RÜKÛDA İNFAK

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

İlk müslümanlardan Ebû Zer el-Gıfârî -radıyallâhu anh-, müslüman olduğunu ilân edince Mekkeli müşrikler tarafından öldüresiye dövüldü. Ertesi gün bu hâdise tekrarlandı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun üzerine; ona, kabîlesinin yanına dönüp onları İslâm’a davet etmesini emretti. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın gayretleriyle Gıfâr kabîlesinin yarısı müslüman oldu. Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’ye gelerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulundu. Cihaddan cihâda, hayırdan hayra koşan bu aziz sahâbî, ilmî olarak da ashâbın önde gelenlerindendi. Ebû Zer -radıyallâhu anh-, Temmuz 653’te Medine yakınlarındaki Rebeze’de vefât etti. 

 

*

 

Kendisi anlatır:

 

“Bir gün Allah Rasûlü -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle namazı kıldık. Mescide bir dilenci geldi ve oradakilerden sadaka istedi, fakat kimse sadaka vermedi. Dilenci ellerini göğe kaldırdı ve; 

 

«–Ey Allâh’ım, ben şahâdet ederim ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mescidinde sadaka istedim ama kimse bana bir sadaka vermedi.» dedi. Hazret-i Ali o sırada rükûda idi. O, dilenciye sağ elinin küçük parmağındaki yüzüğü işaret etti. Dilenci de gelip onun parmağındaki yüzüğü aldı. Hazret-i Ali’nin işaretini ve dilencinin yüzüğü alıp gidişini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de gördü ve; 

 

«–Ey Allâh’ım, kardeşim Musa Sen’den istedi ve; 

 

‘Rabbim göğsüme inşirah ver, işimde bana bir ortak ver. Kardeşim Harun’la beni kuvvetlendir…’ dedi. Onun hakkında vahiy indirildi; 

 

‘Senin pazını kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize hükümranlık vereceğiz.’ 

 

Ey Allâh’ım, ben de Sen’in peygamberin, safiyyin Muhammed’im. Benim sadrıma da inşirah ver, işimi kolaylaştır. Ailemden bana bir vezir ver, Ali’yi; onunla benim sırtımı güçlendir.» diye duâ etti. Allâh’a yemin olsun, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha duâsını bitirmemişti ki Cibrîl geldi ve; 

 

«‒Ey Muhammed oku: ‘Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasûlü ve namaz kılan, rükû etmiş hâldeyken zekât veren mü’minlerdir.’» (el-Mâide, 55) âyetini iletti.” (Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XI, 26)

DERS VERELİM DERKEN DERS ALDILAR

 

İsmail Hakkı Bursevî, Eylül 1653’te Edirne’de doğdu. İlk tahsilini Edirne’de gördü. Celvetî tarîkatına intisâb etti. Daha sonra İstanbul’da fıkıh okudu. Bursa’ya giderek Ulu Cami’de dersler verdi. Otuz yıldan fazla Bursa’da bulunduğu için «Bursevî» diye meşhur oldu. Osmanlı ordusuyla Nemçe ve Erdel seferlerine katılarak askerlere moral verdi. «Rûhu’l-Beyân» adlı tefsiri meşhurdur. Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde yüzden fazla kitap ve on binden fazla manzûme kaleme alan velûd müellif, bu özelliğini; 

 

“Hak Teâlâ bu kulunu kitâbetle müptelâ etmiştir.” diyerek ifade eder. 

 

Gönül adamı, âlim, mutasavvıf ve şair İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, 20 Temmuz 1725’te Bursa’da vefât etti. Kabri, kendi yaptırdığı Câmi-i Muhammedî’nin avlusundadır.

 

*

 

Rûhu’l-Beyân adlı eserinde şöyle bir nükteye yer verir:

 

İbrahim bin Edhem -rahmetullâhi aleyh- bir grup arkadaşıyla birlikte idi, gündüzleri çalışıp onlara harcardı. Akşamleyin oruçlu olarak bir yerde toplanırlardı ve İbrahim bin Edhem her seferinde işten geç dönerdi. Arkadaşları bir akşam birbirlerine; 

 

«–Gelin bu akşam da iftarı onsuz yapalım, geldiğinde kendisine yiyecek bir şey kalmadığını görür ve bundan sonra zamanında gelmeye çalışır.» dediler. İbrahim dönünce arkadaşlarını uyur vaziyette buldu. Kendi kendine; 

 

«–Zavallılar, herhâlde yiyecek bir şey bulamadılar.» dedi. Ve oradaki undan bir miktar alıp yoğurdu. Fırının ateşini yaktı ve yoğurduğu çöreği fırına attı. İbrahim dirseklerini toprağa koymuş ateşi üflerken arkadaşları uyandılar ve ne yaptığını sordular. İbrahim, arkadaşlarına; 

 

«–Kendi kendime; ‘Bunlar herhâlde akşam yemeğini bulamayıp uyudular.’ dedim. Çörek hazırlanana kadar da sizi uyandırmak istemedim.» dedi. Arkadaşları mahcup bir vaziyette birbirlerine; 

 

«–Bir bizim yaptığımıza bakın, bir de onun yaptığına…» dediler.” (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 3, s. 271)

OKLU KİRPİLER 

 

Feridüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh-, 1142 ya da 1145 yılında Nişâbur’da doğdu. Eczâ ve tabâbet ilmi tahsil etti. Yaşadığı bir hâdise üzerine aktar dükkânını kapatarak tüm zamanını tasavvufa yöneltti. «Dîvân» ve «Tezkiretü’l-Evliyâ» adlı eserlerinin yanında; «İlâhînâme, Esrarnâme, Musîbetnâme, Hüsrevnâme, Mantıku’t-Tayr» adlı mesnevîlerini kaleme aldı. 1221’de Nişâbur’da vefât etti. Kabri, İran’dadır. 

 

*

 

Feridüddîn Attâr Hazretleri anlatır:

 

“Vaktiyle, bir dergâhta hizmet eden talebelerden biri, bir gün hocasına dedi ki:

 

«–Efendim, zât-ı âlînize elimden geldiği kadar hizmet etmeye, teveccüh ve muhabbetlerinizi kazanmaya gayret ediyorum. Fakat dergâhtaki bazı kardeşlerimiz farklı fıtratlarda. Onların davranış ve sözleri beni çok rahatsız ediyor. Bu şekilde birçok kardeşimiz de bazılarından rahatsız oluyor. Bu sebeple dergâhtan ayrılmayı düşünüyoruz. Müsaade buyurursanız, hizmete dışarıdan devam etmek istiyoruz.» 

 

Bunun üzerine hocası buyurdu ki:

 

«–Evlâdım, beni iyi dinle! Soğuk bir kış sabahı idi. Her taraf buz kesiyordu. Hayvanlar soğuktan telef olmamak için birbirlerine sarılıyorlardı. Bir kirpi sürüsü de donmamak için birbirine sarıldı. Az sonra, okları birbirlerine batınca ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip geldiler. Nihayet arkadaşının oklarının acısına tahammül edebileceklerini anlayınca birbirlerine sımsıkı sarıldılar ve böylece donmaktan kurtuldular. Yoksa hepsi de donarak öleceklerdi. İşte evlâdım; sizler de bu dergâhta birbirinizin oklarına tahammül ederseniz acı çekersiniz, hattâ bu acılar nefsinizi terbiye etmenize faydalı olur. Fakat; ‘Biz bazı arkadaşlarımızın oklarına tahammül edemeyiz, burayı terk ederiz.’ derseniz dışarıda donar, helâk olursunuz. Kararınızı buna göre verin.” Bu sözleri işiten talebeler; hep beraber tevbe edip, dergâhtaki hizmet ve vazifelerine devam ettiler.

 

KUR’ÂN SÖNMEZ GÜNEŞTİR

 

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 1876’da Bitlis’te doğdu. Medrese tahsili gördü. 1907’de İstanbul’a geldi. İlim erbâbıyla görüştü. Birinci Dünya Harbi’nde memleketini müdafaa esnasında yaralanıp Ruslara esir düştü. Üç sene sonra kaçarak kurtuldu. Memleketin içinde bulunduğu çalkantılı siyâsî hayatta devlet ricâli ona da zulmü revâ gördü. O ise Risâle-i Nûr külliyâtını kaleme alarak tahkîkî îmânı korumak ve güçlendirmek için tek başına bir mektep oldu. Mücadeleyle geçen ömrü 23 Mart 1960’da nihayete erdi. 

 

*

 

Bediüzzaman Van’dayken Vâli Tahir Paşa bir gazetede şu büyük haberi ona göstermişti: “İngiliz Meclis-i Meb‘ûsan’ında Müstemlekât Nâzırı, elindeki Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta: ‘Bu Kur’ân, müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden almalıyız; yahut müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.’ diye hitâbede bulunmuş. İşte bu haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstîdâdı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi harika inâyet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havâdis üzerine: ‘Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim.’ diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 38)

 

 

Merhum Kadir MISIROĞLU da bir dostuna şöyle bir hâdise anlatır;

 

“Trabzon’a «Abrakadabra» diye bir sihirbaz gelir. Merkezî bir yere sahne kurup toplanan kalabalık içinden gönüllü kimseleri sahneye davet eder. Gelenleri bir maharetle uyutur. Lâubâlî sözler söyleyerek toplanan kalabalığı güldürür. Ardından sahneye gönüllü olarak bir delikanlı gelir. Sihirbaz ne kadar uğraşsa da delikanlıyı uyutamaz. Kalabalığa mahcup olur. O esnada delikanlının cebine elini atar, cebinden Kur’ân-ı Kerim çıkar. Bunun üzerine delikanlıya dönerek; ‘Şimdi seni uyuturum.’ der.”

 

Bu hâdiseler biz mü’minler için ibret vesilesi olduğu kadar Kur’ân’a hizmete, o yolda gayrete, fedâkârlığa  ve Kur’ân’ın hükümlerine daha sıkı sarılmaya vesile olmalıdır. Said Nursî Hazretleri’nin gönlünden taşan îman bizim gönlümüzden de taşmalı değil mi? Şair ne güzel söyler; 

 

Sen aşkını yerden göğe bağla,

Bin dert çekerek bağrını dağla!

 

Sen ömrünü cennetlere vakfet,

Keyfetme sakın kupkuru bağla!

 

Sen çölleri zümrüt edeceksen,

Peygamber’e uy, sel gibi ağla!

 

Gündüz gece gayretle nihâyet,

Deryâ kesilen şevk ile çağla! 

 

Kur’ân’a sarıl göz göze Seyrî,

Allâh’ı görürsün, bu çerağla!..