İBÂDETTE MUHABBET

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

Sözlükte «boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma» anlamlarına gelen ibâdet; dînî bir terim olarak, insanın Allâh’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tavır ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi, daha genel olarak aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifade eder. (TDV İslâm Ansiklopedisi) 

 

İbâdetin tam anlamda kâmil olması, kişinin teveccühünü tamamen Allâh’a yöneltmesi ile olur. İbâdetin gerçek anlamda kemal bulması, Allâh’ın nimetinin ve cezasının kulda müsâvî olmasıdır. Yûnus Emre Hazretleri’nin de dediği gibi;

 

Hoştur bana Sen’den gelen; 

Ya hil‘at ü yahut kefen,

Ya taze gül yahut diken;

Kahrın da hoş, lutfun da hoş… 

 

diyebildiği zaman, ibâdetler gerçek sahibine yöneltilmiş olur. Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

 

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (eş-Şûrâ, 11)

 

Vasıtî -kuddise sirruhû- şöyle demiştir: 

 

Tevhid konularının tamamı bu; «O’na benzeyen hiçbir şey yoktur.» âyetinden alınmıştır. Zira hangi şeyin hakikati ile ilgili konuşulsa, mutlaka gerekçesi de beraberinde olmalıdır. Ancak Allah hakkında bu kaide geçerli değildir.” (Rûhu’l-Beyân, c. 18, s. 148) Bu yüzden kime ibâdet ettiğimizi çok iyi bilmemiz gerekir.

 

İbâdet; cennet ümidi ve cehennemden kurtulmak için yapılır. Yahut da ibâdet ile ebedî kurtuluş sağlanıp huzura kavuşmak murâd edilir. Bu da ancak gerçek muhabbet ile olur. Gerçek muhabbette kul; cehennem korkusunu veya cenneti yani nefsin isteklerini değil, Rabbinin muhabbetini arzu eder. İbâdetin kemal bulmuş hâli de Allâh’ın râzı edilmesi ile sağlanır. Bu büyük bir nimettir. Bu nimete erişme de ancak Allah ve Rasûlü’ne tam bir ittibâ ile olur. Bu da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatının, kendi hayatımıza tatbiki ile olabilir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına benzemeyen bir ömür sürersek, ibâdetlerimizde eksiklikler olur. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kâmil mânâda Allah Teâlâ’ya yönelmiştir. Âyet-i kerîmede;

 

“De ki: Benim namazım, (her türlü) ibâdetim, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin rabbi olan Allah içindir.” (el-En‘âm, 162) buyurulmuştur. 

 

Âyeti kerîmenin başındaki «De ki:» ifadesi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içindir. Efendimiz’in hayatında yapmış olduğu her şey de Allâh’ın rızâsını kazanmak içindir. 

 

Allah, kuluna çeşitli mükellefiyetler yüklemiştir. Bu mükellefiyetler; kulun aczini ve noksanlığını bilip her dâim ibâdet ve tâat ile Rabbine yönelmesi içindir. İnsanın kemal bulması, gerçek anlamda yapılacak bir kulluk ile olacaktır. Bu ise sadece ihtiyacımız olduğunda Allâh’a yönelmekle değil, her dâim Allâh’ın huzûrunda olduğumuzun idrâki ile mümkündür. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlandığı hâlde;

 

“Yâ Rabbî! Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım. Sana hakkıyla kulluk yapamadım.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520) buyurarak pek çok kereler duâ ve niyazda bulunmuştur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah Teâlâ’dan sürekli bir yakınlık istiyordu. İştiyâkı bu yöndeydi. Bu yüzden bizim de mânen uyanık olup, Allah Teâlâ’dan sürekli bir yakınlık talep etmemiz gerekir. Bunun için de kulluk şuurunda bir ibâdet hayatımızın olması elzemdir. İnsanın nefsine ve şeytana yenik düşüp ibâdet ve tâatten ayrılması, onu pervâsızca günah girdabına sürükleyebilir. Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

 

“Hakk’a yakınlık; ne yukarı çıkmak ne aşağı inmekle olur. Allâh’a yakınlık, ancak nefsâniyet bağından kurtulmakla olur.” (Mesnevî)

 

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de bu konuda;

 

“Kul ile Rabbi arasındaki perde dünya değildir, kulun kendi nefsidir.” (Altın Silsile, s. 421) buyurmuştur. İlâhî muhabbete nâil olabilmek için, kişinin nefis bağından kurtulması gerekmektedir. Günahları sıradan şeyler gibi görüp, ibâdet ve tâatimizi terk etmemiz; Allâh’a karşı yapılan bir itaatsizliktir. Âyet-i kerîmede;

 

“Biz kesinlikle Allâh’a aitiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) buyurulmuştur. Yine başka bir âyet-i kerîmede;

 

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et.” (el-Hicr, 99) buyurularak; can taşıyan bütün yaratılmışlar gibi insanın da öleceği beyan edilmektedir. Bu yüzden bütün kulların, son nefeslerine kadar yapmakta oldukları ibâdetlere devam etmeleri gerekmektedir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde;

 

“Bana mal biriktirip tâcirlerden olmam vahyedilmedi. Fakat bana; 

 

«Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Ve Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!» (el-Hicr, 98-99) diye vahyedildi.” (Deylemî, hadis no: 6297) buyurarak kendisi de son nefesine kadar; Rabbine kulluğa, ibâdete ve tâate devam etmiştir. Hastalığı hafifleyip de kendine geldiği anlarda, namazlarında cemaate devam etmiş ve namaza devam edilmesini emretmiştir. 

 

Hâsılı; kişinin amellerinin sonucu, mîzanda belli olacaktır. Mîzanda kulun mahcubiyetini önleyecek yegâne gerçek de; acziyetimizin farkında olarak, ümit ve korku arasında kalbî bir kıvamla kulluğa, ibâdete ve tâate devam etmektir. Allah Teâlâ’ya lâyık kul olmamız duâ ve niyazı ile yazımıza Hüdâyî Hazretleri’nin mısraları ile son verelim:

 

Eğer doğru yoldan taşra gittimse;

Efendim, Sultanım; «Estağfirullah!»

Rızâna muhalif her ne ettimse;

Efendim, Sultanım; «Estağfirullah!»

 

Kulun işi sehv ü gaflet ü nisyân,

Efendi’den afv ü rahmet ü gufrân,

Yine Sen’den olur her derde derman;

Efendim, Sultanım; «Estağfirullah!»