Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -28- KURUCU ÜÇ NESİL

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

MÂSUM NEBÎ

 

Müellifimiz İslâm’ın ilk üç kurucu nesli üzerinden; hadîs-i şeriflerin rivâyet dönemi, mezheplerin oluşumu ve bir mezhebe bağlanmanın gerekliliği üzerine gayet mühim tespitlerde bulunmaktadır:

 

Kırk İkinci Kaide:

 

“Tâbî olunabilecek, peşinden gidilebilecek tek bir kimse vardır; o da Mâsum olandır / Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’dir. Çünkü O’ndan hata bertaraf edilmiştir, hatası yoktur.”

 

Yani bütün hareketleri, bütün fiilleri kayıtsız şartsız örnek alınabilecek tek kişi, ismet sahibi olan Peygamberimiz’dir. 

 

Mehmed Âkif de meşhur şiirinde Peygamberimiz’in Mâsum vasfına vurgu yapar:

 

Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!

 

Peygamberlerde bulunması gereken beş sıfattan biri olan İsmet; günahlardan, hatalardan korunmuş olmak demektir. Bu sıfat sadece peygamberlerde vardır. 

 

Peygamberler; gerek seçilmiş olmalarının yansıması olarak, tertemiz ruh ve kalpleri sebebiyle, gerekse de Allah Teâlâ tarafından korunmuşlukları ve kötülükten uzak tutulmaları vesilesiyle mâsumdurlar. Beşer olmaları hasebiyle zelleleri olabilir. Ancak bunlar da vahy-i
ilâhî ile bildirilip düzeltilir. 

 

Böylece Peygamberimiz’den bize sağlam bir senet ile ulaşan ve ilâhî plânda îkaz edilmediği için Cenâb-ı Hak tarafından da makbul addedildiği anlaşılan her fiile ittibâ ederiz. 

 

Fakat bu sıfatlara sahip olmayan kişilerin; söz, fiil ve tercihlerinin hatalı olma ihtimali vardır. 

 

“–Onlardan sonra kime tâbî olunabilir?”

 

Bu suâle cevaben Müellifimiz devam ediyor:

 

“Veya ismet sahibi olan yüce Peygamberimiz’in fazîletine şâhitlik ettiği kişilere tâbî olunur. Çünkü adâlet sahibi kişinin tezkiye ettiği de adâlet sahibidir.”

 

Hadis ilminde, râvîlerin güvenilir olup olmadıkları hususunda araştırma yapılır. Buna cerh ve ta‘dîl diyoruz. 

 

Cerh; güvenilir olmayanın bu durumunu ortaya koymaktır. 

 

Ta‘dîl; güvenilir olanın hâlini ifade etmektir. 

 

Adâlet bu babda; «Bid‘atlerden uzak nezih bir inanca sahip, amellerinde fısk u fücûra düşmeyen, müttakî, bilhassa da yalan ve iftiradan uzak, güvenilir, sâlih müslüman olmak» demektir. 

 

Benzer incelemenin daha hafif olanı mahkemelerde şâhitlikte bulunacak kişiler için de yapılır. Burada şâhidin âdil olduğunu ifade edecek kişinin faaliyetine «tezkiye» denir. Günümüzde güvenlik soruşturması denilen araştırmalar gibi… 

 

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisi mâsum / ismet sıfatına sahip olduğuna göre, adâletin / dindarlığın, güvenilirliğin zirvesidir. O’nun tezkiye ettiği; bize, ittibâ için tavsiye ettiği kişiler de güvenilirdir.

 

Yani ya peygambere ya peygamberin gösterdiğine tâbî olmak lâzım gelir. 

 

“Hazret-i Peygamber Efendimiz şâhitlik ediyor ki:

 

«İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir.» (Buhârî, Şehâdât, 9, Fezâilü’l-Ashâb, 1, Rikāk, 7, Eymân, 27; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 214)

 

Binâenaleyh Peygamber Efendimiz’in bütün bir toplum olarak hayırlı olduklarına şâhitlik ettiği üç nesil vardır:

 

•Sahâbe nesli

 

•Tâbiîn nesli

 

•Tebe-i tâbiîn nesli

 

“Onların fazîleti bu sıraya göre tahakkuk etmiştir. Kendilerine ittibâ hususunda da bu sıra geçerlidir.”

 

En fazîletlileri; sahâbe efendilerimiz, sonra tâbiîn, sonra tebe-i tâbiîn.

 

Bizim îtikādımıza göre tâbiîn içerisindeki en üstün şahsiyet, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in medhine mazhar olmuş olan Üveys el-Karânî Hazretleri’dir. Biz Türklerin «Veysel Karânî» dediğimiz mübârek zât. Fakat hocalarımız, ehl-i sünnet âlimlerimiz derler ki:

 

“Bu zât da sahâbe efendilerimiz içerisinde mertebesi en düşük olanın atının tozu kadar bile olamaz.”

 

Yani en üstün tâbiîn ile sahâbenin en alt mertebesindeki kişi arasında fersah fersah fark vardır. Çünkü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş olmak, O’nun nazarına muhatap olmak, sohbetinden tefeyyüz etmiş olmak bambaşka bir ayrıcalıktır.

 

Zaman zaman sahâbe efendilerimizle ilgili ileri geri konuşan nâdanlar oluyor. Hattâ bazen maalesef hocaefendi, profesör vb. sıfatlı bir kişi kalkıyor bir sahâbî hakkında;

 

“−Ben onu sevmiyorum, sevmeye mecbur değilim!” gibi acayip lâflar edebiliyor.

 

Sahâbe olduğu tescil edildikten sonra biz o zâtı sevmeye mecburuz. 

 

Sahâbe olup olmadığı tartışmalı bir kişiden bahsediliyor ise, bu başka bir meseledir. 

 

Biz sevsek ne olur sevmesek ne olur? Allah, sahâbeden râzı olduğunu söylüyor:

 

“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, ihsân üzere onlara tâbî olanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş; onlar da O’ndan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)

 

Kaldı ki, bir müslüman; bırakın bir sahâbîyi, sıradan bir müslümanı bile sevmek zorundadır. Sahâbîlere ise, dînin bize ulaşmasında gösterdikleri fedâkârlıklardan dolayı ayrıca vefâ borcumuz vardır. 

 

Seyyid Kutub -Allah rahmet eylesin- Meâlim fi’t-Tarîk / Yoldaki İşaretler adlı kitabında bizim Müslümanlığımızla sahâbe efendilerimizin Müslümanlığı arasındaki farkın sebeplerini anlatır ve şöyle der:

 

“Bizimki; atadan, babadan görme, mirasyedi bir Müslümanlık. Onlar ise müslüman olmak için büyük bir bedel ödediler.”

 

Sahâbe efendilerimizi sevmek ve adâletlerini kabul etmek, ehl-i sünnetin kırmızı çizgilerinden biridir. Sahâbe dendiğinde akan sular durur. 

 

«O haklıydı, bu haklıydı…» demeden hepsini başımızın tâcı bilmeliyiz. Kendi aralarında yaşananlar, kendi bilecekleri bir iştir.

 

Nitekim aralarındaki ihtilâfa binâen Bizans İmparatoru, Hazret-i Muâviye -radıyallâhu anh-’a bir mektup gönderir;

 

“−Sana yardım edeyim.” der.

 

Sahâbî cevaben der ki:

 

“−Bre densiz! Şimdi Efendim Ali ile birlik olur, başı burada, sonu senin surlarının dibinde bir orduyla üzerine geliriz!..”

 

Onlar hakikaten îmânı hazmetmiş, bedel ödemişlerdir. 

 

Müslümanlığı kolay bulanlar ise; kolayca birbirine sırt dönebiliyor, ayrılık düşüncelerine kapılıyor. 

 

Müellifimiz; «Sıralamada da aynı sırayla onlara tâbî olunur.» dedi. 

 

Fakat biz neden Hazret-i Ebûbekir’in veya Hazret-i Ömer’in mezhebinden değiliz de onlardan sonra gelmiş Ebû Hanîfe veya daha da sonra gelmiş İmam Şâfiî’nin mezhebindeniz?

 

Akla gelebilecek bu suâle Müellifimiz şöyle cevap veriyor:

 

“Sahâbe efendilerimiz (Allâh’ın dînini tebliğ etmek, cihâd etmek, yeni beldelerde muallim, kadı vb. vazifeleri deruhte etmek üzere) çeşitli beldelere dağıldılar.” 

 

Doğuda Semerkant’a, Çin’e kadar; batıda Atlas Okyanusu ve Endülüs’e kadar; kuzeyde Balkanlara, Kafkaslara kadar gittiler. 

 

“Her biri de giderken Peygamber Efendimiz’den öğrendiğini yanında götürmüştür. İmam Mâlik Hazretleri’nin dediği şu söz gibi.” 

 

Burada Müellifimiz’in de mezhebine bağlı olduğu İmam Mâlik’in söylediği sözden önce; bu sözü, nerede, kime, söylediğini anlatmamız gerekir. 

 

İmam Mâlik, Muvattâ adlı hadis kitabını tasnif etti. Muvattâ aslında, musannef gibi bir te’lif türünün adıdır. Zamanında birçok muvattâ yazılmıştır. Fakat ihlâsı bereketiyle onun eseri geniş çapta okunmuş ve günümüze de intikal etmiştir. 

 

Bu eseri gören dönemin halîfesi Ebû Câfer-i Mansûr;

 

“−Artık hukukta birliği sağladık. Ben bu kitabı bütün büyük şehirlere yollayacağım. Artık benim memleketimde bu kitap ile amel edilecek.” diyor.

 

Yani İmam Mâlik’in tasnif ettiği Muvattâ o dönemin anayasası veya hukuk metni hüviyetinde olacak. Bir başkası olsa buna çok sevinir. İlmî çalışmalarını Medine’de, Mescid-i Nebevî’de yürüten İmam Mâlik ise öyle demiyor.

 

“−Yok, böyle yapma! Ben benim bildiklerimi yazdım. Ben bir araya gelebildiğim sahâbe efendilerimizden topladıklarımı buraya kaydettim. Ama benim görmediğim, dünyaya yayılmış sahâbeler var. Onlar da Hazret-i Peygamber’den ilim götürdüler. Onlar Hazret-i Peygamber’den bir şey duymuşlarsa, kulaklarıyla bizzat Hazret-i Peygamber’den duyduklarıyla mı amel edecekler yoksa benim naklettiğimle mi?” diyor.

 

Mecelle’de mühim bir kaide vardır:

 

“İçtihad, içtihâdı nakzetmez.”

 

Yani ben nasıl anlayabiliyorsam sen de anlarsın. «Benim anlayışım seninkinden üstündür.» denmez. Dolayısıyla; mezhepleri devlet zoruyla veya propaganda gücüyle teke indirelim, bir mezhepte hepsini birleştirelim, düşüncesi doğru değildir ve bu yaklaşım, İslâm’daki görüş zenginliğini ve bunun vesile olduğu rahmeti yok edecek bir davranış olur. 

 

İşte İmam Mâlik’teki bu tevâzu ve ihlâs sayesinde Cenâb-ı Allah bereketini vermiştir.

 

Şimdi İmam Mâlik’in, Ahmed Zerrûk tarafından iktibas edilen sözünü nakledelim:

 

“Her sahâbî Hazret-i Peygamber Efendimiz’den duyduğu ilmi yanında götürmüştür. 

 

•Birinin yanında nesheden bir hadis var. Diğerinin elinde mensuh olan hadis var. 

 

•Birinin yanında mutlak bir ifade var, diğerinin yanında mukayyed rivâyet var.

 

•Birinin yanında umûmî hüküm var, bir diğerinin yanında o umûmî hükmü daraltan, tahsis eden bir başka hüküm var. 

 

Ki bunun birçok misâli vardır.”

 

Yani bir yapboz düşünün:

 

Bir parça Çin’e gitmiş, bir parça Semerkant’a gitmiş.

 

Nâsih-mensuh nedir? 

 

Peygamberimiz Cenab-ı Allâh’ın tâlimatları ile ümmetini terbiye ederken, önce bir hüküm vermiş:

 

•Kabir ziyaretini yasaklamış. Çünkü câhilî âdetler devam ediyor. Sonra İslâmî yaşayış köklenince bu yasağı kaldırmış. 

 

•Cuma günü gusletmeyi vâcib kılmış. Sonra temizlik anlayışı yerleşince, bunu sünnet seviyesine çekmiş. 

 

Şimdi Medine’ye o yasak veya vâcib kılınma esnasında gelmiş, bir müddet kalmış ve ayrılmış bir sahâbînin yanında, o mensuh / kaldırılmış bilgi kalmış oluyor. O hükmü kaldıran nâsih hadisten haberdar olmayabiliyor. 

 

Mutlak-mukayyed nedir?

 

Yemin keffâretinde âyet-i kerîmede üç gün oruç emrediliyor. İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ın
notlarında ise, bu orucun peş peşe tutulması gerektiği kaydı da yer alıyor. Peş peşe şartı olmadan üç gün oruç «mutlak», peş peşe tutulmasının şart koşulması «mukayyed». İbn-i Mes‘ûd’da olan bu bilgi, diğer bir sahâbîde yok. 

 

Umûmî hüküm ve tahsis nedir?

 

Âyet-i kerîmede meyte / şer‘î usûle göre boğazlanmadan ölen hayvanların haram olduğu bildirilmiştir. Bu umûmî hükümdür. Peygamberimiz, denizden çıkmakla ölen balığın bu hükme dâhil olmadığını bildirmiştir. 

 

Efendimiz -aleyhisselâm-’ın bir rivâyete göre 120 bin sahâbesi vardır. İslâm’ın fütûhat ile yayılmasıyla; sahâbe efendilerimizde ilim, dağınık olarak kalmıştır. 

 

“Bu yüzden bir sonraki nesle yani tâbiîne ihtiyaç olmuştur. O tâbiîn dönemi âlimleri, sahâbe efendilerimizin elindeki Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’dan öğrenilmiş dağınık olan ilmi cem etmiş ve oralardaki rivâyeti zapt etmiştir.”

 

Meselâ bir hadis öğrenmek için Endülüs’ten kalkmış Medine’ye gelmiş. Aslında bu adam bildiği bir hadîsi dinlemek üzere geliyor. Niçin geliyor? Senetten bir tane isim düşürmek için beş aylık, altı aylık yolculuk yapmış. 

 

İki rivâyet zinciri kıyaslandığında; daha az râvî ile aktarılana âlî isnat, daha fazla râvî ile aktarılana nâzil isnat denir. Kendisindeki senedi bir isim kısaltmak ve âlî isnâda ulaştırmak için bu büyük zahmete katlanıyor. 

 

“Fakat bu ikinci nesil, topladıkları malzemenin fıkhıyla tam mânâsıyla meşgul olamamışlar. Evet; bazıları fıkıhla da meşgul olmuş, fakat bütününe yönelik bir fıkıh faaliyeti olmamıştır. Dolayısıyla bu vazife üçüncü nesle intikal etmiştir.”

 

Hazret-i Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali -radıyallâhu anhüm- fakih değil mi? Fakihler, ama tahâretten mîrâsa kadar her mesele ile ilgili munzabıt, derli toplu bir içtihatları yoktur.

 

“Tebe-i tâbiîn nesli; malzemeyi toplamış, zapta geçirmiş, kaideye bağlamış ve üzerinde fıkhı tahsil etmiştir.”

 

Bütün dört mezhep de üçüncü kuşakta teşekkül etmiş. İmam Mâlik ile Ebû Hanîfe tâbiîn olarak kayıtlara geçse de aslında onlar da tâbiînin küçüklerindendir. 

 

“Böylece hem hıfz hem zapt hem fıkıh cihetiyle hâdise tamamlanmıştır.”

 

Yani hem ezberlenmiş; artık bilinmeyen bir hadis neredeyse yok, tahkim edilmemiş, kuvvetlendirilmemiş bir hadis yok. Fıkhı da tamamen öğrenilmiş.

 

“Artık sonrakiler için tebe-i tâbiîn döneminde istinbat edilen, içtihat edilenle amel etmek, onların itimat ettiklerini yani kökleştirdiklerini ve kabul ettiklerini de kabul etmekten başka bir şey kalmamış görünüyor.

 

Tebe-i tâbiîn döneminde her ilim dalının hem ilim hem de takvâ cihetinden meşhur olmuş imamları vardır. 

 

•İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ahmed İbn-i Hanbel, İmâm-ı Âzam fıkhın önderleridir. Bunların hem ilimleri hem de takvâları tescillidir.

 

•Diğer taraftan tasavvufun önderleri de Cüneyd-i Bağdâdî, Mârûf-i Kerhî, Bişri’l-Hâfî onlar da bu dönemin imamları. 

 

•İmam Muhâsibî ise hem tasavvuf hem de akāidde imamdır. Çünkü -Tabakāt sahibi İbnü’l-Esîr’in ifade ettiği gibi- Muhâsibî Hazretleri «sıfâtullâh»ın ispatı ile ilgili ilk söz söyleyen kişidir.

 

Allah Teâlâ en doğrusunu bilir.”

 

Bu kaide, farklı amelî mezheplerin varlığını anlayamayanlara da gayet güzel bir açıklama sunmaktadır. 

 

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde yetişen sahâbe ve onların talebeleri olan tâbiîn ve onların talebeleri olan tebe-i tâbiîn nesillerine, İslâm’ın ilmî temellerini inşâ ettirmiştir. 

 

Zamanımızda mezhepleri beğenmeyerek, tenkitlerde bulunarak, keşfedilmişi yeniden keşfetmeye çalışanların da zaman yolculuğu yapıp, en hayırlı nesillerin çağına geri gidemeyeceklerine göre, beyhûde çaba sarf etmemeleri gerekir. Mezheplerden birine ittibâ etmek, Mâsûm’un / İsmet sahibi Peygamberimiz’in tezkiye ettiği nesillerin yoluna uymaktır. 

 

Cenâb-ı Hak, dalâlete ve bid‘ate düşenlerden muhafaza buyursun. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundan ayırmasın. Cümlemize îman selâmeti bahşeylesin.

 

Âmîn…