Raybden Yakîne; ENFORMASYONDAN BİLGİYE…

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Allah Teâlâ Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde buyurur ki: 

 

“Elif. Lâm. Mîm. 

 

Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce Kitap, müttakîler için bir hidâyet rehberidir. 

 

Ki onlar gaybe îmân eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar. 

 

Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere îmân ederler. 

 

Âhiret gününe ise yakînen inanırlar. 

 

İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.”

 

Bu âyet-i kerîmelerde Rabbimiz bütün Kur’ân-ı Kerîm’in özetini verircesine; felâha, yani selâmet ve saâdete erişmenin yolunu ve erişecek olanların vasıflarını özetliyor. Bu özet bilgide, içinde müslümanca düşünmenin en önemli umdesi olan bir şifre veriliyor: 

 

Müslüman olarak; en birinci, en güvenilir ve şüphe etmeden tâbî olacağımız bilgi ve haber kaynağımız Rabbimiz’in indirdikleri; Kitap, Sünnet ve onları açıklayan ilimler, hikmetlerdir. İçinde bulunduğumuz çağa bakışımız da bu temel umdeye uygun olmalıdır. 

 

Epeyce bir zamandır bir moda var; içinde bulunduğumuz çağa «bilgi çağı» deniliyor. Bu ifadede; sanki insanlık bu çağda cehâletten bilgiye çıkmış, daha evvel bir şey bilmezmiş de her şeyi şimdi öğrenmiş gibi bir dünya görüşü dayatması mevcut. 

 

Aslında Türkçeye yanlışlıkla bilgi çağı diye tercüme edilen ifadenin aslı «enformasyon çağı.»
Enformasyon ise fakirleşen Türkçede pek çok mânâyı ifade etmek zorunda kalmış bilgi kelimesinin doğru karşılığı değil. Daha çok belli bir konudaki malûmatın aktarılmasını, yayılmasını ifade etmeye daha elverişli bir kelime. Zamanımızda, dijital teknolojinin de etkisiyle; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, lüzumlu-lüzumsuz demeden her türlü malûmatın alabildiğine yayılmasını anlatıyor. 

 

Bu çağ; aslında doğru, sağlam ve lüzumlu bilginin kuru gürültü arasında kaybolduğu bir câhiliyye çağı. Evet, nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu çağda Mekke şehrinde az sayıda hanif, birkaç ehl-i kitap, birkaç fazîletli insan hakikati bilse de hayata hâkim olamıyordu. 

 

Allâh’ın beytini putlarla dolduranlar; 

 

Hacca gelenleri mağdur ediyor, 

 

Yetim hakkı yiyor, 

 

Asabiyet ve kan dâvâsı uğruna yıllarca kan döküyor, 

 

Kız ve erkek çocuklarını öldürüyordu. 

 

Bu yapılanlara râzı olmayanlar vardı ama engel olmaya güçleri yetmiyordu. Günümüzde de benzer bir durum var. 

 

Zamanımızda birçok konuda farkındalıklar, hassâsiyetler ve aktiviteler var; ama bir yandan da felâkete sürükleniyoruz, kimse durduramıyor. Evet felâkete sürükleniyoruz. Kuraklık, seller, orman yangınları gibi haberlere konu olmuyor ama asıl kuraklık ruhlarda. Asıl yanıp yok olan, eşref-i mahlûkat olan insanoğlu. Moda akımların seline kapılıp iki cihanda perişan olanlar bizim evlâtlarımız. 

 

Gencecik fidanlarımız; içi boş fikirlerin, yaldızlı sözlerin peşinde ziyan olup gidiyor. Belki dünyanın atmosferi de isyan ediyor bu hâlimize. «Yeter artık!» diyor. Hâl diliyle bu tüketimin, bu israfın, -en önemlisi- geleceği düşünmemenin, günü birlik yaşamanın fecî âkıbetini hatırlatmaya çalışıyor. 

 

Evet insanoğlunun câhil, gafil ve düşüncesiz olduğunun alâmetidir, âkıbeti düşünmeden sadece anlık arzulara göre yaşayıp gitmek. Herhangi bir işin sonucunu düşünmek, ona göre tedbir almak, küçük bir arzu uğruna büyük zararlara yol açabilecek temayüllere uymaktan, hatalı kararlardan kendini alıkoymak ise akıl ve basîret alâmetidir. 

 

Akıl kelimesinin devenin dizini bağlamaktan geldiği söylenir. Deve kalkıp gitmesin, diye dizini bağlamak; bir nevi işin sonunu düşünüp tedbir almanın müşahhas bir örneğidir. Deve başıboş nefsin arzularının bir misali kabul edilse, onun rastgele hareket etmesine mâni olan kaideler, sınırlar, ölçüler de bir nevi diz bağı gibi bir şeydir. 

 

Bu sebeple;

 

Bizim lisânımızda aklın ölçüsü, «nefsi hâkimiyet altına almak, takvâlı olmak»tır. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-;

 

“Akıllı; nefsini hâkimiyet altına alıp, ölümünden sonraki ebedî hayat için hazırlanan kimsedir…” (İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyuruyor. 

 

Takvâ; sağlam bilgilerle, hassas ölçülerle, kötü âkıbetten sakınmanın ifadesidir. Âyet-i kerîmede İslâm dîninin kaynağı olan bu Kitâb’ın ve tatbikinin müttakîler için hidâyet olduğu bildiriliyor. 

 

Aklın ölçüsü kötü âkıbetten korunmak ise; en akıllı insan tavrı, kaçınılmaz son olan ölümden sonrası için doğru kararları vermek. Bunun için ne yapılması gerektiği ile ilgili sağlam bilgilere sarılmak. 

 

Âyet-i kerîmelerde müttakîlere rehberlik yapacak bu Kitâb’ın bir hususiyeti de; «içinde hiçbir -rayb- şüphe olmaması.» Tefsirlerde «rayb» ifadesinin, «yakînin zıddı» olduğu bildiriliyor. 

 

Yakîn, aslında kesinlikle bilmek demek. Âlimler, bilginin derecelerini sıralarken; yakîni vehimden, şüpheden, zandan uzak kesin bilgi olarak en üst sıraya koymuşlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde müttakîlerin bir sıfatı da; «Âhiret günü hakkında yakîn sahibi olmak.»

 

Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, yakîni «tam îman» diye tarif etmiş. (Buhârî, Îmân, 1) Bu ifadenin Kur’ân-ı Kerim’de kullanılışı, insanoğlunun bazı alanlarda sadece îmân etmek sûretiyle bilgi sahibi olabileceğine işaret ediyor. Meselâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:

 

“Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek (kadar şiddetli) o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (el-Müzzemmil, 17)

 

 O gün için tedbir almak, azâba ve rezilliğe sebep olan hâllerden sakınmak, va‘dedilen cömertçe mükâfatlara nâil olmak için o gün bizden ne isteneceğini bilmek gerek. Âhiret hakkında ve o güne hazırlanmak hususunda sağlam bilgilere sahip olmanın tek yolu da kulak verip dinlemek, inanmak, elden geldiği kadar hayata geçirmek. 

 

Esasen inanmak insan için en fıtrî bilgi edinme yoludur. İnsanların çoğu bilgilerin büyük birçoğunu deneme yanılmalarla, araştırma yöntemleriyle, şüphe ve eleştiri metoduyla elde etmez, kabul ederek edinir. Zaten herkesin her şeyi araştırma imkânı yoktur. O kadar uzun bir ömür, üstün bir zekâ, doğru düşünme metodu vs. herkese nasip olmaz. 

 

İnanmak çocukların bile yapabileceği kadar kolaydır. Hattâ bir yerde çocuk gibi mâsum, bozulmamış ve kirlenmemiş bir fıtratın işaretidir. 

 

İnsanları şüpheci hâle getiren; yalanın, hilenin ve sahteliğin yaygınlaşmasıdır. Bunların hiç olmadığı bir dünyada şüpheci olmak psikolojik bir hastalık sayılırdı. 

 

Esasen psikoloji ilmi de mantıklı bir sebep olmaksızın şüpheci olmayı, kimseye güvenmemeyi hastalık belirtisi olarak kabul eder. Meselâ psikiyatrik hastalıklarda yaygın görülen psikozlardan biri, paranoyadır. Tam bir paranoya durumunda; herkes aynı şeyi söylese bile hasta yine inanmaz, güvenmez. 

 

Sağlam aklın bir kaidesi, bir yalan üzerinde sözleşmesi mümkün olmayan çok sayıda kişinin aynı haberi getirmesi durumunda ona inanmaktır. Meselâ kutuplarda buzla kaplı yerler olduğunu çok az insan bizzat görmüştür. Atomu, galaksileri, hücrenin organellerini vs. hiçbirimiz bizzat görmedik. Ama inanırız, çünkü bunların var olduğunu söyleyenlerin böyle bir şeyi uydurmasında şahsî bir menfaatleri yok. Öyleyse inanmamak aşırı ve yersiz bir şüphecilik olur. 

 

Âhiret haberini bize getiren sayısız peygamberler de bir yalan üzerine sözleşmesi mümkün olmayan ve bu haberden bir menfaat elde etmeyen şahıslar. Tam tersine çok büyük tehlikeleri göze alarak ve fedâkârlıklara katlanarak; fânî hayatlarını bu vazifeleri uğruna fedâ etmiş, üstün ahlâk ve şahsiyete sahip zâtlar olduğu sağlam senetlerle nakledilmiş… 

 

Düşünelim ki; çöllerin arasında kurulu bir şehirde, yetim olarak dünyaya gözlerini açmış bir genç. Zekâsıyla, yüksek ahlâkıyla büyük itibar kazanmış. İyi bir aileye mensup ve talihli bir evlilik yapmış, hatırı sayılır bir tüccar olmuş. Neden durduk yere bu dünya refahını ve itibarını tehlikeye atsın? 

 

“Ben şairim, çok güzel şiir yazıyorum!” diye ortaya çıksa, herkes onu alkışlardı ama insanların zoruna gidecek şeyler getirdi. 

 

Hâris el-Muhâsibî’nin er-Riâye eserinde naklettiğine göre, câhiliyye devrinde insanlar eğilmekten hiç hoşlanmazdı. Hattâ ayakkabısının bağı kopan biri, eğilip almaktansa orada bırakırdı. Bu yüzden rükû ve secde etmeyi nefislerine kabul ettirmeleri pek zor olmuştu. Sadece namaz için eğilmek bile böyle zor gelirken; infak, oruç, hicret, cihad ve asabiyeti bırakıp kardeş olmak gibi nice nefse zor gelen hükümleri tebliğ ve tâlim ettirmek hiç kolay değildi. Hangi insan; kendi uydurduğu bir haber uğruna, bu kadar çileye katlanır?!. 

 

Bunları düşünen bir insanın; vahiy ve nübüvvet hakkında şüphe duymaması, tam bir îmanla inanması gerekir. İnanmıyorsa, bu sağlıksız ve yersiz bir şüphedir. 

 

Şüphe etmediği hâlde alâka göstermiyorsa, bu kadar büyük bir habere ilgi göstermemek de akıllı insana yakışır bir hâl değildir. 

 

Şimdi tekrar düşünelim; 

 

Akıl, bilim, ilerilik çağı mı yoksa şeytanın yeni süslerle süslediği eski câhiliyye çağı mı? 

 

Bilgi çağı denilen bu câhiliyye çağında, insanoğlu; en sağlam, faydalı ve lüzumlu bilgi kaynağına sırt çevirmiş, kimisi lüzumsuz, kimisi yanıltıcı, çoğu kuru gürültü bir sürü malûmat arasında bocalayıp duruyor. Hâlbuki böyle ömür çürütürken, kaçınılmaz son olan yakîn yani ölüm gelip çatacak. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de yakîn kelimesi aynı zamanda ölüm için de kullanılıyor. Çünkü ölümle birlikte artık inanmaya gerek kalmıyor, zaten ayne’l-yakîn yani gözle görmek sûretiyle hakikat bilinecek. Rabbimiz; 

 

“Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz!) (el-Kıyâme, 1-2) buyuruyor.

 

O gün her nefis sahibi kendini kınayacak. 

 

“–Yazıklar olsun bana ki bu konuda bir şeyler konuşuluyordu, kulağıma gelmişti ama nefsime hoş gelmedi diye sırt çevirdim, ilgilenmedim. Şimdi ise çok geç kaldım.”

 

İşte Rabbimiz bunun için uyarıyor. “Araştırın bulun!” demiyor; uygulamaya hazır, eksiksiz, sağlam ve tutarlı bilgi veriyor. 

 

Vicdanlarımız da şâhittir ki; 

 

Fıtratımıza uygun olan, uygulanması imkânsız olmayan, en üstün tatbikatı yaşanmış olan bir yol, bize kurtuluş yolu olarak önümüze çizilmiş. Yol belli, rehberleri önümüzde, yol arkadaşları mevcut. Artık bahanemiz ne? 

 

Lüzumsuz enformasyonların işgali altındaki ruhlarımıza bir tefekkür vesilesi olması temennîsiyle…