MÜLKÜN TEMELİ

Sami GÖKSÜN

 

Mülkün sahibi ve adâlet gününün tek hâkimi olan yüce Rabbimiz’in, insanlığa gönderdiği en mükemmel din İslâm’dır.

 

İslâm, ilâhî bir hayat nizamıdır. Bu nizamın temel esaslarından biri de; İslâm’ın olmadığı yerde adâletten, adâletin olmadığı yerde İslâm’dan bahsedilemeyeceğidir.

 

Adâlet; Allâh’ın emrettiği, sevdiği ve övdüğü yüce bir vasıftır. Adâlet, peygamber mesleğidir. Adâlet, Hak ölçüsüdür. Adâlet; çalışanla çalışmayanın, dürüst ile sahtekârın eşit olması değil; hak sahibine hakkının tam olarak verilmesidir. Adâlet; sadece müslümanların arasında geçerli olan bir esas değil, bütün insanlar için yürürlükte olan âlemşümul bir kanundur. Bu bakımdan adâlet, dünyanın ve âhiretin nûrudur. Adâletsiz bir dünya, karanlıklar içinde bir çöküşe mahkûmdur.

 

Bir milletin yükselmesi, ilerlemesi, kalkınması ve gerçek medeniyete ulaşması, ancak adâletle mümkündür. Toplum içinde fertleri birbirine bağlayan, onları bir disiplin içinde tutan, adâlettir. Fertleri arsında adâlet olmayan milletler; maddî bakımdan ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, ızdırap ve sıkıntılar içinde bocalamaktan kurtulamazlar.

 

Eğer cemiyette; rüşvet, haksızlık, adam kayırma, kin, iftira, dedikodu, intikam, karaborsa, yalan ve yalancı şâhitlik gibi kötü hasletler revaçta ise, biliniz ki orada adâletten bahsedilemez. Huzur ve güvenden söz edilemez. Bugün toplumlar fitne ve fesat kılıcıyla delik deşik edilmektedir. Bundan dolayıdır ki cemiyetler, adâletsizliğin ve Allah korkusundan mahrumiyetin sancısını çekiyor. Bu sancıyı dindirmenin tek yolu, İslâm’ın adâletine dönmektir.

 

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ımız, yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur:

 

“Ey îmân edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa; Allah için şâhitlik yaparak adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şâhitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adâletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adâleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şâhitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şâhitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (en-Nisâ, 135)

 

“…Adâleti uygulamada da daima titiz davranın. Çünkü Allah, hak ve adâlet hususunda titiz olanları sever.” (el-Hucûrat, 9)

 

“Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adâletsizliğe sürüklemesin; âdil olun! Bu, Allâh’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’tan sakının; doğrusu Allah, işlediklerinizden haberdardır.” (el-Mâide, 8)

 

Sevgili Peygamberimiz de hadîs-i şeriflerinde;

 

“Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında âdil davrananlar Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” (Müslim, İmâre, 18)

 

O hâlde; her müslüman, Allâh’ın yakın ve kesin olan mutlak adâlet günü gelmeden, bu ilâhî beyanlara kulak vermek zorundadır. Sevgi, hürmet, huzur ve güven isteyen herkes buna mecburdur. Çünkü adâletin olmadığı bir vicdanda, bir müessesede hak, adâlet nâmına; fazîlet, huzur ve güven nâmına hiçbir şey olmaz.

 

Bir ailede bile adâlet yoksa, orada huzur da hürmet de yoktur.

 

Adâletin hâkim olmadığı, çalışanla çalışmayanın ayırt edilmediği, Allah korkusu ve hakikat sevgisinin öğretilmediği bir okuldan, üniversiteden hangi fazîlet meyveleri toplanır?

 

Devlet ve millet vazifeleri; îmanlı, bilgili, ehliyetli, dürüst ve âdil kimselere değil de menfaatler ve çıkarlar uğruna gelişigüzel dağıtılırsa, böyle bir cemiyette huzur ve güven kalır mı?

 

Hak ve adâleti yerine getirmesi gereken emniyet ve adâlet müesseseleri, adâlet nâmına adâletsizlik yapar; maddî imkânlar, siyâsî ikballer uğruna suçluyu suçsuz, zâlimi mazlum hâle çevirir, güçlüyü korur, güçsüzü ezerse böyle bir cemiyet helâk olmaz da ne olur?

 

Bu hakikati Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- şu hadîs-i şerifleriyle ne güzel anlatmıştır:

 

“Sizden öncekiler şu sebeple helâk oldular:

 

Onlar; şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman, hırsızı serbest bırakırlar. Güçsüz bir kimse hırsızlık yapınca da ona ceza uygularlardı.” (eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 131, 136)

 

•Patron, çalıştırdığı kimselerin hakkına riâyet etmez… 

 

•İşçi; ekmek yediği iş yerini yıkmaya, yakmaya kalkar… 

 

•Memur; vazifesinde ihmallerde bulunur, adamına göre iş görür… 

 

•Esnaf; ölçüsüne-tartısına dikkat etmez, karaborsacılık yapar… 

 

•Yazar, kalemini hak ve adâlet nâmına oynatmaz… 

 

•Avukat; müvekkilini adâlet ölçülerine göre savunmaz, maddî olarak iş görür…

 

Hulâsa böyle bir toplumda kim huzur ve güven bekleyebilir?

 

Yüce Allâh’ımızın kesin bir adâlet gününün geleceğini, dünyada yaptığımız her iş ve hakikatin mutlaka hesabının sorulacağını kalbimizden bir an olsun çıkarmayalım.

 

Her zaman ve her yerde haktan ve adâletten yana olalım. İstesek de istemesek de ömür yapraklarımız solup gidiyor. Zaman, mutlak bir hesaplaşma gününe doğru hızla akıp gidiyor. Kâr ve zarar günü yaklaşıyor. Öyleyse yüce Rabbimiz’in şu beyanını iyi okuyup, iyi anlayıp ona göre bir hayat nizamı oluşturmalıyız:

 

“Kıyâmet günü için adâlet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak Biz yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)

 

Yüce Rabbim; bizlere, adâlet noktasında Peygamber Efendimiz’i, sahâbe-i kiram efendilerimizi ve özellikle Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Efendimiz’i anlayabilmeyi nasip eylesin. Adâletten ayırmasın.

 

Âmîn…