HAMZA -radıyallâhu anh- SABAHA KADAR KİMLE SAVAŞTI?

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, 570 yılında Mekke’de doğdu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in süt kardeşi ve amcasıdır. Kureyş’in cesur, yiğit ve kuvvetlilerindendi. Avcılığa meraklıydı. İslâm’la müşerref olması mü’minlerin kuvvetini artırdı. Seyyidü’ş-Şühedâ Hamza -radıyallâhu anh-, 625 yılında yapılan Uhud Harbi’nde, şehîd oldu. Kabri, Uhud’dadır.

 

*

 

İbn-i İshak Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın müslüman oluşunu şöyle anlatır:

 

Ebû Cehil bir gün yolda rastladığı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ağır hakaretler etti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üzülmesine rağmen ona hiçbir şey söylemedi. Bir kadın da Ebû Cehil’in bu çirkin sözlerini işitmişti. Hazret-i Hamza yayı omzunda avlanmaktan dönerken, kadın, Hazret-i Hamza’ya Ebû Cehil’in yaptıklarını anlattı. Hazret-i Hamza kadının söylediklerini işitince son derece öfkelendi ve Ebû Cehil’e hesap sormak üzere hızla Mescid-i Harâm’a gitti. Ebû Cehil’i Kureyşlilerden bir topluluk içerisinde otururken gördü. Ona doğru ilerledi. Onun yanına vardığında yayıyla başına şiddetli bir darbe indirdi ve onu ağır bir şekilde yaraladı. Daha sonra ona; 

 

“–Sen misin Muhammed’e sövüp sayan? İşte ben de O’nun dînindenim. O’nun söylediklerini ben de söylüyorum. Gücün yetiyorsa O’na yaptıklarını bana da yap!” dedi. Ebû Cehil’in yanındakiler ayağa kalkarak;

 

“–Ey Hamza! Biz senin dinden çıktığını görüyoruz.” dediler. 

 

Hazret-i Hamza;

 

“–Bana kim engel olacak? Gerçeği anladım. Kesinlikle söylüyorum ki, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın Rasûlü’dür. O’nun söylediği haktır. Vallâhi bu dâvâdan vazgeçmem. Eğer gücünüz yetiyorsa bana engel olun.” dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil arkadaşlarına;

 

“–Onu bırakın. Vallâhi ben onun kardeşinin oğluna çok kötü küfrettim.” dedi. 

 

Bundan sonra Hazret-i Hamza evine döndü. Şeytan kendisine vesvese vererek;

 

“Sen Kureyş’in seyyidi, ulususun. Atalarının dînini terk ederek şu dîninden dönen adama uydun. Bunu yapacağına ölmen senin için daha hayırlıdır.” dedi. Hazret-i Hamza’yı büyük bir üzüntü sardı ve; 

 

“Yâ Rabbî! Eğer yaptığım iş doğruysa, kalbimi ona inandır, değilse bana ondan bir çıkış yolu ver.” diyerek Allâh’a yalvardı. Geceyi, gözüne uyku girmeksizin, sabaha kadar şeytanın vesvesesiyle, sıkıntı içinde geçirdi. Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti ve;

 

“–Ey kardeşimin oğlu! Ben öyle bir iş içine düştüm ki, iyi mi, kötü mü bilemiyorum. Sen’in bana bir söz söylemeni çok arzuluyorum.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona nasihatte bulundu. Onu cehennem ile korkutup cennetle müjdeledi. Bu konuşmadan sonra Allah, Hazret-i Hamza’nın kalbine îmânı yerleştirdi ve Hazret-i Hamza; 

 

“‒Kalbim mutmain olarak söylüyorum ki Sen doğrusun. Bana dîni açıkla. Vallâhi ben, gök altındaki şeyler benim olsa da ilk dînimde kalmak istemem!” dedi. Böylece Hazret-i Hamza, Allâh’ın dînini onun vasıtasıyla aziz kıldığı kimselerden oldu. (et-Taberî, II, 334; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 67) 

ARABACIYA ÂLİM MUÂMELESİ

 

Hekimoğlu Ali Paşa, 4 Haziran 1689 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Giritli Hekimbaşı mühtedî Nuh Efendi’dir. İyi bir tahsil gördü. Kabiliyeti ve istîdâdıyla öne çıkarak III. Ahmed döneminde saraya alındı. Voyvodalık, beylerbeyliği ve valilik yaptı; sadrazamlığa kadar yükseldi. 

 

III. Osman ile bir meselede fikir birliğine varamayınca, Padişah’ın kendisine;

 

“–Ben şimdi seni azleder, hamallar kethüdâsı Ali ustayı vezir edinirim!” demesine karşılık;

 

“–Evet padişahım yaparsınız, fakat o hamal Ali Paşa olur; Hekimoğlu Ali Paşa olamaz!..” sözü meşhurdur. Bu tartışmadan sonra hapsedildi ve daha sonra da sürgüne gönderildi. 

 

Dürüst, hassas, cömert, yüce ahlâklı şahsiyeti mü’minlere nümûnedir. İnsan yetiştirmek sanatın zirvesidir. Hekimoğlu Ali Paşa da Koca Ragıp Paşa gibi bir devlet adamını yetiştirerek hizmetlerini bu sanatla taçlandırdı.

 

Hekimoğlu Ali Paşa, 14 Ağustos 1758 tarihinde vefât etti. Kabri Fatih/İstanbul’dadır.

 

*

 

Bu müstesnâ devlet adamı fevkalâde cömertti. Ehl-i tarîk ve ulemâ sınıfına daha bir ihtimam gösterir, onlara fazla fazla ihsanda bulunurdu. Hattâ bazı seyisler, arabacılar başlarına ulemâ kavuğu giyip geldikleri zaman ulemâ gibi izzet ve ikram görürlerdi. Halk ve mâiyeti bu hâle taaccüp ederdi (şaşırırdı). Ahbaplarından biri bunu kendisine söylediği vakit ona;

 

“–Fark ederim ama fark etmem. Ben cümlesine hüsn-i zan ederim. Belki aradığım içinde bulunur.” derdi. 

HATIRLA EY HALÎFE!

 

İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, 712’de Medine’de doğdu. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi, hadis ve fıkıh tahsil etti. İcâzet aldıktan sonra ders halkaları kurdu. İslâm coğrafyasından gelen binlerce kişiye ders verdi. Mezhep imamı Mâlik bin Enes -rahmetullâhi aleyh-, 7 Haziran 795 tarihinde Medine’de vefât etti. Kabri, Bakî‘ kabristanındadır.

 

*

 

İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir ittibâ ve O’na tam bir edep ve hürmetin vecdi içinde yaşardı. Medîne-i Münevvere hudutları içinde hayvan üzerine binmezdi. Sebebini soranlara;

 

“–Ben Allah Rasûlü’nün ayağıyla bastığı bir yere, bineğimin ayağını bastırmaktan hayâ ederim!” derdi.

 

Medine hudutları dâhilinde def‘i hâcete dahî çıkmadı. 

 

Bir gün İmam Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr mescide geldi. Bazı sualler sordu. Aralarında ilmî bir müzâkere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansûr, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmam Mâlik Hazretleri;

 

“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zira Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkaz etti ve; 

 

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2) âyetini okudu. Şâhit olduğu bu yüksek edep karşısında Halîfe;

 

“–Ey İmam! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu. İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:

 

“–Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?!. O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesilesidir. Bilâkis sen; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allah Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..” (Kadı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c. II, s. 596)  

HAKİKÎ BERAT LEVHASI

 

Dergimiz yazarlarından Muhterem Sami GÖKSÜN Hocamız anlatır:

 

“Kayseri’deki Zeynelâbidîn Hazretleri’nin türbedarı Ahmed Efendi’nin Arafat’ta başından geçen şu hâdiseyi merhum İbrahim EKEN Hocam’dan dinlemiştim; 

 

Kayseri’nin geçmiş ulemâsından; Kısıklızâde Hacı Kasım Efendi merhumla, Hacı Mehmed Efendi merhum birbirlerine refîk olarak hacca niyet ederler. Türbedar Ahmed Efendi; bir gün Hacı Mehmed Efendi’ye biraz buruk bir hâl ile herkesin hac için hazırlık yaptığını, kendisinin ise maddî imkânsızlık sebebiyle hacca gidemediğini ifade eder. Bunun üzerine Hacı Mehmed Efendi masraflarını üstleneceğini söyleyerek onun da hazırlanmasını ister.

 

Üç kişi hacca gitmek üzere beraberce yola çıkarlar. O günün zor şartları altında Mekke’ye varıp hac vazifelerine başlarlar. Arafat vazifelerini yapıp şeytanı taşladıktan sonra, Mina’da çadırlarına yerleşip istirahat ederler. Bu arada Ahmed Efendi de çadırdan içeriye girer. Hacı Kasım Efendi Ahmed Efendi’ye latîfe maksadıyla;

 

“–Arafat’ta beratını aldın mı?” diye sorar. 

 

Ahmed Efendi;

 

“–Yok efendim, ne beratı, hayrola!” der. 

 

Kasım Efendi bu sefer;

 

“–Bunların hepsi beratlarını aldılar, sen Cenâb-ı Hakk’ın bütün günahlarını bağışlayıp sana mağfiret ettiğini belirten beratını almadın mı?” deyince Ahmed Efendi;

 

“–Yok efendim!” der demez çadırdan öyle bir fırlar ki; «Dur, dinle!» demeye kalmadan, bir rüzgâr gibi giderek Arafat’a ulaşır. Arafat’ta daha önce hiç görmediği kimseler yerleri süpürüyorlardır. Onlara;

 

“–Ne yapıyorsunuz?” diye sorar. Onlar da;

 

“–Mü’minlerin dökülen günahlarını temizliyoruz.” derler. Ahmed Efendi sitemle;

 

“–Sizin reisiniz kim? Herkese verdiğiniz beratı bana niçin vermiyorsunuz?” der. Bu arada berilerden bir el uzanır, üzerinde daha önce hiç görülmemiş bir yazı olan bir levhayı uzatarak;

 

“–Al beratını!” der. Eline hakikî beratı alan Ahmed Efendi koşarak Mina’nın yolunu tutar. Kan ter içinde çadırdan içeri girer;

 

“–Ben de aldım, ben de aldım!” diyerek gerçek beratı Kasım Efendi’ye uzatır. Hocaefendi levhayı eline alıp şöyle bir baktıktan sonra dönüp;

 

“–Arkadaşlar biz de yorulduk ama bizim Hacı Ahmed vurgunu vurdu!” der ve hep birlikte ağlamaya başlarlar.