Asrın Çılgınlığı Kur’ân’a Savaş Açan Zavallılar KİRALIK VİCDANLAR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

  Niçin Kur’ân-ı Kerim yakılıyor?

 

Hiçbir şekilde muharref / tahrif edilmiş kitaplara dokunulmuyor. Birçok Uzak Doğu dinleri; Şintoizm, Hinduizm, vesâire şu bu, hiçbirinin kitaplarına dokunulmuyor. Niye Kur’ân’a dokunuluyor? 

 

Niye Kur’ân yakılıyor? 

 

Çünkü; 

 

Kur’ân-ı Kerim yegâne hak kelâm. Allâh’ın gönderdiği son ilâhî kitap. Muhtevâsı, insanlığın hayat reçetesi. Ebediyet yolcuğunda selâmete çıkaran bir hayat ve kurtuluş haritası. Tabiî bu da, nefsânî hayatı bertaraf edici bir mahiyet. Rûhânî istîdatları inkişaf ettirici bir mahiyet. Mes’ûliyetler ve ilâhî vazifeler ile kulu kemâle erdirici bir mahiyet. Hepsi de Allâh’ın kullarına ahsen-i takvîm bir insan şahsiyeti kazandıran özellikler. 

 

Lâkin âhirzaman dünyası;

 

Yeniden câhiliyye devrine döndü. Tek fark modernizm elbisesi. Böylece aynı câhiliyye, sanki muazzam bir ilerleme ve ilmî hamleler imiş gibi göründü. Amma İbn-i Haldun’un;

 

“Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” dediği şekilde bir tablo ortaya çıktı.

 

Yani;

 

Dünkü câhiliyye insanı Kur’ân-ı Kerim ile nasıl bir mücadele yaptı ise, bugünün câhiliyye insanı da aynı mücadeleyi yapıyor. 

 

Bu yüzden Kur’ân yakılıyor. Bu yüzden bâtıl ve sapkın fikirlere, bozuk ve aldatıcı inanışlara çok mâsumâne kılıflarla revaç verilerek insanoğlunu helâk eden bütün akımlar alkışlanırken, heyhât, İslâm’a özellikle hücum ediliyor. Teşekkür ve şükür ile mukabele edilmesi gereken bir nimete ve rahmete tam tersi bir davranış niye? Sebep, zamânenin bilgi küpüne sızdırdığı cehâlet zehri.

 

Bu cehâlet zehrinin yan tesiri de ana tesiri de, insanı ilâhî mes’ûliyetten uzaklaştırıp hüsrana sürüklemek. Onun için Kur’ân’ı yakmaya yelteniyorlar.

 

Aslında tek başına bu bile;

 

Kur’ân-ı Kerîm’in ne kadar muhteşem ve hak kitap olduğunu göstermeye kâfî. Dîn-i mübîn-i
İslâm
’ın yegâne hak din olduğunun ayrıca bir alâmeti ve delili.

 

Hakikaten;

 

Niye döne döne İncil yakılmıyor? Niye arada sırada Tevrat yakılmıyor?!. Niye yığınla bahaneler sıralanıp da Budistlerin ve Brahmanların kitapları yakılmıyor? 

 

Hakikaten;

 

Niye bâtıl kitaplar yakılmıyor da durmadan, ille bir zemin oluşturup da ısrarla ve inatla Kur’ân-ı Kerim yakılıyor?

 

Cevap için kafa yormaya gerek yok. Kur’ân’ın dışında hiçbirinin ne yankısı olur ne ağırlığı. Çünkü hepsi bâtıl ve geçersiz. Ama geçerli ve hak olana karşı yapılan; ayrı bir ses getirir, keskin bir yankı oluşturur ya, o yüzden, devr-i câhiliyye tekrar ediyor. Onlar da bugün yapılanların benzerlerini yapmışlardı. Her türlü saldırıyı denediler. Sonra ne oldu? Hepsi acziyet içinde kaldı.

 

O gün de bugün de Kur’ân’a karşı savaş açan tüm câhiliyye hamleleri, her dâim tuhaf bir zavallılığın bir tezâhürü. Farklı farklı tiplere, türlü türlü kimliklere şeytan tarafından verilmiş olan aynı sipariş, aynı zavallılık. Vicdanlar âdeta cehâlete kiralanmış. İblislerin verdiği vaatlere kapılmış o kiralık vicdanlarla Kur’ân’a açılan savaş ve inatla onu yakmak cehâleti, şimdilerde asrın çılgınlığı.

 

Gayr-i müslim tarafta;

 

–Tasvip etmiyoruz, cümleleri çok cılız çıkıyor.

 

–Ne yapalım bu da bir fikir hürriyeti, özgürlük, diye daha yüksek sesle çıkıyor. 

 

Onlardaki adâlet terazileri zulme çanak tutuyor.

 

Kur’ân’ı muhafazaya yönelik yüce hürmet yasak, ama yakmak gibi cüce bir nefret serbest.

 

Bu mel‘aneti işleyenler, üstelik resmî müsaadeli, kanunen izinli.

 

Tüm dünyanın gözü önünde. Herkese göstere göstere nefret kusuluyor. Kur’ân sayfaları yakılıyor. Oldu bitti bir hâdise değil. Plânlı, programlı, korumalı. Şartları oluşturuluyor, yaptırılıyor, yaktırılıyor. Hem de tekrar tekrar. Belli ki bir sürü gizli maksatlar var. Belli ki müslümanları tahrik etmek ve kontrolsüz bir çalkantı oluşturmak istiyorlar. 

 

Zavallılar.

 

Kiralık vicdanlar.

 

Şeytanın kaşıdığı körkütük bir nefret değil, gerçek ve hak olarak diyecekleri ve gösterecekleri bir şeyleri varsa, Kur’ân-ı Kerîm’e karşı onları ortaya koysunlar. Onda bir yanlışlık bulabilirlerse, onu iddia ve ispat etsinler. Nefreti, iftirayı, çamuru ve zâlimliği kullanarak değil akl-ı
selîm ve kalb-i selîm dengesinde adâletli bir terazi kullansınlar. Bu terazi, tabiî 
şeytanın kiraladığı vicdanların işine gelmez. Çünkü bu terazi ile hareket edildiğinde tarihten bugüne hem Hazret-i Kur’ân hem Hazret-i Peygamber j hakkında inanmayanların cenâhından bile sadece hayranlık ifadeleri döküldü.

 

Meselâ La Fayette (ö. 1834). 1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan bir filozof. Bütün hukuk sistemlerini inceledikten sonra Peygamberimiz’in şahsında İslâm hukukunun üstünlüğünü şöyle itiraf etti:

 

“–Ey şanlı ve büyük insan! Sen ne kadar takdir edilsen azdır! Çünkü Sen adâletin ta kendisini bulmuşsun. (Hiçbir adâlet, Sen’in gerçekleştirdiğin adâletin mükemmelliğine ulaşamadı!)” (Kâmil MİRAS, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289)

 

İngiliz yazar Thomas Carlyle’ın değerlendirmesi, aynı hayranlıkta:

 

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.” dedi.

 

Kezâ 1979’da batı dünyası, insanlık tarihinin en müessir şahsiyetlerini araştırdı. Bütün istatistikler bir bilgisayara yüklendi. Netice insanlara en tesirli şahsiyetin Hazret-i Muhammed Mustafâ j Efendimiz olduğu ilân edildi. Hem de gayr-i müslimler tarafından.

 

Tarih, bunun sayısız misalleriyle dolu.

 

Zaten;

 

Kur’ân’ın nâzil olduğu yıllarda da yaşananlar ve neticeleri, baştan sona ilâhî mûcizenin emsalsiz tecellîleriyle dolu. İlk anda ortaya çıkan bütün devr-i câhiliyye refleksleri, her dâim önce acziyetle, sonra hayret ve hayranlıkla, sonra da nasiplere göre teslîmiyet ve rahmetle noktalandı.

 

Kur’ân’ın karşısında en büyük edipler de, en büyük şairler de lâl oldu. Arab’ın bütün dâhîleri donup kaldı. Edebiyat fuarları sıfırlandı. Yarışmalarda birinci seçilip Kâbe’nin duvarlarına şiirleri asılan meşhur İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi Kur’ân âyetlerini dinleyince yerinden sıçradı. Ondaki erişilmez ve ulaşılmaz fesâhat ve belâgat karşısında dili tutuldu. Hayretle dedi ki:

 

“–Asla bir insan sözü değildir bu kelâm. Bu varken kardeşimin şiirlerinin Kâbe duvarında durması kesinlikle doğru olmaz. Onları indirip sadece bu kelâmı asmalı.”

 

Ardından kardeşinin şiirlerini Kâbe duvarından kendi elleriyle indirdi. Böyle olunca ondan daha alt seviyede olan diğer muallakat şiirleri de tek tek kaldırıldı. (Ahmed Cevdet Paşa, I, 83)

 

Dolayısıyla;

 

Hiç kimse çıkıp da aynısını yazabilmenin iddiasına kalkışsa da ispatı içinde olamadı. Bütün reddedişler, bunu başaramamanın gafleti ve hırsından öte geçemedi.

 

Bugün de aynı. Değişen hiçbir şey yok. 

 

Kur’ân’ın kudreti ve muhteşemliği karşısında âciz kalanlar, inkâr ve zulmü tercih ediyorlar. 

 

Ancak;

 

Bu tercihler, sahiplerine dünyada da âhirette de utanç ve pişmanlıktan başka bir şey kazandırmadı. 

 

Bu gerçeği;

 

Yine Kur’ân yakanlar, bilhassa görmeli. Onlar, dün Grandük Notaras’ın;

 

İstanbul’da kardinal şapkası (hotozu) görmektense, Müslüman Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..” ifadelerini tefekkür edip de utanmalı!

 

O Kur’ân yakanlar, Martin Luther’in;

 

“Yâ Rabbî! Müslüman Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” cümlelerini düşünüp de utanmalı!

 

Kur’ân’a karşı hürmetsizliğe sebebiyet verenler de, ayrıca utanmalı.

 

Utanmayanlar hakkında ise millî şairimiz Mehmed Âkif’in şu mısraları ne kadar mânidar:

 

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! 

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! 

Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne! 

Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne! 

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

 

Hele i’lânı zamanında şu mel‘un harbin, 

«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın;

O da, Allâh’ı bırakmakla olur.» herzesini, 

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini,

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!

 

Fakat;

 

Her şeyden önce bütün mesele, Hazret-i Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber j’in sünnetine sımsıkı sarılmak, yaşamak ve yaşatmak. Tıpkı Hubeybler gibi.

 

Recî Vak‘ası’nda Hazret-i Hubeyb esir düştü. Onu şehîd edeceklerinde sordular:

 

–Senin yerinde Muhammed olsaydı da seni serbest bıraksaydık ister miydin?

 

Bu suâli soran Mekke hâkimi Ebû Süfyan ve avenesi idi. Hazret-i Hubeyb, hepsine «vah zavallılar» dercesine baktı ve dedi ki:

 

–Bırakın şu an benim yerimde O’nun olmasını, Medine’de ayağına bir diken batmasına bile râzı değilim!

 

Ebû Süfyan afalladı ve şunu demekten kendini alamadı:

 

“–Ben dünyada Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilen başka hiçbir kimse görmedim!” (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

 

İşte bu sevgi;

 

İnsanlığa rahmet ve şifâ olarak gönderilen Kur’ân ile âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül ikliminde yeşeren bir sevgiydi. Ölümsüz bir aşk idi. Vesile-i cennet idi. Ebedî bir kurtuluş idi. 

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et,

 

Âmîn…