BOŞ EVLER… BOŞ ELLER…

Mehmet MENCET

 

Dünya bir imtihan…

 

Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerîm’i kitap olarak göndermiş, hem dünyamız hem âhiretimiz için bir kılavuz. İçinde sorular ve cevaplar yan yana. 

 

Dünya hayatında, Kur’ân-ı Kerim’den kopya çekmek, oraya bakarak uygulamak ve hayat defterimize yazmak serbest. Ne büyük kolaylık! 

 

Bir yardım daha var:

 

Allah dostlarını, bu yolda daha önce muvaffakiyetle yürüyenleri, Kur’ân’ı rehber edinenleri taklit etmek de serbest! 

 

Sonuçta imtihan var, imtihanı geçip geçmemek yapacağımız işlerle belli olacak.

 

Çalışır çabalarsak, düzenli, sabırlı ve itaatli bir ömür sürersek, dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak mümkün. Yoksa hüzün, pişmanlık ve telâfîsi olmayan acılarla dolu bir ömür tablosu… 

 

Zil çalınca nasıl imtihan biter, mecburen kalem bırakılır, bu imtihan dünyasında da ecel zilleri her birimiz için bir gün çalacak. Her birimiz, aile fertlerimiz, arkadaşlarımız ve dostlarımız ayrı bir hüzünle, ebediyete doğru göçeceğiz. 

 

Ellerimiz sevaplarla dolu, ecirlerle dolu mu göçeceğiz!.. Yoksa ellerimiz bomboş, hüsran içinde mi kalacağız?

 

50 yıl önce hukuk yıllarında, Çankaya’da yaşayan ayrı bir debdebe ve şatafat dolu gruplar vardı. Bu gruplara mensup kişilerden biri ile yolumuz Korkuteli’nin bir köyünde kesişti. Yüzlerce dönüm arazinin, sayıları 30-40’a varan yazlık bahçeli evin sahibi olmuş. 

 

Bir Alman arkeoloğun evini, savcı dostumuzun vesilesiyle Adıyamanlı bir inşaatçıdan almak nasip oldu. Bu evi daha evvel o yaptırıp sattığı için, gelip benim aldığım fiyatı az buldu ve; 

 

“–Kimseye söylemeyin, benim evimin değerini düşürür.” dedi.

 

Memnun olup gönülden; «Hayırlı olsun!» demedi. 

 

Bir süre sonra evin giderlerinde problemler oldu. Sorduğumda;

 

“–Ben bilmem borular nerede?” deyip işi ustalara bıraktığı gibi, probleme de ilgi göstermedi. 

 

Köydeki arazi, kadastro gibi avukat beyin işlerine bakan hâkim tutuklandı. Yolsuzluklar bir hayli birikmiş. 

 

Arkadaş Korkuteli’de, dâvâlar Yargıtay’da. Korkuteli’de bir problem oldu, bana sergilediği davranışlarını unutarak yanıma geldi;

 

“–Sen benim arkadaşımsın. Yargıtay’a birlikte gidelim, beni anlat. Beni tanıyorsun…” dedi. Ben de;

 

“–Bu istediğin, usûle aykırı. Yargı dosyaya bağlıdır. Ben ne diyebilirim?” dedim. Benden ümidi kesti. 

 

Bu defa başka yerlerde başka işler peşindeyken bir trafik kazası sonucu vefat etti. 

 

Geriye hazin bir manzara kaldı:

 

Yıllar boyunca uğraşarak yaptırdığı köşk gibi evde sadece kuşlar kalıyor, yine kendine ait bazı evler boş duruyor, kediler-köpekler bahçesini şenlendiriyor. Mîrasçılarından bile kimse gelmiyor. Ne kadar düşündürücü… 

 

Bir ömür yaptırdığı evlerde belki 30’dan fazla aile kalıyor, kimsenin aklına ölüp giden bu kişi gelmiyor. Arkada bir; «Allah râzı olsun.» ya da; «Geçmişlerine rahmet olsun.» diyecek bir kimse bırakmadan, iyi anılmadan gitmek ne acı bir şey… 

 

Şöyle bakarsak; geçmişte yapılan çabalar; tüketilen emekler, nimetler; bunca çabalamaya değer miydi üç günlük dünya için? 

 

Devlet malını, kul hakkını hiçe saymak; yiyemediğimiz, giyemediğimiz hiçbir şey için bu kadar çırpınmak… 

 

“Kul hakkıyla huzûruma gelmeyin.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Evler burada bomboş dururken; o, yer altında, kim bilir hangi mahkemelerde koşturuyor, hesap veriyor?

 

Ne okuduk, nasıl bu hâle geldik?

 

Bunca tahsil niçin bizi iyi bir insan hâline getirmiyor?

 

Kur’ân-ı Kerim; «Oku!» diye başlıyor. «Oku!» da neyi oku? 

 

Kâinâtı, insanı, dünyayı, hayatı oku! 

 

Bize yıllarca okutulan gereksiz bilgilerden acaba hangisinden istifade edebildik? Onları ne hayat dershânesinde kullanabildik, ne de işimize yaradı. Fikir hamallığından başka bir şey değil!

 

«Yediğimiz, giydiğimiz, kullandığımız eşyadan fazlası ne işe yarıyor?» Kaygısından başka… Üstelik bu kadar ihtiyaç sahibi varken, 10 tane evimiz olsa, kaç tanesinde oturabiliyoruz? Refah arttıkça, dünyaya rağbetimiz daha da çoğalıyor.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor: 

 

“İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder.” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119) 

 

Bir düşünsek; Allah bize bunu neden verdi? Hepsini yiyip içmemize, kullanmamıza, ömürler yetmezken; tek tek hesabı verilecekken, misafir olduğumuz dünyayı ev sahibi gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi; «Benim malım!» diye sahiplenmek ne ahmaklık! 

 

Benim olan ne acaba? 

 

Doğduk, başkası yıkadı. İsmimizi bile kendimiz koymadık. 

 

Öldük, birileri yıkadı. O bile nasip. 

 

Hasta olduğunda insan daha iyi anlıyor. Bu vücut da bizim emrinizde değil. Her zamanki kullandığın elin, ayağın, gözün, kulağın çalışmıyor. Hani senindi, hareket ettirsene!..

 

Rabbim; tefekkürümüzü, basîretimizi artırsın.