GAYRET EHLİ ARASINDA YAŞANAN İMTİHANLAR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Gerek vakıf-dernek gibi sivil toplum kuruluşlarında, gerekse resmî teşkilâtlarda; eğitim, irşad, yardım, hizmet ve benzeri gayretleri üstlenen insanlar arasında zaman zaman birtakım imtihanlar yaşanıyor. Geçimsizlikler, küslükler, ithamlar, zanlar, dedikodular vs. 

 

Başka insanlar, dünyevî mesleklerle iştigal edip vaktinin ancak kısıtlı bir süresinde uhrevî işlere vakit ayırabiliyor. Gayret ehli ise; iş ve hizmeti, maîşet temini ile ibâdeti birleştirmiş. Ne mutlu bir şeref… Lâkin bu gayretlerin büyük bir şerefi olduğu gibi, büyük tehlikeleri de söz konusu olabiliyor.

 

Bir yerde mükâfat ne kadar fazlaysa tehlike de o kadar büyük demektir. 

 

Gayret ehlinin vazifesi, insanları ateşten kurtarmak. Fakat önce kendini kurtarabilmesi şart. Nasıl uçaklarda anons ediyorlar: 

 

“Âcil durumlarda önce kendi maskenizi takın, sonra çocuğunuzun maskesini takın!”

 

Gayret ehli, önce kendisini ateşten kurtarmalı. Takvâlı, güzel ahlâklı, hoş geçimli olmalı. 

 

Aksi takdirde; gayretlerin içinde yaptığı taktik hatalar yüzünden, böyle bir hizmete hiç girişmemiş olmaktan daha kötü bir duruma düşebilir. Bir ömür sürdürdüğü gayretlerden büyük ecirler beklerken; delik bir kovaya su doldurmaya çalışmışçasına, yolun sonunda büyük bir kayba, hüsrana uğramış olur.

 

ŞİKÂYETE SEVİNMELİ

 

Gayret ehli olarak bizler; herkese vaaz eden, nasihat eden kişileriz. Fakat zaman zaman kendimize dönmemiz, kendimizi sorgulamamız, kendimizi hesaba çekmemiz elzemdir. Hattâ imkân dâhilinde ise; sevdiğimiz, nasihatine güvendiğimiz kimseleri çağırmamız; 

 

“Gel, beni bir izle, kontrol et, bir bak. Benim eksiğim ne? Hatam ne? Kusurum ne? Problemli olan yönler neler? Bunları bana Allah rızâsı için söyle!” diye talepte bulunmamız lâzımdır.

 

Hazret-i Ömer Efendimiz, ücretini ödeyip bir zât vazifelendirmiş ki bu zât ona günlük olarak; 

 

“–Âhiret var, unutma!” diye hatırlatmada bulunurmuş. Bir gün gelmiş ki; 

 

“–Artık senin hatırlatmana gerek yok. Bana daimî sûrette âhireti hatırlatacak, ölümü hatırlatacak sakalıma ak düştü.” diye söylemiş diye rivâyet edilir.

 

Hatalarımızı söyleyecek birini bizim istihdam etmemiz lâzım iken, bir kardeşimiz çıkmış bizden şikâyet etmiş. Gerek yüzümüze karşı; gerekse âmirimize, üst mercîlere bizim yanlışlarımızı iletmiş. Buna üzülmememiz, sevinmemiz lâzım. Onun elini-ayağını öpüp, ona teşekkür etmemiz gerekir. Bu kişiyi, Allâh’ın bir lutfu olarak görmemiz lâzım. 

 

Bu kişi haklı olabilir veya haksız olabilir. Bunun hiçbir ehemmiyeti yok. Mühim olan, bu kimse bizim karşımıza geçmiş ve şikâyetini bize veya bizden daha üst bir makama anlatmış.

 

Hazret-i Ömer’i, halîfe olduğunda üzgün gören Hazret-i Huzeyfe, üzüntüsünün sebebini sorar. İdareciliğin mes’ûliyeti endişesinden dolayı üzüldüğünü öğrenince şöyle der:

 

“–Bu mu sizi üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığınızda sizi düzeltiriz.”

 

Hazret-i Ömer tekrar teyit ettirdi, çok sevindi ve şöyle dedi:

 

“–Allâh’a hamd olsun ki sizin içinizde, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler var etti.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)

 

Hazret-i Ebûbekir de şöyle hitâb etmişti:

 

“−Eğer siz bize nasihat ederseniz ve biz bunu kabul etmezsek bizde hayır yoktur. Eğer siz bize nasihati terk ederseniz, bize doğruyu, hakkı ve hakikati anlatmaktan vazgeçerseniz, o zaman sizde hayır yok demektir.”

 

Binâenaleyh; 

 

Bir kimse gelip bize bizden şikâyet ettiğinde buna sevinmemiz lâzım. 

 

Demek ki;

 

Biz bu kardeşimizin bize gelip şikâyetini arz edebileceği bir zemin oluşturmuşuz. Bu Allâh’a hamd edilmesi gereken en önemli hususlardan bir tanesidir.

 

Ya bu kardeşimiz, bize gelip bu şikâyetini dile getirmeyip de içine atsaydı? Ya bu şikâyeti ile bize gelmeyip de Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a doğrudan arz etmiş olsaydı, hâlimiz nice olurdu? 

 

İkinci bir husus da;

 

Önümüze bir fırsat düşüyor. Yani bu kardeşimiz haklı veya haksız olabilir. Haklıysa derhâl o haksızlığı düzeltmemiz için ne güzel bir fırsat!.. 

 

Kardeşimizin haksız olduğunu düşünüyorsak ki, ekseriyâ böyle bir savunma duygusuna çekilebiliriz. Böyle bir durumda da ona;

 

“−Kardeşim, sen nâhak yere bunu söylüyorsun! Bilmediklerin var. Bak işin içyüzü öyle değil!” diye bir daha haklı olduğunda da gelmeye cesaret edemeyeceği bir şekilde davranmamak lâzım.

 

“−Kardeşim, önce Allah senden râzı olsun. Demek ki ben böyle ceberut bir idareci değilim. Bir kardeş olarak geldin. Bana nasihat ediyorsun. Fakat şu hususları bilmen gerekir ki böyle birtakım durumlar var. Sen de bu hususlarda bana yardımcı olursan, Allah senden de benden de râzı olsun.” diye onun gönlünü yapmak lâzım. «Krizi fırsata çevirebilmek» dedikleri işte budur. 

 

Gayret ehli olarak, bulunduğumuz noktayı bir nasîb olarak görmemiz lâzım. 

 

Cenâb-ı Allah rolleri de bizim aramızda taksim etmiş:

 

•Birine imam, birine cemaat olma rolünü vermiş. 

 

•Birine idareci, diğerine memur olma rolünü vermiş. 

 

Nasıl bir film sahnesinde her oyuncunun rolü farklıysa şu dünya sahnesinde de hepimizin rolü farklı.

 

Bu sebeple; 

 

Bir hizmetin ucundan tutan bir insan yaptığı işi büyük veya küçük olarak değerlendirmemeli. Bizim o iş karşısındaki tutumumuz büyük veya küçüktür. Yani adam yemekhânede aşçı olabilir. Onun aşçılığı mı daha değerlidir yoksa söz söyleme yetkisi sahibi olarak idarenin başında olan kişinin idareciliği mi daha değerlidir? 

 

Kim rolünü daha iyi oynuyorsa o Allah katında büyük ödülü alır.

 

CENNETİN ŞARTI

 

Ehl-i gayretin unutmaması gereken bir nokta şudur: 

 

Birbirimizi sevmeye mecburuz. Şu hadîs-i şerîfe göre birbirimizi sevmemiz îmânımızın gereğidir:

 

“Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; 

 

Sizler îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. 

 

Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız…” (Müslim, Îmân, 93)

 

Birbirimizi sevmekte problem yaşamamamız şart. Hele ehl-i gayret olarak, bir yandan insanların hidâyeti için gece-gündüz koşturacağız, bir sürü paralar harcayacağız; diğer taraftan îmânımızla ilgili birtakım problemler yaşayacağız; bu kabul edilebilir bir şey değil. 

 

Efendimiz -aleyhisselâm-’ın sözleri, Kur’ân-ı Kerim’de Ce­nâb-ı Allâh’ın âyetlerindeki ifadeler, çoğu zaman hem hakikî hem mecazî mânânın murâd edildiği ifadelerdir.

 

Şöyle ki biz; 

 

Cennet denildiğinde, âhirette Cenâb-ı Allâh’ın bizlere mükâfat olarak vereceği cenneti; 

 

Îman denildiğinde de Allâh’a, Peygamberi’ne, kitaplarına, meleklerine ve elçilerine inanmayı anlıyoruz. 

 

Fakat mecâzen ve yan mânâlar bakımından cennet ile dünya cenneti yani huzur ve saâdet içinde bir dünya hayatı da anlaşılabilir. Yaşadığımız toplumu, idare ettiğimiz müesseseyi cennete, yaşanabilir bir ortama çevirmek istiyorsak; îman, yani güven olmazsa olmaz. Bir yerde güven yoksa o yerde cennet olmaz. O yer, bir gül bahçesi hâline gelmez.

 

Bu hadîs-i şerîfin devamında da böyle bir incelik var:

 

“…Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim, Îmân, 93-94. Ayrıca bkz. Tirmizî, Et‘ime, 45, Kıyâmet, 56; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9, Edeb, 11)

 

«Aranızda selâmı yayınız!» ne demek? Her gördüğümüze selâm verince birbirimizi sevmiş olur muyuz? 

 

Selâmı yaymanın bu mânâsı yanında; selâmeti, esenliği, zarar vermeme prensibini yaymak da anlaşılır. Şu hadîs-i şerifteki gibi:

 

“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu kişidir…” (Buhârî, Îmân, 4, 5, Rikāk, 26; Müslim, Îmân, 64-65)

 

Selâm demek; «Benden sana zarar gelmez.» demek. «Benden sana kışın soğuğunda sıcaklık, yazın hararetinde bürûdet, serinlik gelir.» Selâmet bu demek.

 

Cennete girmenin şartı âyet-i kerîmede kalb-i selîm ile tarif edilmiş. Kalb-i selîm sahibi olan kimse, o malın-mülkün fayda vermediği günde fayda görür. (Bkz. eş-Şuarâ, 89)

 

Peki, kalb-i selîm ne?

 

Diyor ki âlimlerimiz:

 

“Kalb-i selîm; hiçbir müslümana, hiçbir insana karşı, içinde kin, nefret taşımayan, biriktirmeyen kalptir.”

 

Bunları söylemek kolay. Bunları vaaz etmek kolay ama hayata geçirmek zordur. İnsan kalbi hassastır. Hattâ öyle ki içeriye biri gelse şöyle bir bakar, birinin yer vermesini bekler. Kimse yer vermese ondan bile alınır. Kardeşi hakkında; «Tebessüm etmedi, ‘Hoş geldin!’ demedi.» diye düşünür. Hâlbuki onun belki bir derdi vardır. 

 

YÛSUF -ALEYHİSSELÂM-’IN KISSASI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in bu en güzel kıssasını da gayret ehli arasında yaşanan geçimsizlik problemleri açısından yeniden değerlendirebiliriz: 

 

Yûsuf -aleyhisselâm-, Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 oğlundan biridir. Yâkub -aleyhisselâm- Benî İsrail peygamberlerinden mühim bir peygamber. Peygamber evlâdı olan 11 kardeş… Malûm, Yûsuf’u çekemiyorlar, haset ediyorlar. Diyorlar ki:

 

“−Yûsuf’u ortadan kaldırırsak babamızın muhabbeti bize yönelir.”

 

Yani istedikleri şey kötü değil aslında. «Babamız bizi de sevsin. Bizimle daha fazla ilgilensin.» Kötü bir maksatları yok. 

 

Benzer şekilde şeytan bize de gelir der ki:

 

“−Sen daha büyük hizmetler yapacaksın. Ama şu filân şahıs var ya! Onun varlığı, senin hizmetine mâni oluyor. O zaman formül basit; ayağını kaydır, hizmet sana mübârek olsun!..”

 

Kıssa malûm. Döverler, kuyuya atarlar, üstüne taş yağdırırlar, sonra da kervana satarlar… 

 

Sonra, Yûsuf -aleyhisselâm- Mısır’da bir hayat yaşadı. Peşinden bir rüyayla Yûsuf -aleyhisselâm- Mısır hazinelerinin, ekonomisinin ve ziraatının başına geldi.

 

Sonra kardeşleri geldiler, Yûsuf -aleyhisselâm-’dan hayatlarını devam ettirebilmeleri için buğday talep ettiler. Bütün civar ülkelerinin halkının yaptığı gibi Yûsuf -aleyhisselâm-’ın önüne geldiler;

 

“−Biz buğday istiyoruz.” dediler.

 

Yûsuf -aleyhisselâm- onlara buğday verdi ve en son bir sahne var… Yûsuf -aleyhisselâm- yüzünden perdeyi kaldırıyor, onlar Yûsuf -aleyhisselâm-’ı tanıyorlar.

 

Yılların acısıyla intikam fırsatı gelmiştir. Fakat Yûsuf -aleyhisselâm- ne yapıyor?

 

“Yûsuf şöyle dedi:

 

«−Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok. Ben hakkımı çoktan helâl ettim. Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.»” (Yûsuf, 92)

 

Bir îmâ, bir gönderme, eskiyi akla getirebilecek bir şey yapılmayacaktır. Niçin? Yûsuf -aleyhisselâm- bu gücü, bu kuvveti, bu mânevî motivasyonu nasıl elde etmiş? Yûsuf -aleyhisselâm- ana aktörü, ana düşmanı görüyor, «Şeytan» diyor.

 

“−Yoksa bunlar peygamber çocukları. Bunlar benim kardeşim. Aynı babanın çocuklarıyız. Bunların bana kötülük yapmaları imkân ve ihtimal dışı. Ama ne var ki şeytan, benim ve kardeşlerimin arasını ayırmak için her türlü hile ve desîseyi yapar, yaptı da…” (Bkz. Yûsuf, 100)

 

Yûsuf -aleyhisselâm- krizi fırsata çeviriyor. Allah katında çok büyük değer ve ecir kazanıyor. 

 

AFFET Kİ AFFEDİLESİN! 

 

İfk Hâdisesi de ehl-i gayret arasındaki problemlerde değerlendirebileceğimiz bir hâdise:

 

Âişe Vâlidemiz’e bir gazveden sonra iftira atılıyor. Âişe Vâlidemiz hasta olduğu için günlerce iftiradan habersiz bir şekilde evinde kalıyor. Ama Medine’de bir fitne kazanı kaynıyor. Her yerde Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in iffetiyle ilgili konuşuluyor. Münafıklar olumsuz konuşurlarken mü’minler Hazret-i Peygamber’in hanımına yakışır bir şekilde konuşuyorlar.

 

Hattâ rivâyete göre Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin hanımı bu konuşulanları hatırlatınca Ebû Eyyûb el-Ensârî;

 

“−Sen olsan ne yapardın?” diyor.

 

Hanımı da;

 

“−Asla öyle bir şey yapmazdım.” diyor.

 

O da;

 

“−Peygamber’in hanımı senden daha temizdir.” diyor.

 

Mü’minlerin, anneleriyle ilgili düşünceleri bu. Ama mü’min olanlardan bazıları da -Allâh’ın bir hikmeti- münafıkların sözlerine katılmışlardı. Burada Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in çektiği ızdırap, Âişe Vâlidemiz’in hâdiseyi duyduktan sonra çektiği ızdırap, Âişe’nin babası Ebûbekir Hazretleri’nin çektiği ızdırap… O ailenin, mü’minlerin çektiği ızdırâbın tarifini yapmak mümkün değil.

 

İşin bizim mevzumuza bakan kısmı, maalesef bu fitne kazanına katkı sağlayanlardan bir isim Hazret-i Ebûbekir’in fakir bir akrabası. Ebûbekir Efendimiz’in sadakalarıyla yaşayan, hayatını sürdüren bir kimse.

 

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in tertemiz olduğuna dair Nur Sûresi’nden âyetler nâzil olunca Medine’de bir sevinç havası oluştu. Hazret-i Peygamber Efendimiz gülerek müjdeyi getirdi. Ebûbekir Efendimiz’in üzerinden büyük bir sıkıntı kalktı. Bu işe karışan o yakınına şöyle dedi ve;

 

“−Bundan sonra benden sana bir kuruş gelmez. Vallâhi artık sana bir tasaddukta bulunmam!” diye de yemin etti. Dövmedi, sövmedi, hakaret etmedi. Sadece yardımı keseceğine dair yemin etti. 

 

Fakat ne oldu? Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîme daha indirdi:

 

“İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler; yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar…” 

 

Bir taraftan;

 

•Ebûbekir Efendimiz’in fazîlet ehli olduğunu Cenâb-ı Allah tescil etti. 

 

Diğer taraftan; 

 

•Bu hâdiseye karışmış olan zâtın akraba olduğunu, fakir olduğunu ve Allah yolunda muhâcir olduğunu da tescil ediyor.

 

Gayret ehli öfkelenince; kendisine bir kardeşi çelme attı diye onu kardeşlikten atmaya kalkıyor. Demek ki kardeşimiz bir hata yaptı diye, bütün yaptıkları silinmiyor. Aramızdaki Müslümanlık bağı ve hukuku devam ediyor. 

 

Burada Cenâb-ı Allah bir teklifte bulunuyor:

 

“…Allâh’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (en-Nûr, 22)

 

Yani Cenâb-ı Allah, Ebûbekir Efendimiz’e diyor ki:

 

“Ey Ebûbekir! Allâh’ın seni affetmesini istiyorsan affedeceksin!” 

 

Kimi affedeceksin? Namusuna dil uzatsa da sana hakaret etse de kardeşini affedeceksin.

 

Affet, affedilesin…

 

KAMU DÂVÂSI

 

Haklı olarak bazı kardeşlerimiz diyecek ki:

 

“–Böyle yaparsak, zâlimin yaptığı zulüm yanına kâr kalmaz mı? Adam dolandırsın, iftira etsin, hakka girsin. «Nasıl olsa müslümanlar beni affeder.» diye her türlü şeyi yapsın. Sonunda da biz onu affedelim. Bir de cennete gitsin. Böyle olur mu?”

 

Burada birkaç nokta var:

 

•Mukayese…

 

Bir tarafta cennet, bir tarafta üçün beşin hesabını yapmak… Allah; «Cennet vereceğim.» diyor, sen; «Ama benim hakkım, şuyum, buyum…» diyorsun. 

 

Üç-beş yaşlarında iki çocuk kavga ediyor. Biri; 

 

«–Beş liramı aldı.» diyor, diğeri; 

 

«–Almadım.» diyor, çekişiyorlar. 

 

Buna şâhit olan bir büyük devreye girse;

 

«–Kaç liranı aldı senin evlâdım?» dese; 

 

«–Beş lira.» cevabını alınca da çıkarıp; 

 

«–Al sana elli lira!» dese bu çocuğun ne yapması lâzım? 

 

Elli lirayı alıp sevinmesi lâzım. Ama yok; 

 

«–Ben senin paranı istemiyorum. İllâ o benim beş liramı verecek.» diye tutturursa kendisi haklı iken haksız konuma düşer. Çünkü mesele para olmaktan çıkmış ve bir hınç, bir kibir, bir üstün gelme meselesi hâline gelmiş demektir. 

 

•Mühim olan kalbin temizlenmesi… 

 

Allah Teâlâ burada sadece ve sadece zulme uğrayan kimsenin uğradığı zulmün yan etkilerinin izâlesi için o kuluna «Affet!» diyor.

 

“Kalbini çer çöple doldurma. Bu mikroplar seni imhâ eder. Haklısın. Haksızsın. Hiçbir ehemmiyeti yok. Yatıyorsun, kalkıyorsun; «Bana bunu yaptı, bana şunu yaptı. Yok ben ona şunu diyeceğim.» yersin kendi kendini. Bütün bunlara gerek yok! Affet! Sen senin defteri kapat.” 

 

Peki diğer kişi; eğer gerçekten haksız ise, onun için mesele taraf-ı ilâhîde devam eder. 

 

Nasıl dünyadaki bazı dâvâlarda kişiler, şikâyetten vazgeçse bile kamu dâvâsı devam ediyor. Bunun gibi; sen kalbini temizle, o öfkeden, hınçtan, intikam duygusundan kurtul, işin kendine bakan tarafını temizle! Şöyle düşün:

 

“Ben, Allah ile bir ticaret yaptım. «Vekilim Allah’tır.» dedim. Allâh’ın kulunu affettim.” 

 

Âyet-i kerîmede ne buyuruluyor:

 

“Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (ez-Zilzâl, 8)

 

Sen sadece dâvâdan çekildin. Gerisini vekillerin en güzeli Allâh’a bıraktın. 

 

Binâenaleyh; 

 

Hizmet ve gayret ehli, kalb-i selîm kıvâmını yakalamalı. Kendiyle barışmalı, çevresiyle barışmalı. Hizmet ettiği insanları sevmeli ki hizmet edebilsin. 

 

Eğer hesapları biriktirirsek, onları gönlümüzde taşımaya devam edersek o öyle bir ağırlık yapar ki, iş göremez hâle geliriz. Her ihtilâfta kendimizi haklı görmeye kalkarsak; bunun sonu gelmez, kısır bir döngü olur.

 

Hayır müesseselerini; hizmet ve gayret üretmek yerine, kendi haklılığımızı ispatlama arenasına çevirmiş oluruz. Vebâle gireriz. 

 

Cenâb-ı Allah kardeşlerimizle olan hukukumuzda, varsa krizlerimizi fırsata çevirebilmeyi nasîb eylesin. Affedelim, bağışlayalım ki Cenâb-ı Allâh’ın affına ve bağışlanmasına, merhametine lâyık hâle gelelim.