ÖMRÜN MUHASEBESİ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Sonsuz mevcûdât içinde insan bir hiç mesâbesinde olmakla beraber; keyfiyet bakımından, bütün kâinâtın kendisine musahhar kılınması sebebiyle, hesaba gelmez, havsalanın alamayacağı bir değere sahip olmuştur. Bu şeref ve itibarı anlayabilmek ise her kişinin değil, ancak er kişinin; yani ilim ve hikmete sahip, irfanla mücehhez olanların kârıdır. Bu devâsâ meselenin künhüne vâkıf olabilmek için sadece ilim yetmez. Bu münasebetledir ki, bilgi çağı olarak da adlandırılan günümüz; ilim ve teknolojide fevkalâde gelişmiş olunmasına rağmen, irfan ehlince kendi hususiyetiyle mütenasip olarak «modern câhiliyye» olarak vasfedilmektedir.

 

Tefekkür etmek; mevcûdât içinde sadece insana lutfedilmiş bir hâssadır. İnsan ancak bu meleke sayesinde ömrünün muhasebesini yapabilir; mükellef kılındığı sâlih kulluk mertebesine ulaşabilir. İrfân ehli; 

 

“Kendini bilen, Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. Bu vasıta ile insan kendini tanıyıp, «mârifetullah» yolunda merhaleler katederek Rabbine vâsıl olur; O -celle celâlühû-’nun dostu olma saâdetini kazanır. Hikmetine binâen; insana «a‘lâ-yı ılliyyîn» ile «esfel-i sâfilîn» arasında kendi mevkiini bulma serbestliği ihsan buyurulmuştur. Bu cümleden olarak; «Ezel Bezmi»ndeki ahdine vefâ gösterip kendi iradesi ile doğru istikameti takip edenler, takdir-i ilâhî ile nasipleri ölçüsünde saâdet zirvelerine tırmanırlar. Ancak; cehâlet karanlığında yollarını kaybedip, yanlış istikametlere sapanlar, bu vefâsızlığın bedeli karşılığında aşağılara yuvarlanıp hüsranlara dûçâr olurlar. Kur’ân-ı Kerim’de, bu hamâkatin dehşeti şöyle beyan buyurulur: 

 

“… Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da şaşkındırlar…” (el-A‘râf, 179)

 

Kur’ân-ı Kerim’de sâlih kulun ameli ve tefekkürün mahiyeti ile alâkalı olarak şöyle buyurulur: 

 

“Onlar ki ayakta, otururken ve yanları üzere yatarken Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler ve (derler ki): «Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın. Sen’i eksikliklerden tenzih ederiz, bizi ateşin azâbından koru.»” (Âl-i İmrân, 191) 

 

İnsan ve kâinâtın esrârına ancak tefekkürle âşinâ olunabilir. Bundan mahrum olanlar için, idrâke sığmayan bu ihtişam hiçbir mânâ ifade etmez. İrfân ehli bu hakikati; 

 

“Bu cihan âkıller için seyr-i bedâyî (ilâhî kudret akışlarını ibretle temâşâ); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.” diye tarif ederler. 

 

Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri de; 

 

“Ârifler için ağaçlardaki tek bir yaprak, insanı «mârifetullâh»a götüren bir dîvandır. Gafiller için ise bütün ağaçlar dahî, tek bir yaprak bile değildir.” buyurur. 

 

Bu münasebetle Kur’ân-ı Kerim’de insanlar; kâinâtı tanımalarına, kendilerini ve Rablerini bilmelerine mâtuf olarak defalarca tefekkür için îkaz buyurulurlar. Nitekim bütün irfân ehli gibi, Anadolu’nun gönül sultanlarından Mevlânâ Hazretleri de; “Hamdım!.. Piştim!.. Yandım!..” diye hulâsa ettiği rûhî tekâmülünü tefekkür ile kazanmıştır. Öyle ki, onun bir beyti; Diamandi’nin gönlünü tutuşturarak, rûhâniyetinin; «Yaman Dede» Hazretleri’ne çevrilmesine vesile olmuştur. 

 

Her işletme ve müessese, işini verimli yürütebilmek ve istenilen hedefe ulaşabilmek için uygun zamanlarda, geçmişi ve geleceği çerçevesinde muhasebesini yapmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde sonu hüsranla bitecek bir vetîre mukadder olur. İrfân ehli; «dünyanın, âhiretin tarlası» olduğunu ifade ederler. Bu demektir ki; bu tarlaya ne ekildiyse, ne bitti ise, âhirete götürülecek olan odur. Orada fayda verecek bir hasat için, muhasebenin en uygun şekilde yapılması elzemdir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle îkaz buyurulur:

 

Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) 

 

Yine bir başka sûre-i celîlede, buna uygun usûl; 

 

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) ifadesiyle, işaret buyurulur. 

 

Her husus bu kadar açıkça îzah edilmişken, hesap gününde vâkî olacak pişmanlıklar için kimseye, sığınılabilecek bir mazeret kalmamıştır. Nitekim bu husus da, ilâhî hitapla şöyle işaret buyurulur: 

 

(Âhireti görünce yaptıklarına pişman olanlar) Orada; 

 

«–Rabbimiz! Bizi çıkar (dünyaya geri gönder de, daha önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!» diye feryâd ederler. 

 

(Onlara denilir ki)

 

«–Size düşünecek bir kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız? 

 

O hâlde) Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.»” (Fâtır, 37)

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hesap gününün dehşetini tefekkür edip, îcâbını yerine getiren kimselere müjde vererek şöyle buyuruyor: 

 

“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ; yedi sınıf insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır:

 

*Âdil devlet başkanı,

 

*Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,

 

*Kalbi mescidlere bağlı müslüman,

 

*Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,

 

*Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine; «Ben Allah’tan korkarım!» diye yaklaşmayan yiğit,

 

*Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,

 

*Tenhada Allâh’ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhârî, Ezân, 36, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91) 

 

Allah Teâlâ’nın lutfu olan bu nimetlere kavuşabilmek için, kısa dünya hayatında ebedî saâdete nâil olabilmek idrâkiyle, muhasebeden gafil kalmayarak; dünya tarlasını âhirette fayda verecek şekilde ekmek îcap eder. Aksi takdirde, meşhur meseldeki; «yazı saz çalarak geçirip, yaz sonunda yiyecek için karıncanın kapısını çalınca hüsrana uğrayan ağustos böceğinin çaresizliği» misâli, dûçâr kalınacak dehşeti tarif edebilmek imkânsızdır.

 

Herkes için, her bakımdan, «en güzel örnek» olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her an Allah Teâlâ ile beraber olma mûcibince; tefekkür, duâ ve niyaz hâlindedir. 

 

Bütün Hak dostları gibi, bu emsalsiz kulluktan ilham alan Fudayl bin İyaz -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri şöyle buyurur:

 

“Mü’minin konuşması hikmet, susması tefekkür, bakışı ibret, ameli iyiliktir. Böyle olduğunda devamlı ibâdettesin.” 

 

Bu vasıflarla kendini mîzan edebilen bir mü’min de, tabiî olarak her an muhasebe hâlinde bulunmakla, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; 

 

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz…” (Tirmizî, Kıyâmet, 25) buyruğuna uymuş olacaktır. Nefse uyup, vecîbeleri tehir etmek; telâfîsi mümkün olmayan ziyanlara sebep olur. Nitekim Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bir cenâzenin defninden sonra halka şöyle seslendi: 

 

“–Şayet bu kişi dirilse sizce ne yapardı?” 

 

Halk; 

 

“–Hemen tevbe eder, haramdan kaçınır, ibâdete sarılır ve iyilik ederdi.” dediler. 

 

Hazret; 

 

“–Ondan geçti artık; sizden de geçmeden kalkın ve dediklerinizi hemen yapın!” diye îkaz buyurdu.

 

İnsanın dünyaya gönderilme hikmeti çerçevesinde; Allah Teâlâ’ya, kendisine ve en yakınlarından başlayarak çevresine ve bütün insanlara karşı mükellefiyetleri ve mes’ûliyetleri ile alâkalı olarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur: 

 

“Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz: 

 

•Ömründen; onu ne ile yok etti? 

 

•Gençliğinden; onu nerede çürüttü? 

 

•Malından; onu nereden kazandı ve nerede sarf etti? 

 

•İlminden; onu ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1) 

 

İnsan bu sorgulamadan yüzünün akıyla çıkabilmek için; hayatta iken hiç ihmal etmeden ve gaflete düşmeden kendini hesaba çekebilmeli ve muhasebesini hakkıyla yapabilmelidir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz en güzel örnek olarak; 

 

“Ey Allâh’ım! Sen’in rahmetini umuyorum; beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş başa bırakma…” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110) niyâzı ile bu hususa işaret buyurmaktadır. 

 

İrfan ehlinin; 

 

“Ölmeden önce ölünüz.” buyurmalarındaki hikmetin sırrına varabilenler; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- titizliğiyle her an takvâ ehli olmaya gayret ederek, her günü;

 

“Bugün Allah için ne yaptım?” muhasebesi ile tamamlarlar. Bu cümleden olarak, idrâk edilecek olan yeni «Hicrî Yıl»; yapılacak muhasebe ile kalan ömrün geçen ömürden daha hayırlı ve bereketli olabilmesi için bir fırsat ve vesile addedilmelidir.