Sağlam Cemiyetin Esası; SAĞLAM AİLE

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Bütün varlıklar, onlara hususiyetlerini veren; cansızlarda atom, canlılarda hücre denilen en küçük parçalardan mürekkeptir. Kezâ bir meskûn saha da şahıslara mahsus dairelerden müteşekkil binalardan meydana gelir; sonunda sokaklar, mahalleler, beldeler olarak katbekat büyüyerek dünyamıza şâmil olur.

 

Cemiyetlerin en küçük parçası, çekirdeği de ailedir. Milletlerin istikballerini kazanmaları, bütün insanlığın selâmetine vesile olacak dâvâları yürüterek, dünyaya geliş gayelerini icrâda muvaffak olabilmeleri; bu özün sağlamlığına, yaratılış hikmetine muvâfık olabilmesine bağlıdır. Mü’minin bu niyazına Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret buyurulur: 

 

“Ve onlar; «Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!» derler.” (el-Furkān, 74) 

 

Allah Teâlâ sonsuz rahmeti mûcibince, insanları fıtrat üzere yaratmıştır. İnsanlara bu hususta da; 

 

“O hâlde Habîbim, Sen yüzünü bir muvahhid olarak dîne yönelt. Allâh’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun…” (er-Rûm, 30) beyanıyla doğru istikamet işaret buyurulur. 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, ebeveynleri üzerlerindeki ağır mes’ûliyet hususunda şöyle îkaz buyurur: 

 

“Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anne-babası onu hıristiyan, yahûdi ve mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92)

 

İnsanlar gerek şahsî vaziyetleri gerekse sahip oldukları imkânlar çerçevesinde farklı hususiyetlerde olduklarından, birbirlerine muhtaç ve birlikte yaşama mecburiyetindedirler. Allah Teâlâ sonsuz rahmetiyle bütün insanlığı barış içinde ve âdil bir nizamda huzurla yaşama esasıyla dünyaya göndermiştir. Ancak dünyamızın kan ve ateşler içinde her geçen gün biraz daha yaşanamaz hâle gelmesinin sebebi; doymaz süflî ihtiraslarından başka bir şey düşünmeyen zâlim sömürgecilerin kurdukları «yeni dünya düzeni»nde, zayıfları iliklerine kadar sömürmekten başka bir şey düşünmemeleridir. İrfan ehlinin tespitine göre bu; ilim ve teknolojide bu kadar ileri gidilmesine rağmen, eski çağlardaki «câhiliyye»nin yeniden ortaya çıkışıdır; hem de ilmin kazandırdığı imkânlarla, eski zulüm ve katliâmların daha da üzerinde bir vahşetle. Öyle ki; sömürgecilerin ellerindeki nükleer silâhların patlatılması durumunda, Allah Teâlâ’nın emânet buyurduğu sonsuz güzellik ve zenginliklerle dolu dünyamızın bir harabeye dönebileceği belirtiliyor.

 

Günümüzde, İslâm ülkeleri dûçâr oldukları mağlûbiyetin sevkiyle umumiyetle bir batılılaşma hastalığının pençesindedirler. Nazarî olarak, ilmî ve teknolojik bakımdan batıya yaklaşma talebine rağmen; dünyevî cereyanların içtimâî bünyeyi yozlaştırmasıyla, bu düşünce, batının hayat tarzının kabulü olarak fiiliyata konulmuştur. Bu cümleden olarak, tecrübelerin nesilden nesile aktarıldığı an‘anevî aileler, çekirdek aileye dönüşmüş; aile büyükleri tarafından nakledilen asırların getirdiği tecrübelerden mahrum kalan, kökü ile irtibatı zayıflamış veya kesilmiş, bu müesseseler artık sağlamlıklarını kaybetmişler; hayatın med ve cezirleri karşısında dağılma tehlikesine açık hâle gelmişlerdir.

 

Zamanımızın en önemli bir içtimâî hastalığı; gittikçe kalabalıklaşan dünyada, gittikçe yalnızlaşmaktır. Bu vaziyette, «ben» merkezli bir içtimâî hayatta; birbirlerine zimmetli, bağımlı olarak yaratılan insanların, bundan gafil hâle gelmeleri bahis mevzuudur. Bunun tabiî neticesi de, millî kültürümüzün o hikmet âbidesi «komşuluk» hukukundan bîhaber, aynı apartmanda yaşayıp da kapıda karşılaşınca, bir tebessümden, bir selâmlaşmadan bile imtinâ edilen komşuluklar olmaktadır. Böyle bir vâkıayı, merhum Üstad Necip Fazıl, bir şiirinde; 

 

Üç katlı ahşap evin, her katı ayrı âlem… 

 

diye tasvir ediyor. Tabiî, böyle ucûbe bir cemiyette, en küçük meselelerin hallinde bile, vâkî olduğu üzere şiddetten başka ne düşünülebilir?

 

Yalnızlaşmak; günümüzde artık ailelerin bile hususiyetleri hâline gelmektedir. Ev, huzura kavuşulan bir cennet yuvası olmaktan çıkıp, âdeta basit bir ikāmetgâh durumuna düşmüştür. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; içtimâî hayatta, fertler arasındaki münasebetleri şöyle ifade buyurur: 

 

“Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. 

 

•Âmir, memurlarının çobanıdır. 

 

•Erkek ailesinin çobanıdır. 

 

•Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. 

 

Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum‘a, 11) 

 

Hak ve vazifeler bakımından birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olmaları gereken aile fertleri; artık iş durumlarına göre evde beraberliğe bile pek fırsat bulamamaktadırlar. Zaten kreşte veya bakıcı elinde büyüyen çocuklar, ailenin diriltici şefkat ve sevgisinden de mahrum kalmaktadırlar. Evde geçirilen saatlerde de umumî manzara, herkesin kendi köşesinde farklı «sosyal medya», televizyon veya internet programında «vakit öldürmek»te olduğudur. «Kuşak çatışması» denilen heyûlâ artık ebeveyn ve çocuklar arasındaki münasebetlerde aşılamaz dağlar hâline gelmiştir. Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-

 

“Evlâtlarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacağı zamana göre yetiştiriniz.” buyuruyor. Ebeveynlerde, evlâtları belki yeteri kadar anlayamama, onlara uygun bir lisanla hitap edememe olsa da; esas mevzu, evlâtların kendilerini ebeveynlerden daha donanımlı görmeleri, eski kafalı ebeveynlerle anlaşmalarının mümkün olamayacağı kanaatini taşımalarıdır. Bu vahim durum, şüphesiz umuma şâmil olmasa da; araştırılması gereken ve gittikçe önem kazandığı bilinen bir zafiyettir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de; aile mes’ûliyeti ile alâkalı olarak şöyle buyurulur: 

 

“Ey îmân edenler! Nefislerinizi ve ailelerinizi yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyun.” (et-Tahrîm, 6) 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta; 

 

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha güzel bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33) buyurur. 

 

Bu hususla alâkalı olarak şöyle bir hâdise anlatılır: 

 

“Bir adam, Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’e gelerek oğlunu şikâyet eder. Hazret-i Ömer, bu kimsenin oğlunu çağırtıp der ki: 

 

«–Îmandan sonra birinci vazifemiz ana-babanın kalbini kırmamaktır. Ana-babamızın kalbini kırarsak cennete nasıl gireriz?» 

 

Çocuk, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’e der ki: 

 

«–Yâ Emîre’l-Mü’minîn; söylediklerinizi aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana-babası üzerinde hiç mi hakkı yoktur?» 

 

Hazret-i Ömer buyurur ki: 

 

«–Evet çocuğun da hakları vardır: Evlenirken, çocuklarına anne olacak kızı veya kadını iyi bir aileden seçmesi, çocuğa güzel isim koyması ve dînini öğretmesi bunlardandır.» 

 

Çocuk, Halîfe’ye der ki: 

 

«–Babam, bana terbiye nedir öğretmedi. Anam ise, ateşe tapan bir mecûsînin kızı idi. Doğduğumda ismimi ‘Karaböcek’ koymuş. Allâh’ın kitâbından bana bir harf bile öğretmedi. Maalesef dînim hakkında hiçbir şey bilmiyorum…» 

 

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, çocuğun babasını şöyle îkaz eder: 

 

«–Be adam! Gelmiş, bir de bana oğlunu şikâyet ediyorsun; hâlbuki sen onun hakkını çiğnemiş ve o sana kötülük etmeden, sen ona kötülük etmişsin!..»”

 

Müslüman şahsiyeti; îman, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla tezâhür eder. Gençleri istikbâle hazırlayan okullar, yaz tatiline giriyor. Bu zaman dilimi, dünyevîleşme cereyanlarıyla rûhâniyette vâkî olan kirlenmelerin temizlenebilmesi ve sağlam bir şahsiyetin kazanılabilmesi için fevkalâde önemli bir fırsattır. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş. Hep Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8) buyurulur. Bu yeni eğitim devresi; diğerinden hiç de önemsiz olmayıp, hattâ bazı açılardan bakıldığında daha da önemli görülebilir. Bir defa, çeşitli sebeplerle devamlı bir arada bulunamayan aile fertlerinin, daha fazla beraber olmaları mümkün hâle gelmiştir. Bir sofradaki beraberlik, aile büyüklerinin ziyareti, sıla-i rahimde bulunma, birlikte yapılan seyahatler… gibi çeşitli içtimâî faaliyetler; internet takibinden bunalmış hâlet-i rûhiye ve onun tezâhürü olan şahsiyet ve sağlık üzerinde hem fevkalâde müsbet tesirleri olacak hem de hâfızada hasretle yâd edilecek tatlı hâtıralar olarak kalacaktır. Günümüzde gençlerin eğitimi için her türlü imkân mevcuttur. Okul öncesi ve sonrası her yaş için açılmış bulunan dînî eğitim kursları, huzurlu bir cemiyetin teminatı olan sağlam şahsiyetlerin inşâsı için hizmet vermektedir. Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-; 

 

“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” buyurur. Ebeveynlerin mes’ûliyetleri gereği, bugünlerin en iyi şekilde değerlendirilebilmesi için bu müesseseler önemli bir imkândır; çok şükür ki cemiyetimiz de bu imkânların kıymetini bilmektedirler.

 

İslâm âlimlerinden batı dünyasında; «Kimyanın babası, kurucusu» olarak kabul edilen Harran Üniversitesi Başmüderrisi Câbir bin Hayyân (721-815)

 

“Maddenin en küçük parçası olan atomda yoğun bir enerji vardır. O parçalanabilirse öylesine bir güç (enerji) meydana gelir ki, Bağdat’ın altını üstüne getirebilir.” demiştir. Nitekim bu güce ancak İkinci Dünya Harbi sonunda şâhit olunmuştur.

 

Aile de, cemiyetin en küçük unsurudur. Bunun parçalanması, atomun parçalanması misâli cemiyetin altını üstüne getirir. Bilerek veya bilmeyerek milletimizin başına sarılan «batılılaşma» sevdasının cemiyetimizi getirdiği nokta, maalesef ailenin zayıflaması, elde kalan çekirdek ailenin de muhafaza edilemeyerek önemli ölçüde yozlaşması, dağılması olmuştur. Evlenmeler gittikçe azalmakta, boşanma nisbetleri ise artarak Avrupa seviyesine yaklaşmış bulunmaktadır. Arada kalan çocuklar ise, önemli nisbette çeşitli psikolojik çöküntülere maruz kalarak; suça meyilli, problemli çocuklar hâline gelebilmektedirler. Haber programlarında dinlemekten karamsarlığa gömüldüğümüz çeşitli âsâyişsizlikler bu tahribatın tezâhürleridir. Ancak asıl vahim olan da, bu duruma çare olarak yine batının reçetelerini kullanmak isteyenlerin varlığıdır. Bu gürûh, feshederek kurtulduğumuz, cemiyette derin yaralar açan mâhut «İstanbul Sözleşmesi»ni, batının da her türlü destek ve teşvikleriyle yeniden milletimizin başına sarma gayretindedirler. Sağlam, ülkemizi istikbâle selâmetle taşıyacak içtimâî yapı; ancak millî değerlerimiz mihverinde tahkim edilmiş aile yapısıyla mümkündür. Sağlam cemiyetin esası, onun çekirdeği mesâbesindeki sağlam ailedir; onun dağılması, parçalanması, cemiyetin felâketi olur. 

 

Aile hukuku bakımından; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, her Kurban Bayramı’nda ve Hac vazifelerinde yâd ettiğimiz Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın ve Hak dostu sâlih kulların aile hayatları bu mevzuda da en güzel örneklerdir.