Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -29- TEKRARI GELMEZ ASÂLET

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

NEBEVÎ MÜJDELERDEKİ FARK

 

Müellifimiz önceki kaidede, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiye ettiği ilk üç nesle ittibâ etmemiz gerektiğini bildirmişti. 

 

Peygamber Efendimiz’in, ümmetinden bir tâifenin, bir grubun kıyâmete kadar hak üzere devam edeceğini müjdelediği bir hadîs-i şerîfi de var. Ahmed Zerrûk Hazretleri; bu kısa maddede, iki müjde arasındaki farkı ortaya koyuyor: 

 

Kırk Üçüncü Kaide:

 

“Husûsî verilen hüküm, umûma teşmil edilemez. Aksinde olduğu gibi değildir. (Umûma verilen hüküm husûsa da geçerli olduğu gibi olmaz.)

 

Yani «ortaokulda okuyan öğrenciler» diye özel bir hüküm kullanılmışsa; bu hüküm, bütün talebeye teşmil edilmez.

 

Ama; «Talebe gelsin!» denilince talebenin içerisine ortaokul, ilkokul da anaokulu da üniversitede okuyan herkes girer.

 

Binâenaleyh;

 

(Hazret-i Peygamber Efendimiz’in önceki kaidede bahsedildiği üzere içinde yaşadığı) kuşaktan bahsedip, onları tezkiye etmesi genel bir hükümdür. (Bu hüküm onların hepsini içine alır.)

 

Oysa hadîs-i şeriflerde; «Ümmetimden bir grup daima hak üzere olacaktır…» diye Efendimiz -aleyhisselâm-’ın anlattığı, husûsî bir gruptur.”

 

Binâenaleyh birinci, ikinci, üçüncü nesiller; geneli itibarıyla âdil bir topluluğun oluşturduğu kuşaklardır. 

 

Sonraki asırlarda ise, dönem dönem, ümmet-i Muhammed’in içerisinde Hakk’ı ve hakikati, Peygamber Efendimiz’in yolunu temsil eden bir grup daima olagelmiştir ve gelmeye de devam edecektir.

 

Bahsedilen hadîs-i şerîfin tamamı şöyledir:

 

“Ümmetimden daima hak üzere galip ve zâhir bir tâife hiç eksik olmayacaktır. Muhalifleri (dalâlet ehli) onlara zarar veremeyecektir.” (Buhârî, İ‘tisâm, 10; Müslim, İmâre, 170-174)

 

Sonraki nesiller arasında var olacağı bildirilen bu grubun durumunu, sahâbe ve tâbiîn gibi ilk devirlerdeki umûmî tezkiye ile karıştırmamak gerekir. İlk nesillerde umûmî bir tezkiye var. Sonra var olacaklarda ancak husûsî bir müjde var.

 

“Bu husûsî grubun fertleri, vasıflarıyla itibara alınır. Bütün fertlerine aynı hüküm teşmil edilemez.”

 

Meselâ sahâbe neslinin tamamını âdil kabul ediyoruz. Ama sonrakiler için böyle umûmî bir tezkiye yok. Onları fert fert kendi vasıflarıyla değerlendirmeye tâbî tutarız. Bu sebeple sonraki nesillerin istikametlerini de, ilk nesillerle mukayese ederek anlarız. 

 

Bir insanın ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olduğunu nasıl biliriz?

 

Eğer ilk üç neslin vasıflarını taşıyorsa oradan biliriz. Çünkü ilk üç nesil, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kurucu neslidir.

 

“Çünkü (ilk üç nesilden sonrakiler hakkında bu hadistekine benzer medh ü senâlar) husûsîdir, hükmü de buna göre gerçekleşir. Bunlar hakkında hüküm vermek için en mükemmel vasıfları görünceye kadar tevakkuf / ince eleyip sık dokuma gerekir. Hâlbuki (bir bütün olarak tezkiye edilen) ilk nesiller için böyle bir ince tahkikat gerekmez.” 

 

Yani bugün ideal bir şahsiyet veya grup diyebilmemiz için, onun, sahâbenin bütün özelliklerini taşıması aranır. Hâlbuki sahâbe neslinin hiçbir ferdini böyle bir tahkikata tâbî tutmayız. 

 

Niye? 

 

Çünkü birincisi baştan gelen bir tezkiye ile, Efendimiz -aleyhisselâm-’dan gelen bir tezkiye, bir referansla tescillenmiştir. Diğerini el yordamıyla biz buluyoruz.

 

Zira müteâkip asırlarda, nübüvvet nûrundan uzaklaşmanın getirdiği bir sâfiyet kaybı yaşanmıştır. Şu veya bu dönemde, Endülüs’te, Osmanlı’da vs. çok güzel kıvamlı, müstesnâ dönemler yaşansa da bunların hiçbiri asr-ı saâdet ve onu ihsân ile takip eden nesillerle kıyaslanamaz. 

 

BÂKÎ ve KAYIP / ZÂHİR ve NÂDİR

 

Ahmed Zerrûk Hazretleri, sonraki kaidede dört hak mezhebin tarihî teşekkül sürecinden bahsediyor. 

 

Ümmet-i Muhammed’in mensup olduğu günümüze kadar gelen dört mezhep malûm olduğu üzere şunlardır:

 

•Ebû Hanîfe Hazretleri’nin riyâsetinde Hanefî mezhebi; 

 

•Muhammed bin İdris eş-Şâfiî Hazretleri’nin riyâsetinde Şâfiî mezhebi; 

 

•Mâlik bin Enes Hazretleri’nin riyâsetinde Malikî mezhebi; 

 

•Ahmed bin Hanbel Hazretleri’nin riyâsetinde de Hanbelî mezhebi…

 

-rahmetullâhi aleyhim-

 

Kırk Dördüncü Kaide:

 

“Hangi ilim dalında olursa olsun, imamların sözlerinden tedvin olunmuş, kayda geçmiş olanlar hüccettir. 

 

(Niçin? 

 

Çünkü)

 

(İlim ehlinin ellerinde) dolaşmasından (bu bilgilerin) sabit (sahih) oldukları anlaşılır.

 

(Âyet, hadis vb.) kaynakları bilinir. 

 

•Mânâsı doğrudur.

 

•Lâfzı açıktır. 

 

•Ehli arasında yaygın dolaşımdadır. 

 

•Meseleleri, imamları yanında meşhurdur. 

 

•Her bir bilgi önceki nesilden (icâzetle) muttasıl bir şekilde aktarılmıştır. 

 

Meselâ Hanefî mezhebinde İmâm-ı Âzam’ın ve talebelerinin görüşleri, «Zâhirü’r-Rivâye» dediğimiz literatür içinde nesilden nesle nakledilmiştir.

 

Biz bir delile bakarken iki noktadan yaklaşırız:

 

•Kaynağın sübûtu açısından;

 

Yani Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’den bize sağlıklı bir şekilde gelmiş mi? Senedi sağlam mı? 

 

•Bu sübûtu sâbit sözün, dayandırıldığı bu görüşe delâleti açısından.

 

Meselâ Efendimiz -aleyhisselâm-  buyurmuş:

 

“İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın!” (İbn-i Mâce, Edâhî, 2; Ahmed, II, 321)

 

Önce Efendimiz -aleyhisselâm-’ın böyle bir hadîsi söylediği kesin mi değil mi, buna bakıyoruz. Bu, sübût araştırması. 

 

Sonra; “Bizim mescidimize yaklaşmasın!” ne demek?

 

•«Bayram namazı kılmasın!» demek mi?

 

Yoksa;

 

•«Bundan sonra cemaate namaza gelmesin!» demek mi?

 

Yoksa daha ağır bir şekilde;

 

•«Bizim dînimizden değil!» demek mi?

 

Lâfzın mânâya delâletinin araştırılması… Bir emri işlemeyene tehdidin vâkî olması, onun vücûbuna delâlet eder. Buradaki tehdit böyle midir?

 

Yine Kevser Sûresi’nde;

 

“Rabbin için namaz kıl, kurban kes!” buyuruluyor.

 

Kur’ân’ın sübûtu kat‘î… Ama delâleti? 

 

•Bu hangi kurbandır? Hac kurbanı mı, bayram kurbanı mı? 

 

•Bayram kurbanı ise, bu emir tavsiye kabîlinden (nedb) bir emir midir? Mecburî (vücûb) bir emir midir? 

 

•Her sene mi keseceğiz bu kurbanı? 

 

•Bir ailede bir kişi mi kesecek, imkânı olan herkes mi kesecek? vs.

 

Bütün bunlar delâletle ilgili meseleler. Önce hangisine bakacağız?

 

Mezhepler; hareketli, dinamik, canlı ve velûd fikir mektepleri meydana getirdikleri için, burada sağlıklı, tertipli, muntazam bilgi akışı var. 

 

İmamların sözleri tedvin edilmişse, ana kitaplara geçmişse bunlar kaynak değeri taşır. Çünkü bunlar imamlara nisbetleri sahih olan meselelerdir.

 

Bu sistematik mekteplerde, imamların görüşlerinin temelleri de güzelce ortaya konulmuş. Yani istinâd ettiği hangi kaynaktır? O delillerin sübût ve delâlet yönden araştırmaları zikredilmiştir. 

 

Bu görüşlerin mânâları da sahihtir. Absürt, bâtıl, boş ifadeler yer almaz. Meseleler etraflıca bilinmektedir ve görüşler nesilden nesle aktarılarak her tabakada yeniden ele alınmıştır. 

 

“Böyle olunca kişiler bazında rivâyet bitmiş olsa da bu mezheplere tâbî olmak sahih ve lüzumludur.”

 

Kıraat ve hadis ilimlerinde icâzetle nakil günümüze kadar devam ediyor. Fakat biz Âsım’ın Hafs rivâyeti diyoruz. Buhârî’nin Yûnînî rivâyeti diyoruz. Çünkü bazı temel tedvinler itimat edilen noktalar oluşturdu. 

 

Hanefî fıkhında da Zâhirü’r-Rivâye altı kitaptır. Hanefî mezhebinde bu tedvin kayıt işini İmam Muhammed üstlenmiştir. 

 

Aslında İmam Muhammed’in derlediği bu altı kitap; Ebû Hanîfe’nin talebeleriyle beraber ürettiği fıkhı, «imam» dedikleri veya «dîvan» dedikleri bir kitaba kaydetmelerinden ibaret.

 

Ortada bir defter var; içtihat yapıldıkça oraya kaydediliyor. Hattâ Ebû Hanîfe Hazretleri, talebelerinden Âfiye bin Yezid hakkında;

 

“−O gelmeden deftere kaydetmeyin!” dermiş.

 

Hâsılı;

 

Dört mezhebin bu şekilde sağlam tedvin edilen eserleri hüccettir. 

 

“Birinci el tedvine uğramayan kitaplar böyle değildir (hüccet kabul edilmezler.)

 

Meselâ Hanefî mezhebinde Nâdiru’r-Rivâye eserler var. Bunların rivâyetlerinde sıkıntılar olabiliyor.

 

“Bunlarla amel edilmez. Çünkü bunları taşıyanlar ortadan kalkmıştır ve bütünü itibarıyla doğru veya yanlış olma ihtimali bulunmaktadır.” 

 

Yani Hanefî mezhebinin içerisinde husûsî birtakım fetvâlar var ki bunlara biz «şâz fetvâlar» diyoruz. Hanefîlik umûmî olarak devam ediyor, şâz görüşlerle amel edilmiyor.

 

“Bu ortadan kalkma durumu husûsî de olabilir umûmî de olabilir.

 

Bir mezhep bütünüyle inkırâz etmiş (yani tarih sahnesinden çekilmiş) olabilir. Leys bin Sa‘d (v. 175), Süfyan bin Uyeyne (v. 198) ve Süfyân es-Sevrî’nin (v. 161) mezhepleri gibi.”

 

Onların da müstakil mezhepleri vardı, bir dönem kendilerine tâbî olanlar da oldu. Ancak sonraki asırlarda tâbîleri olmadığı için bu mezhepler kapanmıştır. 

 

Bu üç misalden başka mezhepler de vardı. 

 

“İslâm dünyasının batısında Mâlikîler, Acem diyarında Şâfiîler, Anadolu’da Hanefîler ve (diğer bölgelerde) diğerleriyle beraber bulunan Hanbelîler dışında diğer mezhepler yok olmuştur. 

 

Böylece naklinin sıhhati mümkün olan bütün meseleler artık bizleri bağlayıcı hâle gelmiştir.”

 

Sahih bir şekilde Ebû Hanîfe’den nakledilen; onun Kitap ve Sünnet’ten ortaya koyduğu anlayış, bir mezhep olarak bizi bağlar.

 

“İhtimalli olanlar değil. Bundan dolayı Mâlikî mezhebinin önde gelenlerinden Sahnûn (v. 240);

 

«−İslâm dünyasının batısında (Mısır hariç Kuzey Afrika’da) Mâlikî mezhebinin dışında bir mezheple fetvâ verilmez» demiştir. İbnü’l-Kâtib’in (v. 408) de benzer bir sözü vardır.”

 

Çünkü o bölgede Mâlikî mezhebi yaygındır. Zaten denilir ki:

 

“Avâmın mezhebi yoktur. Halkın mezhebi; imamlarının, müftülerinin mezhebidir.”

 

“Mısırlılara gelince;

 

Sıradan halkın mezhebi yoktur. Çünkü Mısır’da dört mezhep de canlı bir şekilde yaşıyor. Bu hususta onların birçok fer’î meseleleri ve fetvâları ürettiklerini gördüm. Allah en iyi bilendir.”

 

Hulâsa edersek, bu maddelerde Müellifimizin, dört mezhebin meydana gelişi ve günümüzdeki ehemmiyetlerini vurguladığını görüyoruz. 

 

Dinde reform ve yenilik adı altında İslâm’a zarar vermek isteyenlerin ilk hücum ettikleri şey de mezheplerimiz olmuştur. Bir mezhebe ittibâ hususu zayıflayınca, sonraki adımda hadisler tartışmaya açılmış, sonra iş âyetleri tarihsel saymaya veya bâtıl te’villerle mânâlarını eğip bükmeye kadar götürülmüştür. 

 

Çünkü bu delillerin sübût ve delâlet bakımından nasıl ele alınacağı, bir mezhebin usûlünce sürdürülmesi gerekir. Bu usûl bertaraf edilince, hadis ve âyetleri hevâ ve heveslerine göre ele almaya kalkanlara fırsat düşürülmüş oldu. 

 

Hâlbuki fert ve cemiyetin problemlerine; Peygamberimiz’e ve O’nun tezkiye ettiği ilk üç nesle, icâzetle bağlı mezheplerin içerisinde çözüm üretilmelidir. 

 

Ne mutlu Peygamberimiz’e ve O’nun tezkiye ettiği nesillere tâbî olanlara…