SADE YAŞAMAK ÎMANDANDIR

Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

 

BİR HADİS:

 

عَنْ أَب۪ي أُمَامَةَ إِيَاسِ بْنِ ثَعْلَبَةَ الْأَنْصَارِيِّ الْحَارِثِيِّ
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ … فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ :

 »إِنَّ الْبَذَاذَةَ مِنَ الْإ۪يمَانِ ، إِنَّ الْبَذَاذَةَ مِنَ الْإ۪يمَانِ «

 

Ebû Ümâme İyâs İbn-i Sâlebe el-Ensârî el-Hârisî -radıyallâhu anh-’tan nakledildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: 

 

“Sade yaşamak îmandandır; sade yaşamak îmandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 2)

 

BİR MESAJ: 

 

“Ey mü’min kardeşim! Gücün yettiği kadar sade yaşamaya çalış!” 

 

 

“Kölenin yediği gibi yerim,
kölenin oturduğu gibi
otururum, çünkü ben
bir kuldan başka
bir şey değilim.”
Hazret-i Muhammed
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
(M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, III/153)

 

 

Bir gün ashâb-ı kiram, Sevgili Peygamberimiz’in yanında dünyadan bahsetti. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: 

 

“–İşitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak îmandandır; sade yaşamak îmandandır.”

 

Evet, sade yaşamak îmandandır. Mü’min, îmânının bir gereği olarak; yemesinde, içmesinde, giyinmesinde, konuşmasında, evinin tefrişâtında kısacası hayatının her alanında sade yaşamak durumundadır.

 

Mü’min sade giyinir. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri olan giyinmede asıl olan; mahrem yerlerin örtülmesi, elbisenin temiz olmasıdır. Bunun yanında örfî olarak cemiyet tarafından kabul gören mûtedil elbise türlerini giymek de mühimdir.

 

Mü’min, mûtedil giyinir. Şatafatlı, cafcaflı, rengârenk elbiseler giyinmekten kaçınır. «İllâ marka olsun!» diye tutturmaz. Renk uyumu, takı uyumu vs. gibi takıntıları yoktur. Unutulmamalıdır ki; bugün yaşadığımız dünyada, kapitalist sistemin dünyaya hâkim olmak için kullandığı enstrümanlardan neredeyse en etkili olanı, giyim sektörüdür. Şuursuz tüketime dayalı bir dünya kurmaya çalışan bu çarpık sistem, aynı zamanda giyim yoluyla bir kültür aşılamaya, dayatmaya çalışıyor.

 

Bu bakımdan mü’min; gösterişten, gurur ve kibirden uzak bir şekilde mümkün olduğunca sade giyinmelidir. Zira bu dünya hayatında örneğimiz olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sade ve düzgün giyinir; lüks ve israftan da kaçınırdı.

 

Hitapta sadelik esastır. Mü’min, konuşurken sade ve anlaşılır bir dil kullanmalı; mübalâğa ihtivâ eden, ağdalı bir dil kullanmamalıdır. Zira Sevgili Peygamberimiz; yapmacık bir şekilde insanlar üzerinde etki oluşturmak için sözü uzatanların, kıyâmet günü kendisinden uzak kalacak olan kişiler arasında yer alacağını ifade etmektedir. (Tirmizî, Birr, 71)

 

Aynı şekilde övgüde de aşırıya gidilmemelidir. Çünkü övgüde aşırıya gitme, övülen kişiyi kutsîleştirmeye hattâ -Allah korusun- ilâhlaştırmaya kadar götürebilir insanı. Bu sebeptendir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanların kendisi hakkında aşırılığa kaçmasına müsaade etmez; 

 

“–Bana; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyiniz!” buyururdu. (Buhârî, Enbiyâ, 48) 

 

Yine bir defasında huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan bir kişiye şöyle seslenmişti: 

 

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)

 

Yeme içmede de sadelik mühimdir. Kapitalist düzen burada da kendini göstermekte, fastfood
türü yiyecekler arz-ı endâm etmektedir. Sonunda burada da maalesef bir kültür dayatması söz konusudur. 

 

Üzülerek ifade edelim ki, artık insanlar; kuru fasulye, nohut yemeği gibi annelerinin yaptıkları lezzetli, bir o kadar da besleyici yemekleri yemez hattâ beğenmez hâle gelmişlerdir. İçinde ne olduğu belli olmayan ama albenisi olan, dondurulmuş ve içine lezzet enjekte edilmiş gayr-i tabiî yiyecek ve içecekler, daha rağbet görmektedir.

 

Sadelik hayatımızın her alanını kuşatmalı… Evlerimiz sade olmalı. Bazı evlerde hiç kullanılmayan, sadece misafir odasında seyirlik olarak bekletilen eşyalar var. Altın ve gümüş kaplamalı tabaklar, çatal ve kaşıklar var. Burada aynı zamanda büyük bir israf da söz konusu olmakta…

 

Âişe Vâlidemiz’in anlattığına göre, ensardan bir kadın kendisine ziyarete gelmiş, Peygamber Efendimiz’in yatağının katlanmış bir şilteden olduğunu görünce hemen evine giderek içi yün dolu bir yatak getirmişti. Yatağının değiştiğini gören Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Âişe’ye şöyle buyurdu: 

 

“–Yâ Âişe! O yatağı geri ver. Allâh’a yemin ederim ki; şayet isteseydim, Allah altın ve gümüşten dağları benimle yürütür, emrime verirdi.” (Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, s. 30) 

 

Yine bir gün yerde üzerine yattığı hurma lifinden örülmüş kaba bir hasırın; gül tenli, gül kokulu Peygamber’inin yüzünde iz bıraktığını gören Hazret-i Ömer, bu manzara karşısında çok müteessir olmuş, gözyaşlarını tutamamıştı. O’na şöyle seslendi:

 

“–İranlılar kisrâlarını saraylarda yaşatırken; Bizanslılar, kayserlerini lükse ve ihtişama boğmuşken, sen bir hasırın üzerindesin.” 

 

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“Bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bilmiş olsalardı!” (el-Ankebût, 29/64) âyet-i kerîmesini okuduktan sonra şöyle buyurdu: 

 

“–Dünya onların âhiret bizim olsun, istemez misin yâ Ömer?!.” (Müslim, Talâk, 30)

 

Zühd hayatını Peygamberimiz’den öğrenen Hazret-i Ömer’i yıllar sonra şöyle tasvir edeceklerdir. Tâbiîn âlimlerinden Zeyd bin Vehb anlatıyor: 

 

“Ömer bin Hattâb’ı, üzerinde yamalı bir elbise ile çarşıda gördüm. Elbisesinde on dört yama vardı; bu yamalardan bazısı da deriden idi.”

 

Bu bakımdan mü’min, lüks içinde bir hayat yaşamaz. Çünkü o; dünya hayatının geçici olduğunu, gerçek hayatın âhiret hayatı olduğunu bilir ve ona göre bir hayat sürer.

 

İşte sade yaşamak; dünyanın geçici olduğunu, gerçek hayatın âhiret hayatı olduğunu insana hatırlatır. «Esas hayatın âhiret hayatı olduğu»na her zerresiyle inanmış ve yaşamış olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, her dâim sade ve mütevâzı hayatı ashâbına öğütlemiştir. 

 

Mekke’nin fethi gibi büyük ve ihtişamlı bir zafer kazandığında bile O, aynı hâl içindeydi. Devesinin üzerinde, başı öne eğik secde hâlinde Mekke’ye giriyor; 

 

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

 

Evet mü’min sade yaşamalı ancak pejmürde bir hâlde de olmamalıdır. Allah üzerimizdeki nimetlerin tezâhürünü de murâd etmektedir. Bu bakımdan mü’min, ikisi arasında bir denge kurmaya çalışır.

 

Şu kadar var ki lüks içerisinde yaşamak, kişinin kibir ve gurura kapılmasına sebep olabilir. Kişiyi maddenin kölesi yapabilir. İşte mü’min, hakikî îmânını ortaya koyarak ve tevâzu kanadına tutunarak; takvâ, şükür ve sabır gibi iyi hasletlerle kendini donatmalıdır.

 

Serlevhâ hadîs-i şerîfimizde, sade yaşantı ile îmân arasında bir bağ kurulmaktadır. Buna göre hakikî îmâna sahip olan bir mü’min, sade hayat yaşamayı tercih eder.

 

Velhâsıl mü’min; lüks ve israfa girmeden, gurur ve kibire kapılmadan sade bir hayat yaşamalı, dünyanın geçici olduğunu, bir imtihan yeri olduğunu unutmamalıdır.

 

Şu hususu da akıldan çıkarmamalıdır ki moda denilen dayatma, lüks ve konfor içinde bir hayat, para, konfor; bunların hiçbiri, insana gerçek mutluluğu vermekte yeterli değildir. Gerçek mutluluk, ancak rızâ-i ilâhî doğrultusunda sade bir hayat yaşamakla elde edilebilir.

 

Ne mutlu rızâ-i ilâhî doğrultusunda sade bir hayat yaşayabilenlere!..

 

Rabbimiz; lüks ve israftan uzak, sade bir hayat sürmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!

 

Rabbimiz, cümlemizi kendisine kullukta dâim eylesin!