KÖLENİN İRADESİ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

İbrahim bin Edhem Hazretleri yedinci asırda Belh’te doğdu. Annesi ve babası sâlih kimselerdi. Zengin bir ailenin çocuğu olduğu rivâyet edilir. Yine rivâyete göre; bir gün avlanırken yaşadığı bir hâdise üzerine, lüks ve şâşaalı hayatını terk edip zühd ve takvâ hayatına yöneldi. Bununla yetinmeyip vatanını da terk etti. Kendi ifadesiyle, nefsiyle girdiği bu en çetin mücadeleden galip çıktı. İlim tahsil etti, insanları irşâd etti, çalışarak el emeğiyle geçindi. Allah rızâsını temin ve sünnete ittibâ maksadıyla savaşlara katıldı. İbrahim bin Edhem Hazretleri, Şam’da vefat etti. 

 

*

 

Süfyân-ı Sevrî nakleder: 

 

İbrahim bin Edhem -rahmetullâhi aleyh- ile satın aldığı hizmetçi arasında şu konuşma geçti. 

 

“–Ne yersin?” 

 

“–Bana ne verirsen onu yerim.” 

 

“–Ne giyersin?” 

 

“–Bana ne giydirirsen onu giyerim.”

 

“–İsmin nedir?” 

 

“–Bana ne isim verirsen, benim ismim odur.” 

 

“–Ne iş yaparsın?” 

 

“‒Bana ne emredersen onu yaparım.”

 

“–Senin hiç iraden yok mudur?”

 

“–Efendisinin yanında kölenin iradesi olmaz!” 

 

Kölenin teslîmiyet dolu bu cevapları üzerine, İbrahim bin Edhem kendi kendine; «Ey İbrahim, acaba sen ömür boyu Hak Teâlâ’ya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bu köleden öğren!» deyip ağlayarak kendinden geçti.

 

ZİRVE ESER: «SIHHAT ve MARAZ»

Şair Fuzûlî, on altıncı asırda yaşadı. Irak Türklerindendir. Çocukken dünyaya ibret nazarlarıyla bakıp, derin tefekkürlere dalardı. İlim tahsil ettikten sonra; fıtratında gizli olan aşk, şiirle fâş oldu. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler kaleme aldı. 

 

Ona göre; başlanması gereken işe başlamadan önce, onun gayesi ve neticesi tefekkür edilmelidir. Böylelikle kişi, adı sanı iyi gözüküp hakikatte kötü olan bir iş işlemez. 

 

Fuzûlî’ye göre güzel sözün yani şiirin üç faydası vardır: Birincisi sahibine para harcatmadan gönlünü ferahlatır ve zevk verir. İkincisi şiir yazanın adını yaşatır. Üçüncüsü de dinleyene zevk ve şevk verir.  Yine der ki: 

 

Gönlünde bir derdi, ciğerinde yarası olmayanın şiirinde tat yoktur. Istırabın doğurduğu şiir müessirdir.”

 

Kendisine kimsede olmayan bir mahlâs arayışı «Fuzûlî» gibi müstesnâ bir mahlâs bulmasıyla son buldu. Mânâsı halk arasında hoşa gitmeyecek olsa da onun istediği yegâneliği fevkalâde karşılıyordu. 

 

Kendi ifadesiyle şiirleri altın, inci, gümüş değil topraktır, Kerbelâ toprağıdır. Şairin tevâzuyla ifade ettiği bu sözlerindeki ikinci zıt mânâyı anlamak zor değil. Zira kıymetli maden yatakları topraktadır.

 

Söz vadisinin usta süvârîsi Fuzûlî, 1556’da Bağdat’ta vefat etti. Kabri, bir rivâyete göre Kerbelâ’dadır.

 

*

 

Fuzûlî’nin hikâye üslûbuyla, risâle hacminde kaleme aldığı «Sıhhat ve Maraz» adlı eser bu tarzda yazılıp günümüze ulaşan eserlerin zirvesindedir. Şeyh Gālib’in «Hüsn ü Aşk»’ına da ilham olan bu eserin birinci bölümünde kadîm tıp telâkkîleri teşbihlerle şöyle anlatılır:

 

“Ceberut (zorbalık) âleminde doğmuş, Lâhut âlemini (Allâh’ın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âlem) mekân etmiş bulunan Ruh, bir gün Beden diyarını gezip beğenir. O şehirde «Kan, Safra, Balgam, Sevda» adlı dört kardeş hüküm sürmektedir. Bunlar birbirlerine muhalif olmakla beraber, birbirlerinden ayrılmalarına da imkân yoktur. Dördü de Mizaç adlı bir kızın idaresi altındadır. RuhBeden ülkesini beğenir ve Mizaçla evlenerek oraya yerleşir. Sıhhat adlı bir çocukları olur. Ruh; bir gün, gezintiye çıkar. Ülkede üç şehir vardır. Bunların ilki olan Dimağ kalesine varır. Orada on tane mahalle, her mahallede birer memur vardır: «Samia, Hasıra, Şamme, Zaika, Lâmise, Hiss-i müşterek, Hayal, Mütesarrife, Vehim, İdrak.» Ruh Dimağ’dan sonra Ciğer şehrine gider. Bu şehirde de sekiz memur vardır: «Gadiye, Namiye, Müvellide, Musavvire, Câzibe, Masike, Hâzıme, Vâkıa.» Ruh bu şehirden de geçer ve Gönül şehrine varır. Gönül şehrinde Ümit, Havf (korku), Gam, Adâvet (düşmanlık), Mehabbet ve Ferah adlı kişiler vardır. Gönül şehri Ruh’un pek hoşuna gider ve orada oturmaya karar verir. Havf, Gam ve Adâveti (düşmanlığı) şehirden sürer. Ümit, Mehabbet ve Ferah’la dost olur. Ahlât adı verilen «Kan, Balgam, Safra ve Sevda»yı gücendirmiş bulunduğundan, bunlar tuğyân ederler (taşarlar). Sürgünlerde fesâda başlarlar. Gönül şehri gamın istilâsına uğrar. Üç sürgün Yalan, Kin ve Hased kabîlelerine müracaat edip onları da ayaklandırırlar. Ruh âciz kalır. Ferah imdat istemek kastıyla «Hüsn»e, Mehabbet «Aşk»a, Ümit «Akl»a koşar. Fakat akıldan başkası imdâda gelmez. Akıl, perhiz ile marazı (hastalığı) yener. Gönül şehri düzelir. Ruh istiklâline kavuşur.” 

 

YAZISI EN KÖTÜ YAZAR

Tâcüddîn es-Sübkî, 1327’de Kahire’de doğdu. Babası Takiyyüddîn es-Sübkî de âlim bir zâttı. Haddizâtında sülâlesi birçok âlim yetiştiren mümtaz bir aileydi. Hıfzını tamamlayıp İslâmî ilimleri tahsil etti. Fıkıh, hadis, kelâm ve İslâm tarihi alanlarında eserler verdi. İhtisas alanı «Fıkıh Usûlü»dür. On altısında hocalığa başladı, on sekizinde icâzet aldı, yirmi yaşında ilk eserini verdi. Kādı’l-kudâtlık makamına kadar yükseldi. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker farzını yerine getirmekten çekinmez, hak ve adâleti üstün tutardı. Tâcüddîn es-Sübkî, 2 Temmuz 1370’te Şam’da vefat etti. Kabri, Şam’dadır. 

 

*

 

İslâm tarihi sahasında kaleme aldığı «Tabakātü’ş-Şâfiiyye»’de Safiyyüddîn Muhammed Abdurrahîm eş-Şâfiî’nin biyografisinde şöyle bir nükte geçmektedir:

 

Bu zâtın yazısı son derece kötüydü. Buna karşın zeki biriydi. Kendisinden şöyle bir hâdise rivâyet edilir: 

 

“Sahafta benim yazımdan daha kötü bir hatla yazıldığını düşündüğüm bir kitap gördüm. Yüklü bir para ödeyip o kitabı satın aldım. Maksadım; benim yazımın yazıların en kötüsü olduğunu söyleyenlere, bu kitabı delil olarak göstermekti. Eve gidip eseri biraz dikkatli inceleyince, bu kitabın benim çok eskiden yazdığım bir kitap olduğunu fark ettim.”

 

GAYR-İ MÜSLİM PAŞA; «İSLÂM HUKUKU» DEDİ

Mustafa Sabri Efendi, 21 Haziran 1869’da Tokat’ta doğdu. Babası gibi ilme yöneldi. Tokat’ta ve Kayseri’de ilim tahsil etti. Daha sonra ilmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Medrese tahsilini bitirdikten sonra müderris oldu. II. Abdülhamid Han’ın da katıldığı huzur derslerinin en genç âzâsıydı. Şeyhülislâmlığa tayin oldu. Dîne hizmet vasıtası olarak gördüğü siyâsî hayatı yüz ellilikler listesine alınıp 1922’de vatanından cüdâ düşmesiyle son buldu. Hayatının kalan kısmı sürgünde geçti. 12 Mart 1954’te Mısır’da vefat etti. Kabri, Kahire’dedir.

 

*

 

“Osmanlı meclisinde Tokat mebusu olarak bulunduğum sıralarda, o zamanlar Osmanlı toprakları içinde olan Makedonya kiliseleri üzerinde Rum ve Bulgarlar arasında bir anlaşmazlık olmuştu. Her iki tâife de kiliseler üzerinde hâkimiyet iddia ediyorlardı. Hükûmet, konunun görüşülüp karara bağlanması için olayı meclise intikal ettirmişti. İzmir temsilcisi Adistiti Paşa (Rum) mecliste söz alarak şöyle bir konuşma yaptı: 

 

«Bu devletin bir iftâ organı var ve arz edilen meseleleri şerîat hükümlerine göre çözüme kavuşturmaktadır. Bu meseleyi de çözüme kavuşturmak için fetvâ makamına sunalım. Biz Rumlar, oradan çıkacak her türlü kararı kabul etmeye hazırız.» Burada Rum paşanın meseleyi fetvâ makamına götürmesinin sebebi olarak, verilecek kararın hak olacağına iknâ olmasını görmekteyiz.”1 

 

Osmanlı hilâfet tarihini okuyanlar bilirler ki, Osmanlı’da göze çarpan en önemli hususlardan biri de dînî hoşgörü ve din hürriyetidir. Bu husus Osmanlı sultanlarının genelde İslâm şerîatını uygulamaya verdikleri önemden kaynaklanmaktaydı.2 

 

(1. Mustafa Sabri Efendi, Mevkıf el-Akl ve’l-İlm. 2. Mustafa Sabri Efendi, Hilâfetin İlgāsının Arka Plânı.)