîleştiren Safevî tarîkatı, saltanata dönmeden önce sünnî bir tarîkat idi. 

 

Bektâşîliğin başı ve sonu hakkında bildiklerimiz ortada… 

 

Günümüzde millî, akîdevî ve siyâsî büyük çıkmazlar içinde gördüğümüz bazı kişiler; doksanlı yıllarda mûteber birer müslüman yazar, aktivist, müftü vs. görülüyordu. Bu hususa o kadar çok şâhitlik ettik ki, kıymetli bir hocamız, tavsiye yazar vs. sorulduğunda; 

 

“–Vefat etmeyen kişileri tezkiye / tavsiye edemiyorum.” dedi. 

 

Bunları savrulmaya başladıkları anda, kollarından tutup îkaz edecek; nehy-i ani’l-münker âşığı dostları, müntesipleri, yoldaşları olmalı değil miydi? 

 

Bu noktada en büyük engel cesaretsizliktir. Kadîm âlimlerin en büyük hususiyeti hak ve hakikati söylemekteki cesaretleriydi. Kudretli Abbâsî halîfesi Harun Reşid meâlen diyor ki: 

 

“Her sene hacca gitmek istiyorum. Fakat orada Ömer soyundan bir adam var! Nefsime dokunan sözler söylüyor. O yüzden gidemiyorum!”

 

O âlimleri cesaretlendiren husus; «Hakkı söylemek mevkiinde olup da susanların mahşer yerinde ağızlarına ateşten gem vurulacağını» bildiren hadîs-i şerif (Tirmizî, İlim, 3) ve bu mevkide susanları «dilsiz şeytan» olmakla suçlandıran telâkkîdir. 

 

Yoldaş tabirini eskiden hususen solcular kullanırdı. Onlardan bir nükte:

 

SSCB liderlerinden Kruşcev, 1956 yılında Komünist Partisi’nin 20’nci kongresinde kendinden önceki devri yani Stalin dönemini ağır şekilde tenkit eder.

 

Konuşmasının bir yerinde, dinleyicilerden birisi Kruşcev’e bir kâğıt gönderir, Kruşcev kâğıdı alır, okur; 

 

“–Bu kâğıdı kim gönderdi?” diye sorar. Kocaman salondan hiç ses çıkmaz. Kruşcev, tekrar sorar, yine ses çıkmayınca kâğıdı okur. Kâğıtta şu sual vardır: 

 

“–Sen bu söylediklerini daha önce neden söylemedin, yani o devirlerde neden söylemedin, sen o devirlerde neredeydin?”

 

Kruşcev, cevap verir: 

 

“–Sen, şimdi neredeysen, ben de o zaman oradaydım!”

 

İşte nehy-i ani’l-münker doğru yoldan cesurca gerçekleştirilemeyince, böyle arka plân dedikodularına dönüşür. 

 

Yolu incelten, zorlaştıran şey hassâsiyetlerdir. İnceliklere riâyet edildiğinde yol kolaylaşır. 

 

Yolun ve yoldaşlığın içtimâî hukukundan bahsetsek de, yolun kendisi ferdîdir. Cenâb-ı Hak; «Huzûruma tek başına geleceksiniz.» buyurur. (el-En‘âm, 94)

 

Yolun ferdî incelikleriyle alâkalı şiirimizle sözü bitirelim:

 

Bir damladır beşer, ezelî gurbetindedir;

Yollar… Nehir misâli deniz hasretindedir…

 

Yollar… Hayâle sığmayacakmış kadar uzun,

Yollar… Ufuk ufuk çizilen resmi, sonsuzun…

 

Yollar… Bitip tükenmeyecek soylu mâcerâ;

Yollar… Semâya doğru Burak izli mâverâ…

 

Yollar sürükler insanı engin ufuklara,

Aldırmaz ansızın tükenen yolculuklara…

 

Yıllarca yılmadan yürümek, gök anahtarı,

Yollarlar arzın altına yoldan çıkanları…

 

Yol var, ayaklar altına düşmüş birer yılan,

Yol var, ömür yiyen lâbirent, eski bir yalan!

 

Yol var, cihanda kulları dîvâne gezdirir…

Yol var, adım atan kulu Dîvân’a erdirir…

 

Dümdüz gider cehenneme şeytan çığırları…

Mîrâca doğru aşmalı dimdik bayırları…

 

Yoldur, adım adım gelişen ruh vaziyyetim,

Hak yolda defnedilmek. Evet, tek vasiyyetim!

 

Yolsuzluğun felâketi, kaybolmadan fenâ…

Rabbim, yolun sonunda eriştir cinânına…

 

Yollarda yitmeyim diye Tâlî niyâz eder!..

İbnü’s-sebîle yardımı Kur’ân’ın emreder…