GÜN BATIMI TERENNÜMLERİ

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

 

Âkif, taşlara dikkatlice basarak ilerlemeye çalışıyordu. Güz mevsiminde ağaçlardan kopan dal parçaları, dökülen yapraklar; kış ve bahar aylarında suyun çoğalmasıyla birlikte taşınmaya başlıyor, çer çöpün bir kısmı kıyıda birikiyordu. Biriken bu parçalar irili ufaklı taşların aralarını dolduruyor ve zemini düzmüş gibi gösteriyordu. Şayet dikkatli olmaz ve bu yığınlara basarsa, bir anda ayağını iki taş arasında sıkışmış bulabilir, ciddî bir şekilde yaralanabilirdi. Neyse ki kazâsız belâsız suyun kenarına gelebilmişti. 

 

İki gün önce köyüne, baba evine gelmişti. Yorgunluğunu atmak, kafasını dağıtmak, sıkıntılardan biraz da olsa kurtulmak için zihninden birkaç yer geçirmiş ve nihayetinde burayı tercih etmişti.

 

Göksu, Orta Toroslardan doğup Akdeniz’e dökülen bir nehirdi. Masmavi rengiyle insanı büyüleyen bir yanı vardı. Bazen sessiz ve sakin, bazen ise hırçın ve gürültülü akardı. Lâkin kimsenin canını yakmaz, hattâ seyredenlere huzur verirdi. Yeşil vadinin ortasından akıp giderken, farklı renklerin kucaklaşabileceğini; kavgasız, gürültüsüz ve beraber yaşanılabileceğini sessiz sedâsız anlatmaya çalışıyordu. 

 

Başına dokunan çınarın dalına baktı. Yaprakları, bir üzüm yaprağı gibi tazeydi. Bu yılın sürgünüydü belli ki… Yaz mevsimi olmasaydı çoktan hapşırmaya başlardı. Küçüklüğünden beri, çınar yaprağı tozuna karşı alerjisi vardı. 

 

Nehrin kenarındaki çınarların sayısı, diğer ağaçlara nazaran çok daha fazlaydı. Buralarda bu ağaca deli kavak derlerdi. Dalları, semer kaşı ve özellikle de hafif olması sebebiyle kürek sapı için kullanılırdı. Dizdeki kireçlenmeyi giderdiği için şehirde oturan bazı tanıdıkları, zaman zaman bu taze yapraklardan birkaç poşet isterlerdi. 

 

Çınarın pek tanıdık yaprağı var.

Bir zarîf el gibi beş parmağı var. (Tâlî)

 

Dal, bazen sağa sola bazen de aşağı yukarı doğru sallanıyordu. Daldaki yapraklar ise, bir insan elinin duâdaki hâli gibiydi. Tamamı gökyüzüne bakıyordu. 

 

Yapraklar hafifçe kıpırdarken belki dileklerini Yaradan’a iletiyor, belki de insanların anlayamayacağı bir dilde rüzgârla dertleşiyorlardı. 

 

Ayaklarının yanında ise küçük boylu kamışlar, eğir otu, biraz ilerisinde ise sazlar ve hasır otları vardı. Her biri kendi âleminin bir ferdi iken diğer yandan bu muhteşem âhenge, renkleri ve desenleriyle katkı sağlıyorlar, toprağın ne kadar cömert ve müşfik olduğunu gösteriyorlardı.

 

Etrafına şöyle bir baktı, baktıkça gözleri buğulandı. Buraların yabancısı değildi. Neredeyse dört bir yanında bulunan her kayanın gölgesinde, her ağacın altında bir hâtırası vardı. 

 

İşin hiç bitmediği, çalışmanın bir gölge gibi insandan hiç ayrılmadığı, yoğunluktan bahçelerin bile gece geç saatlerde sulandığı, birçok işin beden gücüne dayandığı çocukluk ve gençlik yıllarında, her ne kadar köylerine yedi-sekiz kilometrelik bir yer olsa da yılın birkaç ayının geçirildiği yerlerdi buralar. 

 

Temmuzun ortasından itibaren iki ay kadar, haftanın üç günü sabah namazı sonrası rahmetli babasıyla beraber kocaman incir ağaçlarındaki meyveleri toplamaya gelirlerdi. Birkaç ağaç öğleye kadar sürerdi.

 

Sepet sepet toplanan incirler eve götürüldüğünde bir elemeden geçirilirdi. Satılacak olanlar sandıklara, yola dayanamayacak ve yenebilecekler selelere konur, daha fazla hırpalanmış, dağılmak üzere olanlar ise serilerek kurutulmak için bir kenara ayrılırdı.

 

Ekim ayının başından itibaren ise aile fertlerinin hepsiyle birlikte sabahın ayazında yola çıkılır, kırk beş dakikalık bir yolculuğun ardından tarlaya gelinir, akşama kadar zeytin toplanırdı. Bu iş, en az bir ay sürerdi.

 

Her ne kadar bahçe bir başkasına ait olsa da; sulanması, budanması, ağaçların diplerinin kazılması, terslenmesi, zeytinin toplanması gibi işlerin tamamı ailesine aitti. Toplanan tonlarca zeytin, bahçe sahibiyle yarı yarıya paylaşılırdı. 

 

Çuvallanan veya sandıklara konulan zeytinler, yağmur yağıp nehrin suyu çoğalmadıysa kıyıdan kıyıya gerilen ip sayesinde karşıya geçirilir, oradan katırlara yüklenerek evlerine götürülürdü. Su çoğalmışsa iki kilometre kadar ötedeki asma köprü sayılabilecek merdiven tarzı bir demir köprüden zar zor, bin bir zahmetle geçirilirdi. Bu da bir hayli vakit alırdı. 

 

Akşam evde dinlenmek imkânsızdı. Yemeğin hemen sonrasında gündüz toplanan zeytinlerden yarısı bir kenara ayrılırdı. Ailesinin payına düşenlerden sağlam olanlar gece yarılarına kadar bıçaklarla çizilerek, taşlarla kırılarak ağzı geniş büyük bidonlara doldurulur, üzerine bidonları dolduracak kadar su ilâve edilerek zeytin kurma işi tamamlanırdı. Sonraki günlerle -iki hafta kadar- suları günlük veya gün aşırı değiştirilir, son suya tuz konur ve tatlanmaya bırakılırdı. 

 

Yumuşamış olanlar farklı bir kaba konularak, ilerleyen günlerde yağ fabrikasına götürülmek için biriktirilirdi. 

 

Daha neler neler yaşanmıştı buralarda. Hepsini yâd etmek saatler hattâ günler alabilirdi.

 

Saatine baktı. İkindi namazı vakti gireli birkaç dakika olmuştu. Abdestli olduğu için düz bir yer bulup hemen namazını edâ etti. 

 

Nehrin içinde kıyıya bir metre kadar yakında bir kaya parçası vardı. Üzerine oturup hem düşünmek hem de ayaklarını suya sokup serinlemek istedi. Ayakkabısını ve çoraplarını çıkarıp bir zıplayışta kayanın üzerine çıktı. İkindi olmasına rağmen güneşin harareti hâlâ hissediliyordu. Başını gölgeye denk getirerek oturdu. Ayaklarını suya sarkıttı. Bir-iki dakika geçmeden vücuduna bir serinlik yayıldı. 

 

Suya baktı. Suyun taşa çarptığı yerlerde küçük girdaplar oluşuyordu, üzerinde ise dal parçaları, yapraklar ve küçük otlar birbiriyle yarışıyormuşçasına ilerliyorlardı.

 

Bu nehir, şu kadîm yatağında kaç asırdır akıp gidiyordu. Aktıkça farklı kaynaklardan az veya çok demeden besleniyor, beslendikçe de geçtiği yerlerde Hakk’ın «el-Muhyî» isminin aksi olarak toprağa can veriyor, tohumları filizlendiriyor, meyve, sebze ve ağaçların büyümesini sağlıyordu. Bunun yanında hayvanlardan böceklere birçok mahlûkatın su ihtiyacını karşılıyordu. 

 

Bugüne kadar kaç kişinin düşüne girdiğini, kimlerin hayallerine şâhitlik ettiğini, hangi dertlilerin ağıtlarını, hüzünlerini dinlediğini, hangi sevdalıların türkülerine eşlik ettiğini kimse bilmezdi. 

 

Akdeniz’e döküldükten sonra hangi dağlardan fışkıran, hangi ovaları geride bırakan, hangi topraklara hayat sunan, hangi kavurucu çöllerin bağrını yararak menziline ulaşan birçok suyla karışıyor, benliğinden geçip hiçliğe bürünerek Akdeniz’de kayboluyordu. 

 

Bir süre sonra farklı bir hâlde yeni bir macera başlıyor, göklere doğru yola çıkıyordu. Yoğunlaştıktan sonra bir araya gelen su damlacıkları yağmur olarak yeryüzüne düşüyor, canlı cansız her varlığa rahmet oluyordu. Bu bitmeyen yolculuk kim bilir kaçıncı kez tekrarlanıyordu. 

 

Gözlerini kapattı. Suyun sesini dinlemeye başladı. Dinledikçe rahatladığını, rahatladıkça yorgunluğunu attığını fark etti. Bu ses, damlarken bir başkaydı, yağarken başka, akarken daha da bir başka. Su sesi… Bu ilâhî nağme; mâverânın sükûnet ikliminden aldığı bir avuç huzuru, insan yüreğinin tam orta yerine bırakıyordu. Böylece rûhuna kök salmış, insana sıkıntı veren her şeyi tutunduğu yerden söküp atıyor, gönlün yükünü hafifleterek insana huzur veriyordu. 

 

Ecdâdının su sesiyle, şifâhânelerdeki hastaları tedavi ettiğini okumuştu. Mecnunlar, su sesini dinleye dinleye bir süre sonra mânevî âleme dalarak suyun; «Allah!.. Allah!..» zikrini duyuyor, duyduğu zikre gönül diliyle katılıyorlardı. Gönlün, Allâh’ın zikriyle mutmain olduğu bir yerde de zihnî marazlardan kurtularak iyileşiyorlardı belki de…

 

Bu sesi dinledi, dinledi. Bütün düşüncelerini zihninden tamamen uzaklaştırmış, iyice rahatlamıştı. 

 

Gözlerini açıp karşı kıyıya doğru baktığında bir zakkum gördü. Zakkumun önünde birkaç kök deve dikeni, hemen yanında pinar (piynar) çalısı ve çalının sağında da zeytin ağacı vardı. 

 

Biraz önceye kadar su için daldığı tefekkür âlemine şimdi de bu bitkiler için daldı. 

 

Bitkiler de insanlar gibi yapraklarıyla, gövdeleriyle, kabuklarıyla ve özleriyle farklı farklıydı. Her biri Hakk’ın «Hâlık» mührünü taşımaktaydı. 

 

Yerde ve göklerde bulunan hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını, her şeyin mutlak bir faydasının olduğunu biliyordu. Ancak kabuğundan geçip; bir bileni, ustası, üstâdı tarafından özündeki cevher ortaya çıkarılmadığında o şeyin faydasından mahrum kalınıyordu.

 

Deve dikeni (kenger otu) yaz aylarında yol kenarlarından taş ve çalı diplerine, bahçelerden tarlalara kadar birçok yerde sıkça görülürdü. Gelip geçerken yanlışlıkla dokunulduğunda bütün dikenler ve pıtraklar gibi can yakıcı olur, dokunduğu yeri kanatırdı. 

 

Özündeki cevherin farkında olmayan, yaratılış gayesinden uzaklaşan, «esfel-i sâfilîn/aşağıların aşağısı»na yuvarlanan insanlar da aynı dikenler gibi sürekli can yakar, yürekleri kanatırlardı. Zulümlerinden haz duyan, diğer insanların haklarını hiçe sayan, kuvvetiyle zayıfları ezen, şiddetten beslenen gafil hâldeki bu zâlimler, dünyalarındaki karanlığı ukbâya da taşıyarak kıyâmet gününde zifiri karanlıkta kalacaklarının farkında değillerdi. 

 

Gafil hâlde bulunmaktan ve zâlimlerden olmaktan Allâh’a sığındı.

 

Deve dikeninin arkasındaki zakkum, pembe renkli çiçekleriyle oldukça göz alıcı ve dikkat çekiciydi. İki metrelik boyuyla her ne kadar diğer bitkilere göre biraz kısa olsa da onların içerisinde hemen göze batıyordu. 

 

Köylerinde dere kenarlarında sıkça gördüğü bu bitkinin, rengiyle ve güzelliğiyle bazı kişileri etkilediği için sahile yakın yerlerde bahçelere süs bitkisi olarak ekildiğini görmüştü. 

 

Ancak çocukluğundan beri bildiği bir şey vardı Âkif’in. Görünüşü çok güzel olan zakkumun sıvısı bir hayli zehirliydi. Bu sebeple ne yaprağı ne de gövdesi köylüler tarafından kullanılmaktaydı.

 

Bazı insanlar da böyle değil miydi? İş yerindeki patronuna, çevresindeki arkadaşlarına, özellikle de karşı cinse çok samimî davranırlardı. Onlarla şakalaşırlar, onlara yardım ederlerdi. İyi bir eş, iyi bir anne-baba veya namzedi olduğunu göstermeye çalışırlardı. Herkesin üzerinde güzel bir intibâ bırakmanın peşinde olan bu insanlar, aslında özü sözünden uzak ikiyüzlü olanların tâ kendileriydi. 

 

Yapılan iyilikleri görmezden gelen, yalnızca kendi menfaatini düşünen, hırslı, vefâyı bilmeyen, çabuk kırılan, kırgınlığını kine dönüştüren, içine hasedin ve kıskançlığın yuva kurduğu insanlardı. 

 

Yeryüzüne baharları sunarken,

Güneşin bağrında kışları gördüm!

Balıklar göklere kanatlanırken, 

Denizin dibinde kuşları gördüm! (Ali AĞIR)

 

Çevresindekilere karşı çok iyi davranan bu insanlar, ailesine karşı hiç de öyle değillerdi. Annesine-babasına saygı göstermeyen, onların sözlerine çoğu zaman hakaretle karşılık verenlerdi. 

 

Sevmeyi bilmeyen, sevgiye dair hiçbir güzel söz söylemeyen, eşinin ya da ailesinden herhangi birinin hâlini hatırını sormayan, yardım etmeyi aklından bile geçirmeyen; bunun yanında onların her tavrında bir yanlış arayan, sürekli onları eleştirenlerdi.

 

Sokaklarda birinin çocuğunu gördüğünde onun başını okşayıp gülümserken, kendi çocuklarının bırak saçlarını okşamayı, yanaklarından öpmeyi; yanına bile yaklaştırmayan bir karaktere sahiplerdi. 

 

Ne yazık ki bu tür insanlar, her ne kadar kış güneşi gibi olsalar da birçok kişi tarafından dost göründüğü için daha çok tercih ediliyordu. Âkif, böylelerinden hep uzak durmuştu.

 

Gözünü pinar çalısına çevirdi. Dışarıdan bakıldığında alelâde bir bitkiydi. Yaprakları ve palamudu biraz meşeninkine benzerdi. Lâkin yaprakları biraz daha dikenli olurdu. Dikenli olmasına rağmen, tazeyken keçilerin en çok tükettiği besinlerdendi. Toprağa yoğun bir şekilde kök salardı. Kökü tamamen yok edilmediğinde bir şekilde yine filizlenirdi.

 

Çok sağlam olan dalları ve gövdesi, köylüler tarafından yakacak olarak kullanılırdı. Özellikle ekmek yaparken sacın altında yavaş yavaş yandığı ve ekmeğin güzel pişmesini sağladığı için sıkça tercih edilirdi. 

 

Nice özü güzel, sağlam karakterli insanlar vardı; sırf dalkavukluk yapmadığı, ciddî olduğu için etrafındakiler tarafından fark edilmeyen, arkadaşlığı ve dostluğu hissedilmeyen… Onlar; genellikle yalnız kalmayı, kendi hâlinde yaşamayı, düşünmeyi, kitap okumayı seven, bu sebeple daha çok içine kapanan ve hayatını bu şekilde devam ettirenlerdi. Dertlerini sînelerinde saklarlar, yük olmak istemezlerdi.

 

Her insan gibi onların da hataları, kusurları, eksiklikleri vardı. Böyle olsa da kötü günde diğer arkadaşlarının(!), muhtaç olanların yardımına koşar, onların sıkıntılarını paylaşırlardı. Yani onlar kötü gün dostuydular. Çünkü tanıdıkların çoğu, onları iyi günde aramazlar, hatırını sormazlardı. Ne zaman ki başları sıkıştı, düştüğü yerden kalkamadı, işte o zaman onların kapıları çalınırdı. Gerçi kapılarının çalınmasına da gerek yoktu. Onlar kendinden çok başkalarını, sevdiklerini düşündükleri için, her şeyi bir yana bırakıp yardım elini uzatırlardı. İnsan olmak bunu gerektirirdi. 

 

Âkif, kendinin bu gruptakilerden biri olduğunu düşündü. Yıllardır başkalarını kendine tercih etmişti. Sevdiklerinin saâdeti kendi saâdetiydi. Onları üzgün görmeyi hiç istemezdi. Ancak neredeyse hiç vefâ görmemişti. Ne zaman dara düşse çevresinde kimseyi bulamıyordu. Zaman zaman hüzünlense de yaptıklarından hiçbir zaman pişman olmamış ve kendisini hep şu şekilde tesellî etmişti: 

 

“Yaptığın iyiliği, kötü gün dostu olduğunu bilseler ne olur bilmeseler ne olur. Her şeyi yazan melekler, her şeyi gören ve bilen bir Allah var. Mükâfâtını Allah’tan bekleyenler, Allâh’ı râzı etmeyi düşünenler; insanların sözlerine de tavırlarına da takılıp kalmazlar. Allâh’ın rızâsı, bütün insanların memnuniyetinden daha değerlidir.”

 

Sıra zeytin ağacına gelmişti. En çok sevdiği ağaçlardan biriydi. Hem budaması hem de meyvesini toplaması kolaydı. Âkif’ten, bu ağacı tek kelimeyle anlatması istense «mütevâzı» kelimesini uygun görürdü. 

 

Zeytin ağacı, iklimin en önemli bitkilerindendi. Narla birlikte köyünün ve köyüne komşu olan birçok köyün de geçim kaynaklarından biriydi. Bahçelerden dağ eteklerine kadar her yerde yetişirdi. Dikiminden beş-altı yıl sonra meyve vermeye başlardı. Uzun ömürlü bir bitkiydi. Suyu çok aramazdı. Çeşitleri oldukça fazlaydı. Kimi az, kimi çok ama hepsi meyve verirdi. Gövdesinden dallarına, meyvesinden çekirdeğine kadar her şeyiyle kullanılabilirdi. Meyvesinin bir kısmı sofralık zeytin olarak tüketilir, bir kısmından da yağ çıkarılırdı.

 

Çiçekleri küçücük ve beyazdı. Dikkatli bakmayanlar bu çiçekleri pek fark edemezdi. Yaprakları, muhteşem bir âhenk ile iki yana doğru açılır ve görülmeye değerdi. Yapraklarının bir kısmı dökülürken bir kısmı da çıktığı için her mevsim yemyeşil gözükürlerdi. Ayrıca Kur’ân’da da ismi geçmekteydi. 

 

İyi insanlar, zeytin ağacı gibiydiler. Kemâlât seviyeleri farklı -kimi henüz yolun başında kimisi yolu yarılamış- olsa da hepsi az çok demeden meyve vermenin, diğer insanlara faydalı olmanın derdindeydiler. Hem hâlleriyle, hem de sözleriyle herkese örnek olurlardı. 

 

«Kendini bilen Rabbini bilir.» sözünden hareketle; eksiklerini gidermenin, hatalarını düzeltmenin gayreti içindeydiler. Bu sebeple başkalarının kusurlarını araştırmaktan uzak dururlardı.

 

Niçin yaratıldıkları, nasıl bir hayat sürmeleri gerektiğinin farkındaydılar. Zamanın kıymetini bilirler, vakitlerini insanlar ve diğer mahlûkata hizmet için en güzel şekilde değerlendirirlerdi. 

 

Alçak gönüllülük, şefkat ve merhamet onların en belirgin şiarlarıydı. Bırakın incitmeyi, incinmeyi bile hayatlarından çıkarmaya çalışan güzîde insanlardı. Dertleri; insan olmak, insan gibi yaşamak ve yaşatmaktı. 

 

İyiliği emredip kötülükten sakınır ve sakındırırlardı. Kötülüğe müptelâ olanları gördükçe üzülür, onların ellerinden tutmak için gerekeni yaparlar, güzel davrananları gördükçe de sevinirlerdi. 

 

Onlar günahkâra değil, günaha düşman olan kişilerdi. 

 

Hani bir gün Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkıp gelmiş, dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak istemişlerdi de Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakikati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek, onu incitenlere hitaben şöyle bir îkazda bulunmuştu:

 

“–Şarabı o içmiş, fakat âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” 

 

Affede affede affedilenlerden olacağına îmân ederler, kendilerine yapılan kötülükleri, sırf Allah rızâsı için affederlerdi. Onlardan şikâyet duyulmaz; dillerinden hamd, şükür, zikir, istiğfar ve duâ eksik olmazdı.

 

Her mevsim yemyeşil olan zeytin ağacı misâli, içleri parçalansa da yüzlerinden tebessümü eksik etmezlerdi. Sıkıntılarını, kederlerini ve hüzünlerini yalnızca Allâh’a arz ederler, yalnızca O’ndan yardım dilerler ve yine yalnızca O’na dayanıp güvenirlerdi. 

 

Başlarına gelen musîbetlerin bir imtihanın gereği olduğunun şuurundaydılar. Hâdiselere gönül gözüyle, hakikat ve hikmet nazarıyla bakarlardı. 

 

Kin, nefret, kibir, gurur, benlik, hırs gibi kötü huylardan uzak dururlardı. Rahatça yaşamanın sevdasında değillerdi. Mala ve makama düşkünlükleri yoktu. Dünya malının cennete köprü olması için bol bol infâk ederler, cömertliğin zirvesinde yaşar, cimrilikten kaçınırlardı.

 

Ümitsizliğe düşmezler, ellerinden gelenin en iyisini yaparak neticeyi Allâh’a bırakırlardı. 

 

İnsanlara yardım etmeyi bir vazife bilirler, yardım ettikçe mesrur olurlar, onlardan karşılık beklemezlerdi. Amellerin niyetlere göre karşılık bulacağını bildikleri için, yapılan her güzel işle birlikte Allâh’a yaklaştıklarının farkındaydılar. 

 

Kimseden alkış beklemeyen, ibâdetlerini ihlâsla yapan, ifrat ve tefritten uzak mûtedil yaşarlardı. 

 

Vefâlı, sabırlı ve kanaatkârdılar. Hayra anahtar, şerre kilittiler. Hakkı ve sabrı tavsiye eden, gönül fethinin ehemmiyetini bilen; fedâkâr, hayâ sahibi, edepli, fazîletli insanlardı. 

 

Hak ve hukuka dikkat eden, aldatmanın semtine uğramayan, sözüne ve özüne sâdık, peygamber ahlâkından hissedar olanlardı. 

 

Hayattayken tavırları ve sözleriyle, vefât ettikten sonra da yetiştikleri insanlar ve bıraktıkları eserleriyle diğer insanlığa faydalı olurlardı.

 

Âkif bunlara hep gıpta etmişti. Duâlarının bir kısmında bu insanlardan olabilmek için Allâh’a yalvarırdı. 

 

Onlardan kullukta zirveye yakın olan takvâ sahipleri; gönül âlemlerine ilâhî rahmetin sağanak sağanak yağdığı, hep baharı yaşayan îman erleri, yürek yaralarına merhem olan mânevî tabiptiler.

 

Nefisle olan cenklerini son nefese kadar bırakmayan, şeytanın tuzaklarına düşmemek için sürekli dikkat kesilen hak yolunun yolcularıydı. 

 

Gönlü aşka diyar olur,

Nefes nefes tevhid solur,

Kalpten kalbe bir yol bulur,

Hak yolunun yolcuları. (Ali AĞIR)

 

Hakk’ın; «Oku!» emrinin gölgesinde kâinat kitâbını ve Kur’ân’ı tefekkür ederek okuyup hayatına tatbik edenlerdi. Onlar; öne geçenler, önden gidenlerdi…

 

Her ne kadar çok daha fazla ve farklı karakterde insanlar varsa da, Âkif’in tanıdığı insanlar genellikle bu dört grupta toplanmaktaydılar. 

 

Gözlerini açtığında güneşin yeryüzüyle gökyüzünün birleştiği ufukta vedâ etmek üzere olduğunu gördü. Zaman nasıl da geçmişti. Ama sıkıntılarını atmış, bir hayli rahatlamıştı. 

 

Yerinden doğruldu. Kıyıya çıkarak çoraplarını ve ayakkabılarını giydi. Bayır yukarı yürüyeceği neredeyse yarım saatlik bir yolu vardı. Akşam ezanından önce baba evine varmak için hızlı adımlarla hemen yola koyuldu.