SEÇİMİN ARDINDAN

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

 

Mayıs ayı seçim heyecanı içinde geçti. Sonuç hamdolsun endişelerimizi bir süreliğine teskin etti. Ama bu arada, mutlaka ibret, ders ve hattâ tedbir almamız gereken sonuçlar tezâhür etti. Asla rehâvete kapılmayıp bunları da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. 

 

Seçimler, demokratik rejimin halka sunduğu bir tercih hakkı ve dünya üzerinde bu hakkı kullanmakta en gayretli halklardan birine sahibiz. Bunun iyi tarafı, halkımızın biraz da geçmişten aldığı dersler sayesinde, kendisine tanınmış bu hakka sahip çıkması ve hattâ bunu bir sorumluluk olarak görmesi. 

 

Bizim dînimiz de insanın kendisini hesaba çekilecek bir kul olarak görmesini, dünyanın gidişâtı karşısında kendisini mes’ul hissetmesini öğretiyor. Birçok ülkede insanlar oy kullanmaya zahmet etmiyor. «Hiç tanımadığım birileri bir koltuğa oturacak. Benim için bir şey değişmeyecek.» diye düşünüyor. Sandık başına gidip, ufak bir prosedürü yerine getirmeye gerek duymuyor. 

 

Seçimin ilk turunda şâhit olduğum iki manzara: 

 

Oy kullanacağımız sandığı bulduğumuz zaman baktık ki uzun bir kuyruk var. Üstelik de çok yavaş ilerliyor. Malûm bir zarf, iki pusula var ve özellikle zarfa sığdırılması zor, büyük bir pusula ile oy kullanmak hayli zaman alıyordu. Dönüşte önümüz sıra giden bir genç telefonda arkadaşına;

 

“–Çok sıra vardı, bekleyemedim, vazgeçtim.” diyordu. Her şeyi bir tıkla hâlletmeye alışan bir nesil için büyük zahmet… 

 

Ama maksadım gençleri hedef almak değil. Aynı gün o sırada beklerken, seksen yaşındaki büyük annesinin koluna girmiş oyunu kullanmasına yardımcı olan bir torun da aynı yaştaydı. Büyük annesi; 

 

“–Ben seksen yaşına gelmişim, kim seçilirse seçilsin, bana ne!?.” dememişti. Torunu da; 

 

“–Aman babaanne seninle mi uğraşacağım!?.” dememişti. 

 

Oy kullanmak gibi küçük bir zahmete bile katlanamayanlar, oturdukları koltuklardan her şeyi ne kolay eleştiriyorlar, değil mi? Çünkü eleştirmek çok kolay. 

 

O yüzden seçim sonuçları bu kesimleri çok şaşırttı. Çünkü herkesi kendileri gibi zannettiler. Sosyal medya hesaplarındaki havaya, ısmarlama anketlere bakıp seçim sonuçlarını garanti zannettiler. 

 

İşin doğrusu zor bir seçimdi. Halk depremin getirdiği durumların ve ekonomik sıkıntıların gölgesi altında bir seçime gitti. Sonuçlar halkımızın tepki oyu gibi yanlışlardan uzak durduğunu, akl-ı selîm ile hareket ettiğini ortaya koydu. 

 

Bir genç arkadaşla konuşuyoruz. Depremde çok eksik ve hataların olduğunu, bu sonucun şaşırtıcı olduğunu düşünüyordu;

 

“–On bir ilde birden ardı ardına iki büyük deprem. Büyük bir felâket. Hangi devlet olsa zor bir durum. Hangi devletin bu kadar büyük bir felâkete yetişecek kadar çok arama kurtarma ekibi, araç gereci vs. hazırda duruyor ki?” dedim. Cevabı yok. 

 

Tepki oyu; «beğenmiyorum, yetinmiyorum, daha iyisini istiyorum» demek. Daha iyisini istemek güzel bir şey. Gençler bunu kendilerine vazife edinsinler. 

 

“–Bu nesil bu kadarını yapmış ama yetmez. Biz daha iyisini yapacağız!” desinler. Meselâ arama kurtarma gönüllüsü olsunlar. Her türlü âfet ve sıkıntılarda işe yarayacak beceriler edinsinler. İlk yardım, araç kullanma, organize olma becerilerini geliştirsinler. 

 

İklim değişikliği ile birlikte artık sel felâketleri, orman yangınları sık sık başa geliyor. Her türlü felâket için çok daha fazla seferberliğe ihtiyaç var. Bunun yolu da nefsânî, rahat ve özgür hayattan geçmiyor; vazife hissine sahip, çalışkan, donanımlı, fedâkâr insan yetiştirmekten geçiyor. 

 

Biz bırakın âfet zamanlarında gönüllü olmayı, maaş karşılığında biraz zahmetli bir işte çalışacak insan bulamıyoruz. Herkes masabaşı kolay bir meslek, bol kazanç, rahat hayat istiyor. O zaman nasıl bolluk, ucuzluk, refah olacak? 

 

Ülkemizde ziraatla uğraşanların yaş ortalaması 58 olmuş. Gençler hep şehirlerde rahat hayat istiyor. Şehirlerdeki bazı işler bile zor geliyor. Elinde cep telefonuyla oyalanarak mesai saatini doldurup maaş almak istiyor. Sonra marketlerde ürünlerin pahalı olduğunu söyleyip ekonomiyi eleştirmek ne kolay… 

 

Demokrasinin iyi tarafları kadar kötü tarafları da var. Meselâ; parti denilen yapılar ile yanlış fikirlerin de örgütlenmesini ve ifade edilmesine zemin oluşturması. 

 

İnsanlar bir araya gelip iş birliği yaparak tek başına yapamayacakları birçok hayırlı şeyi yapabilirler. Ama maalesef bazen de bir araya gelmenin verdiği üstünlük psikolojisini zulüm ve gadir için de kullanabilirler. 

 

Rabbimiz bu tehlikeye karşı; 

 

“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh’ın cezası çetindir.” (el-Mâide, 5/2) buyuruyor. 

 

Etnik milliyetçilikmültecî düşmanlığı gibi yanlış fikirler de bu partici demokrasi düzeninde güç devşirebiliyor. Bunu da gözden uzak tutmamak gerekiyor.

 

Aslında dünyada tek bir etnisiteden meydana gelen büyük ülke yok. Yine pek çok büyük ülkede, çok sayıda göçmen yaşıyor. 

 

Üstelik bugün ülkemizde fındığımızı Afrikalılar topluyor, Afganlar çobanlık yapıyor. Ayrıca hemen hemen bütün ülkeler; yabancılara emlâk satışıyla, ülkelerine sermaye çekmeye çalışıyor. 

 

İnsanların eğitim, iş, yatırım ve benzeri sebeplerle göç etmesine engel olmak için Demirperde ülkeleri gibi bir rejime sahip olmak gerek. 

 

Savaş mağdurlarına kucak açmak ise, başa gelmiş bir imtihan. İşte şimdi deprem mağdurları da böyle yardıma muhtaç hâle gelmedi mi? Bir gün bizim de başımıza gelmeyeceğini nereden biliyoruz? Ancak bu gerçeklere göz yumup, yabancı düşmanlığını körükleyerek oy avcılığı yapanlar ortaya çıkıyor. Ne yazık ki bazen demokrasi matematiğinde, bu gibiler kilit bir role sahip olabiliyor. 

 

Demokrasinin bir hastalığı da oy verince işin bittiğini zannetmek: 

 

«Biz oy verdik, üzerimize düşeni yaptık, o da vaatlerini tutsun!»

 

Bir kere şunu bilmemiz lâzım: 

 

Devlet dediğimiz yapı, özünde ülkeyi dış tehditlere karşı savunmak ve içeride âdil bir düzeni ayakta tutmak için vardır. Yoksa kuş yavrusu gibi ağzını havaya açmış hazır lokma bekleyenleri beslemek için değil. 

 

Elbette şunu da ifade etmek lâzım: 

 

Gençleri; üniversitede okusun, memur olsun, maaşını alsın, rahat etsin diye yönlendiren de ebeveynleri. Bunun yanında üreticinin emeğinin korunması için, mutlaka tedbirlerin alınması şart. Bu sahada birçok tedbir alınması gerekiyor. 

 

Bir seçimi daha ucuza atlattık, ama bundan sonra ne olacak? Mutlaka bunu düşünmemiz lâzım. 

 

Ülkemizde şu anda yaşanan olumlu manzara demokrasinin mârifeti değil; daha çok bizim ülkemize mahsus, Allâh’ın rahmet ve inâyeti olan bir durum. Halkımızın bir kısmı, süflî duygularla tepki oyu vermek veya kışkırtılan duygularına kapılmak yerine sağduyulu bir tercih yapıyor. Bunda da kanaat önderleri etrafında cemaatleşen, iyilik ve takvâ için yardımlaşan, kendi nefsânî aklına değil istişâreye güvenen kesimin öncü rolü bulunuyor. 

 

Zaman hızla akıyor. Beş yıl dediğin göz açıp kapayıncaya kadar geçer. İmam Şâfiî’nin dediği gibi; 

 

“Zaman kılıca benzer; sen onu kesmezsen, o seni keser.”

 

Evet; zamanı kullanmak, kılıç kullanmak kadar ustalık istiyor. Onu bir düşman gibi görmek, asla gafil olmamak, değerlendirmekten âciz olmamak gerekiyor. Nasıl ki o hiç aksamadan, hiç yorulmadan, ara vermeden tıkır tıkır işliyor ve bizi ecelimize doğru götürüyorsa; bizim de çalışıp, onu kendi lehimize işletmemiz gerekiyor. Yoksa Rabbimiz’in buyurduğu gibi hüsrana düşmemiz kaçınılmaz olur: 

 

“Zamana andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak; inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (el-Asr, 103/1-3)