HAYVAN HAKLARI

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

“Çocuklar sitenin bahçesinde top oynuyordu. Birden bana; 

 

«–Çabuk yetiş! Bir şeyler oluyor…» diye seslendiler. Gidip baktığımda, köpek çocuğun boğazını ısırıyordu. Köpeğe bağırdım, bana da saldırdı. Daha sonra uzaklaştı. Ambulânsı aradık. Sağlık ekibi gelene kadar çocuğun boğazına tampon yaptım.” 

 

Bu sözler; hâdisenin şâhitlerinden, mahalle camisinin imamı Muhammet Emin KÜÇÜK’e ait. Ne yazık ki saldırıya uğrayan on yaşındaki Mete DURNA, hemen ameliyata alınmasına rağmen kurtarılamadı. 

 

Hâdisenin ardından köpeğin sahibi olduğu tespit edilen H. K., ekiplerce gözaltına alındı. Çocuğa saldıran köpek de belediye ekiplerince yakalanarak, «Hayvan Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi»ne götürüldü.

 

Bu hâdiseyi niye naklettim? 

 

Buna geçmeden önce; haber bültenlerini kimler hazırlar, biliyor musunuz? Neyin haber değeri taşıyıp taşımadığına kim karar verir? Haber görüntülerinin ne kadar uzunlukta yayınlanacağına, haberin yorumunu kimin, nasıl yapacağına? 

 

Kaçımız medya okuryazarlığı hakkında bilgi sahibiyiz? Bir haber duyduğumuzda, bu haberi yaymak, bu şekilde yorumlamak; kimin, ne işine yarıyor? Bununla ne hedefleniyor, diye ne kadar düşünüyoruz? Kaçımız; haber bültenlerini, sosyal medya haberlerini nasıl anlamak gerektiği hususunda ailesiyle, çocuklarıyla konuşmalar yapıyor?

 

Son zamanlarda haber bültenlerinde sık sık yer verilen haber ve yorumların, aslında bir toplum mühendisliği işi olduğunu kaçımız biliyor?

 

Yukarıdaki naklettiğim haberin bir haber değeri olduğu muhakkak. Çünkü bir evlâdımız hayatını kaybetmiş. 

 

Bu haberin yayınlandığı internet sayfasında birçok kişi içini dökmüş:

 

“–Bu kaçıncı? Artık buna karşı bir tedbir alınsın.” 

 

“–Bakalım hayvanseverler buna ne diyecek?”

 

Bu yorumların arasında; 

 

“–Hayvanlar kendilerine kötü davranılmasından dolayı saldırganlaşıyor.” 

 

“–Çocuklara köpekten korkmamayı öğretmeliyiz.” 

 

“–Kaçan bir çocuk, hayvanların avcılık içgüdülerini harekete geçiriyor. Çocuklar kaçmasa bir şey olmaz.” gibi yorumlar da vardı. 

 

Birinci gruptaki yorumlar; son zamanlarda hayvanseverlik adı altında sokak hayvanlarının nüfusunu kontrol altına almayı hedefleyen belediyecilik hizmetlerini engelleyenlere isyan ediyordu. Çocukların, yaşlıların, kadınların ve yalnız yaşayanların köpek sürülerinin insafına terk edilmesi; o zavallı hayvanların da durumunun belirsiz bir şekilde sağa-sola bırakılması bu tuhaf hayvanseverlik modasının bir sonucuydu. 

 

Üzücü olan, hayatını kaybeden tek çocuk Mete değildi. Kaçarken araba altında kalan, ağır yaralanan veya belki korkusundan evinden bile çıkamayan daha birçok çocuğumuz, amcalarımız ve teyzelerimiz var. 

 

Nereden çıktı bu radikal hayvanseverlik tavrı? 

 

Son zamanlarda; hayvan hakları, veganlık, abolisyonist veganlık, çevrecilik ve benzeri birçok batıdan ithal ideoloji, kendi hassâsiyetlerini gençler arasında yaygınlaştırıyor. Belki ilk bakışta bunda bir sakınca yok. Ama bu ideolojiler; gençlik idealizmini kullanarak bir hassâsiyet aşılarken, aslında ileride kullanabilecekleri bir siyaset alanı oluşturuyorlar. Nitekim «Gezi Olayları» bunun perdelendiği ilk sahneydi ve âdeta bir anarşi provasıydı. 

 

İnsanlar bir dil üzere anlaşırlar. Her kesim kendi dilini, kendi mefhumlarını tanıtarak bir tesir sahası meydana getirir. Bu da dünyayı dizayn etmek için bilhassa gençleri hedef alan bir siyaset dili. 

 

Meselenin köklerini daha iyi anlamak için; sol siyaset çizgisinin, Sovyetlerin dağılmasından sonra geçirdiği değişime bakmak gerekiyor. 

 

Sol ideoloji; ilk dönemde -biraz da haklı olarak-, sermaye sahiplerinin, emeğiyle geçinmeye çalışan halk tabakasının mecburiyetlerini istismâr etmesini eleştiriyordu. Dünya savaşları sonrasında büyük bir yıkım meydana gelmişti. İnsanlar evine ekmek götürebilmek için, kadın-çocuk demeden çalışmak zorundaydı. Haklara riâyet edilmiyordu. 

 

Bu sahadaki mücadeleler; batı ülkelerinde iş güvenliği, iş hakları konusunda belli düzenlemelerin sağlanmasıyla hararetini yitirdi. Bundan sonra sol görüş sahipleri; dünyanın düzenine, farklı açılardan tenkitler getirmeyi sürdürdü. 

 

Sol görüşlüler şunu fark etti: Kapitalizme karşı olmanın halk arasında pek taraftarı yoktu. Herkes reklâm edilen mamulleri satın almanın verdiği zevki seviyordu. Onlar da farklı hassâsiyetleri ortak noktalarda birleştirmeyi hedefledi. Artık; çevrecilik, hayvan hakları, emek sömürüsüne karşı olmak, ırkçılığa, kadına karşı ayrımcılığa karşı olmak aynı çatı altında birleştirilecekti. Hattâ ne alâka ise, radikal feminizm, LGBT savunuculuğu vb. de araya sıkıştırıldı. 

 

Elbette hassâsiyetlerin bir kısmı haklıydı, yerli yerindeydi. Meselâ; hayvanların, eğlence amaçlı olarak sirklerde kullanılmasına karşı çıkmanın nesi yanlış? Sırf insanlar eğlensin diye; işkenceye varan yöntemlerle, fıtratlarına aykırı bir hayata zorlanmalarını kim savunabilir? Ama bunları savunurken kullanılan ve empoze edilen dil, gençlerimizi kendi millî aidiyetlerinden koparmayı hedefleyen bir toplum mühendisliği vasıtası. İşte bunu görmemiz ve şuurlanmamız gerekiyor. 

 

Kurban Bayramı yaklaşırken, muhtemeldir ki yine bu kesimler boş durmayacaklar. Hele bir de hatalı hareketler yapanlar olursa, bunu da kendi propagandalarına âlet etmekten geri kalmayacaklar. 

 

Biz ise müslümanlar olarak; onları tanımakla, neyi maksat edindiklerini anlamakla işe başlayalım: 

 

Bu akımların en radikallerinden abolisyonist veganlık, hayvan köleliğine karşı olmak demek. Abolisyonist, köleliğin kaldırılması gerektiği görüşünü savunan ve bu yönde faaliyet gösteren kişi demekmiş. 

 

Abolisyonist veganlar, kendi görüşlerini şu şekilde ifade ediyorlar: 

 

“İnsan ve insan hârici hayvanların, en az bir ortak temel hakları vardır: Başkaları tarafından mülk olarak kullanılmama temel hakkı.”

 

Kullanılan ifadeye dikkat ederseniz; «İnsan ve insan hârici hayvan» ifadesi, insanı da hayvan cinslerinden biri olarak gördüklerini işaret ediyor. Onlara göre insan; kendini hayvanlardan ayrı ve üstün gördüğü için, onları mülk edinme hakkına sahip olduğunu zannediyor, ama bu asılsız bir iddia! Yani bu görüşler; katı ateist, evrimci inkârcılığı ideoloji olarak benimsiyor, kendi mefhumlarını bir hassâsiyet adı altında yaygınlaştırıyorlar. Bunun altında yatan asıl maksat ise; «İnsanın hayvandan farklı olduğunu söyleyen semâvî dinleri ve buna dayalı genel hukukî düzeni reddeden bir ideolojinin temellerini oluşturmak.» 

 

Burada şunu da hatırlamakta fayda var; elbette dînimiz de «kul hakkı» mefhumu içine bütün kulları dâhil eder ve hayvanların da Allâh’ın kulu olarak merhameti, iyi muameleyi hak ettiğini beyan eder. Hattâ onlardan faydalanırken haklarına riâyet edilemezse, âhiret gününde sahiplerinden haklarını alacaklarını bildirir. 

 

Ayrıca; «İnsan, hayvan değildir.» demek mutlak olarak insan olarak doğmak, doğuştan gelen bir üstünlüktür mânâsına gelmez. İnsan olarak doğmuş olduğu hâlde birçok insan, işlediği kötülükler sebebiyle «hayvandan daha sapkın» olabilir. Çünkü hayvan, kendi yaptığından sorumlu tutulmaz. 

 

Bunun yanında insan olmak, canının istediği gibi davranma hakkı veren bir üstünlük sağlamaz. Tam aksine hayvanların tabiatları gereği olarak yaptığı içgüdü temelli davranışlarını kontrol altına alma sorumluluğu yükler. 

 

Şimdi yukarıda naklettiğimiz haberi hatırlayalım: 

 

Köpek insana saldırdığı ve ölümüne sebep olduğu hâlde; mahkemeye çıkarılmadı, suç isnâd edilmedi, hapis cezası almadı. Hayvan Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’ne götürüldü. Onun yaptığından sahibi sorumlu tutuldu. 

 

Neden? 

 

Neden olduğunu hepimiz biliyoruz. İnsan, akıl sahibi olduğu için yaptıklarından sorumlu tutulur. İnsana verilen haklar da bu sorumluluğa uygun bir şekilde kullanması şartıyla verilmiş haklardır. 

 

Rabbimiz’in; 

 

“Allah; sizin için bir kısmına binesiniz, bir kısmının da etinden yiyesiniz diye hayvanlar yaratandır.” (el-Mü’min, 79) buyurmuş olması; insanın hayvanlardan mülk olarak değil, bir nimet ve emânet olarak yararlandığını ifade eder. 

 

Onları bir yaratan vardır ve asıl sahibi de Yaratıcı’sıdır. İnsan ihtiyaç duyduğu ölçüde ve hakkına riâyet ederek yararlanır. Meselâ; artık otomobiller, uçaklar, trenler olduğu, binek hayvanlarına ihtiyaç olmadığı hâlde, illâ ata binilecek diye bir emir de yoktur. 

 

Dînimiz insanın kölelikten kurtulması için nasıl ki köle âzâd edilmesini teşvik etmişse, hayvanlara da ihtiyaç kalmadığı zaman onlara eziyet etmeye gerek yoktur. Ancak düşünülmesi gereken şudur: 

 

Deveye binen bir bedevî mi; yoksa keyfî seyahatler yapan ve her gittiği yere özel jetiyle, özel otomobiliyle gidip bir sürü karbon salınımı yapan bir modern zaman insanı mı çevreye ve hayvanlara daha çok zulmeder? 

 

Bu ideolojik zihniyetin birçok tutarsızlığı vardır. Meselâ; «türcülük» diye çevrilen, ayrımcılık ve zulmün sebebinin ön yargı olduğunu söyleyen tarif, kendi çizgileriyle son derece tutarsızdır. 

 

Türcülüğü «bir kriterin, ahlâkî topluluğun parçası olmaktan dışlanma ve hak ihlâllerine zemin olarak gösterilmesi» olarak çeviriyorlar. «Hayvanların akıl sahibi olmaması, onları mülk edinmek için geçerli bir kriter sayılmamalı.» diyorlar. Asıl; «Onlar da acı çekiyor, korkuyor. Bu esas alınmalı.» diyorlar.

 

Türcü olmamayı; «Bir hayatın öznesi olan insan dışı canlıları; acı, korku, mutluluk, şefkat gibi duyguları ve doğuştan gelen temel hakları olan hissedebilir fertler olarak görmek» şeklinde açıklıyorlar. Fakat veganlar, bitkileri, mikroorganizmaları, mantarlar gibi bitki veya hayvan olmayan canlı çeşitlerini hayvanlardan ayırıyorlar. Çünkü «bunlar acı hissetmez» diye düşünüyorlar. 

 

Aslında insan, herhangi bir canlının acı hissedip hissetmediğini anlayamaz. İnsan; ancak dış görünüşe, gösterdiği davranışlara bakarak, kendi hissettiği duygulara benzer ve yakın gördüğü için tahminde bulunur. Bir ağacın dallarını budadığınız zaman üzülüyor mu, korkuyor mu, bilmek mümkün değildir. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­­lâhu aleyhi ve sellem-; ağaçların dallarından yaprak silkelemek isteyen kişilere dahî, «vurarak değil sallayarak yaprakları düşürmesini» emretmiştir. Bunu ağaç acı çektiği için mi, yoksa insana yakışan ahlâkı kaybetmemesi için mi emrettiğini belki de bilemeyeceğiz. Ama bildiğimiz şudur ki: 

 

“İnsan, kendisine verilen nimetlerden faydalanırken hoyrat davranmamalıdır.” 

 

Ne kadar hayata geçirebildik? O bizim hesabını vereceğimiz bir konudur. Ama bizim hatalarımız, dünyadaki zâlimliklerin faturasının semâvî dinlere kesilmesini gerektirmez. 

 

Bunun yanında şunu da söylemek mümkündür; 

 

“Bitkiler mülk edinilebilir, yosunlardan faydalanılabilir, mantar türleri yetiştirilerek hayvan dışı protein elde edilebilir.” diye ayrımcılık yapmak da bir türcülüktür. Yukarıdaki tarife göre acı çekmediği farz edilerek yapılan bir türcülüktür. Acı çekip çekmedikleri temelinden bir kriter uygulamak da bir türcülüktür. 

 

Ayrıca sivrisinekler, hamam böcekleri, fare, yılan, çıyan ve benzeri hızla çoğalan ve insanların hayatını tehdit edebilen canlıların nüfusunu kontrol altında tutmak da türcülüktür. Sokak köpeklerinin nüfusunu kontrol altına almayı yanlış bulan birisinin, bunları da yanlış bulması gerekir. 

 

Kısacası bu akımlar tutarsızdır. Gerçek hayatta uygulanabilirliği yoktur ve sırf ideoloji empoze etmek için uydurulan modern kelimelerden ibarettir. Ama kelimeleri küçük görmemek gerekir. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-;

 

“Beyanda sihir kuvveti vardır.” (Buhârî, Tıb, 51) buyurmuştur. 

 

Sloganlar, beyin dinamitidir. Geçmişte sloganlar sokakları kana boyadı. Gencecik fidanlar darağacına gönderildi ve sonra onların kanı da istismâr edildi. 

 

Yeni acılar yaşamamak için düşmanın tahrip araçlarını tanımak ve etkisiz hâle getirmek gerekir. Kısacası gençlerimize medya okuryazarlığı dersleri vermemiz zarûrîdir.