GÜVEN ALINIP SATILIR MI?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

SİGORTALARA DAİR

 

Dünya değersizdir, dünya hayatı da fânîdir, geçicidir. Dünyaya değerini veren tek şey, âhiretin ancak onda kazanılabilmesidir.

 

Ortalama insan ömrünü yaşamaya hepimiz istekli olsak da ömrümüzün nerede tükeneceğini bilmeyiz. Fânî dünyada sahip olduklarımızın elimizden gitmesi de bu dünyada görülmedik şeylerden değildir. Üzerine titrediğimiz sıfır arabamız; gözlerimizin önünde eskir, yaşlanır, değer kaybına uğrar. Hayat, iniş çıkışlarla doludur. 

 

Sahip olduğu şeyleri kaybetme korkusu, kapitalist insanı farklı akitler yapmaya götürmüş:

 

Hayat sigortası: Ben yaşadıkça her yıl (veya her ay) size bir meblâğ ödeyeyim, ânîden ölürsem siz yakınlarıma şu kadar para ödeyin. Benim yokluğumu hissettirmeyin. Kredi borçlarımı ödeyin vs. 

 

Kasko: Ben size her yıl belirli bir para ödeyeyim, arabamın başına bir şey gelirse, siz arabamın parasını bana verin. Bir şey gelmezse bu para hiçbir karşılığı olmadan sizin olsun!

 

Hayatın her köşesine bunu yaydılar: 

 

•Uçak bileti alıyorsunuz; 

 

–Yolculuğunuzu sigortalatmak ister misiniz?

 

•Ev eşyası, telefon vb. bir şey alıyorsunuz;

 

–İlâve şu kadar süre daha garanti satın almak ister misiniz? 

 

Haberlerde duyuyoruz, futbolcu bacağını sigortalatmış vs. 

 

Yaptığımız girizgâhtan da anlaşılacağı üzere; 

 

Bir mü’minin; dünyaya kazık çakacakmışçasına, dünyanın fânîliğine meydan okurcasına böyle güvenceler satın almaya çalışması, sadece tevekküle aykırılığı bakımından dahî sıkıntılıdır. Bu birinci husus. 

 

İkincisi: Fıkıh, meseleye helâllik açısından bakar. Akitlerde ne alıyoruz, ne satıyoruz? 

 

Burada her iki taraf da kazanmak istiyor. 

 

Müşteri; meselâ on bin lira verip, beş yüz bin liralık arabasını kurtarmak istiyor. 

 

Sigortacı; riskleri hesaplamaya çalışıyor, endişeleri körüklenmiş 100 kişiden 10’ar bin lira alıp, gerekirse kimseye bir şey ödememek istiyor. Hesapladığı risklere göre; topladığı meblâğın altında bir hasar çıkacak ve üstünden para kazanacak. Şansına hiç hasar çıkmazsa hepsi kendisine kalacak. 

 

Bu sebeple sigorta eksperleri mümkün mertebe ödememek üzere dosyaları incelerler. Çünkü sigorta şirketi; kesinlikle bir yardım derneği veya bir dayanışma teşkilâtı değildir. Hattâ sigortanın kapsadığı süreyi 1 saat geçe kaza olmuş olsa, sigorta şirketi âdeta sevinir ve asla bu hasarı ödemez. Poliçe kapsamını ifade eden ince yazılara göre, bazen dolu hasarını karşılamaz, bazen anahtarı üzerinde unutulmuş arabanın çalınmasını karşılamaz vs. 

 

Bu yönüyle bu akit neyi çağrıştırıyor? 

 

Evet birçok okuyucumuzun aklına gelmiş olabileceği gibi, kumarı… 

 

Kumarda da bir ihtimal satışı var. Maçta şu takım kazanırsa ben sana, o kazanırsa sen bana… At yarışında şu beygir kazanırsa ben alırım, o beygir kazanırsa ona yatıran kazanır… Zar, top vs. şuraya gelirse sen, buraya gelirse ben!.. 

 

Satın alınan bir değer yok, üretilen bir hizmet yok, insanlığa bir fayda yok. Kumarda bir hayal uğruna para saçmak var, sigortada ise bir korkuyu giderme uğruna para saçmak var. 

 

Meselâ; sigorta şirketi, arabanızı hırsızlara karşı korumak için güvenlik vazifelisi tutup istihdama hizmet etmiyor, bakım yaptırıp sizin hayatınızı korumuyor. Hayat sigortası, size sağlıklı beslenme ürünleri satmıyor. Ortada bir hesap var. O hesaba göre para kazanmaya çalışıyor. 

 

Şimdi soralım: 

 

Bu risk yükselirse, ne oluyor? Sigorta primi de yükseliyor. Hattâ âhı gitmiş vâhı kalmış bir arabayı sigortalamıyor. Kanser hastası eğer hastalığını poliçe tanzim edilirken saklamışsa, firma sağlık sigortasını iptal ediyor, ödemiyor.

 

Bu sebeple; aslında gayet düşük olan bir riskten korkan insanların, bu korkularından ve tamahkârlıklarından para kazanıyorlar. Risk gerçekten yüksek olsa, şirketler o primle o masrafı ödeyemezlerdi. Bu sebeple sigorta yapmaya çağırırken, her şeyi ödeyecekmiş gibi davranır; hâdise meydana gelince ise, ödememek için bin dereden su getirirler.

 

Dolayısıyla bu sistemler; kapitalist dünyanın ürettiği, her şeyi ranta çevirme düşüncesinin ürünleridir. Neticede kazananlar hep devâsâ küresel finans ve sigorta firmaları oluyor. Tıpkı kumarda her zaman masanın kazandığı gibi!.. 

 

Bunun müslümancası nasıl olurdu? 

 

MÜ’MİNLERİN DAYANIŞMASI

 

Fıkıhta dîvan / âkıle dediğimiz sistemler görüyoruz. Bir insanın başına; hatâen bir kişinin ölümüne karışmak, ölmesine sebep olmak gibi bir durum gelebilir. Bu durumda; vefat edenin yakınlarına, günümüzdeki tazminatları hatırlatan yüksekçe bir bedel / diyet ödenmesi gerekir. Çoğu insan bu bedeli tek başına ödeyebilecek güçte değildir. Bundan dolayı içtimâî yapıya göre, sülâlesine yahut meslektaşlarıyla beraber yazıldığı dîvan üyelerine bu diyet bölüştürülür. Üst sınırı da mevcut olan bu rakamı ödeyebilecek kadar şahıs bulunamazsa, beytülmalden karşılanır. Yani devlet üstlenir. 

 

Peygamberimiz, muhâcirleri kime emânet etti? Ensâra… Tek tek kardeş ilân etti. Onlar evlerini, barklarını açtılar. Bölüştüler. Verdiklerini; daha fazlasını kazanmak için değil, gönül hoşnutluğuyla helâl ederek verdiler.

 

Cenâb-ı Allah; mü’minler arasındaki kardeşliği, ebedî sigorta olarak vazetmiştir. Mü’minler birbirinin dostudur, hâmîsidir, koruyucusudur. Binâenaleyh herhangi birinin başına bir felâket geldiğinde bütün hepsi seferber olur.

 

Nitekim hadîs-i şerifte Efendimiz şöyle buyurur:

 

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

 

Parmağınıza diken batsa; gözünüz, kulağınız, her tarafınız onun acısını hisseder. Böyle olunca da herhangi bir mü’minin başına bir felâket gelmişse bütün mü’minler o felâketi bertaraf etmek için seferber olurlar. Nitekim bununla ilgili de şerîatimiz, dînimiz, belli kaideler koymuştur.

 

Buradan ilhamla; kişinin dükkânı yansa, kişi vefat etse hanımı dul, çocukları yetim kalsa İslâm toplumu ne yapar? El birliği ile komşusuna sahip çıkar. Ecdâdımız lonca ve ahî teşkilâtlarında aynısını yaptı. Başına bir şey gelen esnafa, arkadaşları yardım etti. Kunduracılar kendi aralarında bir meslek teşkilâtı kurdu. Demirciler hâkezâ öyle. Marangozlar hâkezâ öyle. Birinin dükkânına bir felâket, bir âfet gelecek olsa el birliği yapmak sûretiyle onu bertaraf etmeye gayret ederlerdi.

 

Bu verdiğimiz örneklerde; karşılıklı bir kumar, bir risk/kazanç hesaplaması yoktur. “Günün doldu, sana ödeme yok!” diyecek bir hesapçılık, bir gaddarlık yoktur. Fakat elbette lüks arabanızı da yerine koymayabilir. Size hayata tutunabileceğiniz bir destek sunar. 

 

Gerisi dünyanın med ve cezirleridir. Bir mü’min bunların başına gelebileceğini bilir. Onları sabır, rızâ ve tevekkül ile karşılar. Duâ ve sadaka ile belâları önleme gayretinde olur. Toplumda hırsızlık varsa, insanı ıslah için gayret eder. Yangına, sele tedbir almaya çalışır. İşini sağlam yapar, tevekkül eder.

 

CÂİZ GÖRÜLEN SİGORTALAR

 

Günümüzde trafik sigortası olsun, sağlık harcamalarını ve yaşlılık aylığını içine alan emeklilik sigortası olsun, bunlar ise;

 

•Zarurî olması ve

 

•Herkesi kapsaması itibarıyla câiz görülmüştür. 

 

Aslen câiz değildir denilse bile, zorunlu tutulduğu için, vebâli, yaptırana değil zorlayana olur. 

 

Diğer taraftan; bunlar bütün toplumu kapsadığı için, devletin himayesinde bir nevi dayanışma hâlini de almaktadır. Trafik sigortası ticârî olsa da primleri kâr etmekten ziyade, işletme maliyetini karşılayacak civarda seyrediyor. Çünkü herkesin mecburen katılması, sistemi dayanışma sandığına çeviriyor. 

 

Bilmeyenler için ifade edelim; 

 

Trafik sigortası; sigorta edilen aracın, başka araç ve kişilere verdiği hasar ve zararı, poliçede verilen ölçülerde karşılar. Bir nevi trafiğe çıkan herkesin, meydana gelebilecek bütün trafik kazaları için ortak bir havuza ödediği âidat hükmündedir. Yukarıda bahsettiğimiz dîvan / âkile sistemine benzer yönleri vardır. 

 

Kasko ise, sigortalanan aracın başına gelebilecek zarar ve ziyanları karşılamak içindir. 

 

Emeklilik sigortasına gelince; 

 

Diyelim ki, bir kişi SGK primini de ödeyemedi, çalışamadı veya çalışacak durumda değil; zaten devletimiz onlara da engelli maaşı, yeşil kart vs. sosyal yardımlarıyla yine elinden geldiğince ulaşıyor. Yani onda da büyük içtimâî havuz mantığı var.

 

Herkesi kapsamayan, husûsî ve ihtiyârî olan, fakat câiz olan bir sigorta olamaz mı?

 

Malezya, Endonezya gibi İslâm ülkelerinde; tekâfül sigortası denilen çalışmalar var. Tekâfül karşılıklı kefil olmak demek. Ortaya bir kâr çıkarsa, o da havuz içinde içtimâî gayeler için harcanmalı. Yani sosyal tarafı güçlendirilmiş sistem arayışları. Ülkemizde de buna yönelik çalışmalar olduğu dile getiriliyor. 

 

Maalesef zamanımızda bilhassa ülkemizde; bankacılık, finansman vb. sahalardaki bu tür adımlar, kapitalist sisteme uygun çözümler üretmek şeklinde tezâhür ettiği için, bunlara karşı da ciddî şüphelerimiz mevcut. 

 

Saydığımız mahzurlarına rağmen; kaskoya cevaz verip, hayat sigortasına cevaz vermeyen vs. farklı ve yeni görüşler var. Ancak bizim kanaatimiz, bunlardan uzak durulması gerektiği şeklindedir. 

 

Maalesef biz 200 yıldır İslâmî düzenlemelerden ve çözümlerden mahrum kaldığımız için, bugün bu tür problemlerle karşı karşıyayız. 

 

Ezcümle şunu söyleyebiliriz:

 

Mecburî olmadıkça, bu tür sigorta faaliyetlerine girmek doğru değil. Bunun yerine biz, sadakanın belâyı defedeceğine îmân ediyoruz. Bunun yerine biz; başımıza bir kaza, belâ gelir de bunun neticesinde bir mal kaybı olursa, sabrettiğimiz, metânetle karşıladığımız takdirde o kaybımızın sadaka olacağı inancındayız.

 

Binâenaleyh bizim kaybetme korkusu gibi bir korku üzerinden kendimizi güvenceye almaya ihtiyacımız yok. Çünkü Cenâb-ı Allâh’a îmân ediyoruz. Cenâb-ı Allâh’ın isimlerinden biri de «el-Mü’min» güven verendir, güvene alandır.

 

Rabbimiz, bizi her türlü âfetten emin kılsın. Bir âfet geldiğinde de ona karşı sabır, metânet gösterebilmeyi hepimize nasip müyesser eylesin. Âmîn…