Mesnevî’den Beyitler -28- HER CİNS, KENDİ CİNSİNE MEYLEDER

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

“Konuştuğu dilden ayrı olan kimse, / Yüzlerce dil ve nağme bilse bile yine susar.”

 

Her cins kendi cinsini çeker. Yaratılmış her cinsin anlaşma şekli de farklıdır. İnsanın konuşmasından murad da, derdini muhataba anlatabilme iştiyakıdır. Muhatabımızda bizi anlayabilme çabası ne kadar varsa, biz de meselemizi o kadar kolay ve derinliğine anlatabiliriz. Dinleyende böyle bir kabiliyet yoksa, bir mevzuyu ne kadar derin ve hikmetli anlatırsak anlatalım, sonuçta yeterince anlaşılmayız.

 

Anlatan ve dinleyen birbirini tamamlar. Aralarındaki uyum ne kadar fazla ise, anlatanda da dinleyende de mânevî doyum o kadar fazla olur. Anlatanın sözleri muhatabın kulağını aşıp kalbine, yüreğine ulaşamıyor ise, bir süre sonra anlatan da derdini açmaktan vazgeçer. Çünkü kişiyi konuşturan muhatabıdır. Dinleyenin meseleyi anladığını ifade eden yüz ve mimik hareketleri, gerektiğinde meseleye ait soru ve yorumları, anlatanın konuşmasını sağlar. Yoksa o konuşma beyhûde bir çaba olur anlatan için. Konuşmanın, muhabbetin seviyesini; anlatanın ve muhatabın konuya vâkıf olmaları ve kültür seviyeleri belirler. Mevlânâ Hazretleri’nin bu ve benzeri birliktelikleri ve ortak paydaya sahip olmayı anlatan güzel bir hikâyesi vardır. Birkaç beyitle aktaralım hikâyeyi;

 

“Bir hakîm demiştir ki: «Çölde hızlı hızlı gidiyorken, bir karga ile bir leyleği birlikte gördüm.

 

Buna şaştım ve aralarında ne gibi bir kader-i müşterek var?» diye hâllerini tetkik ettim.

 

Yaklaşınca, -şaşkın bir hâlde- ikisinin de topal olduğunu gördüm.” (Tâhiru’l-Mevlevî şerhi 6050-1-2 beyit)

 

Birbirine denk olmayan kuşların birlikte uçması mümkün değilken; karga ile leyleği bir araya getiren, ayaklarındaki topallık olmuştur. Çünkü her cinsin arasında bir kader birliği vardır. Bu iki kuşun kader birliği de eksiklikleri olmuştur. Bunun gibi insanların da beraberliğinde bir kader birliği bulunması gerekir. Yoksa yine Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi:

 

“Çünkü her cins cinsini çeker. Öküz, erkek aslana doğru gider mi?” (Tâhiru’l-Mevlevî şerhi, c. 7, b. 6003)

 

Nasıl maddî âlemde cinsler birbirini çeker ve birbiri tarafına giderse mânevî âlemde de bu kural değişmez. İyiler iyilerin yanına, kötüler de kötülerin yanına gider. Kin, nefret, haset hırsıyla dolu, insanlara fenalık yapan birinin; iyilikleri, güzellikleri ve hayrı çoğaltmayı hedefleyen birinin yanına gittiği ve arkadaş olduğu görülmez. İnsanlara fenalık etmek arzusu, kin ve fesat, ilk olarak şeytanda zuhur etmiştir. Âdem -aleyhisselâm-’a haset etmiş ve ilâhî emre uymadığı için huzûr-i ilâhîden kovulmuştur. Şeytanın yolunu tutan, ilâhî emre itaat etmeyen kişinin sonu; huzûr-i ilâhîden kovulmak olacaktır. Kin ve hasedin, son durak yeri de cehennemdir. Cehennem tabiatlılar ile olanın yeri, cehennem olacaktır. 

 

Hak ile bâtıl, yalan ile doğru, iyilik ile kötülük bir arada bulunmadığı gibi; gönlünü Hakk’a vermiş nur dolu bir kalp ile, zulmet dolu inkârcı bir kalp de yan yana bulunmaz. Âyet-i kerîmede buyurulur ki:

 

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır. Bu temiz insanlar, iftiracıların kendilerine isnâd ettikleri suçlardan uzaktır.” (en-Nûr, 26)

 

Kur’ân-ı Kerim’de hayretle okuduğum bir sûre vardır. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-; müşriklerin reislerine nasihat ile meşgul iken, sahâbîden âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektûm yanlarına gelir. Hazret-i Abdullah; âmâ olduğu için meclisi göremediğinden, konuşmanın hassâsiyetinin de farkında olmaz. Devamını Avni KONUK şerhinden iktibas edelim:

 

“–Yâ Rasûlâllah! Sana Allâh’ın tâlim ettiği şeyi bana tâlim et.” diyerek Risâletpenah Efendimiz’in sözünü kesti. Mühim olan bu mecliste sözlerinin kesilmesi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ağır geldi. Yüzlerini ekşitip çevirdiler; Hazret-i Abdullah vaziyeti anladı, mescidden dışarıya çıktı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Cebrâil -aleyhisselâm- şu âyetleri getirdi:

 

“Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü, yanına o âmâ geldi diye. Nereden biliyorsun? Belki o Sen’den öğrenecekleriyle temizlenip arınacaktı yahut düşünüp öğüt alacaktı da, bu öğüt ona fayda verecekti.” (Abese, 1-4) 

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o ekâbiri bırakıp Hazret-i Abdullâh’ın arkasından gitti ve buyurdu ki:

 

–Dön, dön zira sen iyâl-i (aile) Muhammed arasındansın.

 

Tekrar mescide getirdi ve mübârek hırkasını yayıp üstüne oturttu. Ondan sonra Abdullah Hazretleri ne zaman huzûr-i Risâletpenâhî’ye gelse;

 

“–Merhaba o kimse ki, onun hakkında Rabbim bana itâb (azar) etti.” buyururlar idi. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-; Kureyş reisleri îmân ederse, İslâm’ın daha hızlı yayılacağını düşünerek böyle davranmıştı. Lâkin Rabbimiz, hidâyet talebi olana öncelik verilmesini buyurdu. 

 

Bunun gibi bizim de sohbet ederken, nasihat ederken önceliğimiz talep edene olmalıdır. Çünkü; konuştuğumuz dili anlamaya, konuyu kavramaya en yakın olanlar onlar olacaktır. Yoksa talep etmeyene bir meseleyi anlatmaya uğraşmak, beyhûde bir çaba olacaktır. Bu yüzden sözü; nerede, ne zaman ve kime söyleyeceğimiz çok önemlidir. Yerinde söylenen söz muhatabımızda ciddî tesirler oluşturabildiği gibi, yerinde ve zamanında söylenmeyen söz felâketi olabilir. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söylemiş:

 

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı;

Yağ ile bal ede bir söz. 

 

“Bizim mârifet hakkında binlerce sözümüz olsa da dilimizden anlayan bulunmadığı sürece susmak zorunda kalırız.” diyor Hazret bu kıtada. Çünkü insan, derdini paylaştığı zaman anlaşılmak ister. Bunun için de dinleyenin; anlatanın yerine kendini koyup empati yapabilmesi gerekir ki, anlatmaktan maksat hâsıl olsun. İnsan anlaşılabildiği zaman; derdi hafifler, mutlu olur. Bu yüzden kişi; kendini anlayan bir sırdaş, bir dost bulmak ister. Bunun için beraber yürüyebileceği bir yâren bulursa, kalbini açar. Yoksa anlamayanın yanında lâl olur. 

 

Rabbim; bizlere, rûhun gıdâsı mânevî hakikatleri paylaşabileceğimiz hakikî dostlar nasip etsin. Derdimizle dertlenecek sâdık arkadaşlar lutfetsin. İlâhî hakikatleri anlatan ve anlayanlardan olabilmeyi ikrâm etsin. Âmîn…

 

Yazımızı yine Hazret-i Pîr’in sözleri ile bitirelim:

 

“Bir kuş, cinsinden gayrı ile nasıl beraber uçar? Çünkü; nâ cins ile ülfet mezar gibidir.” (Tâhiru’l-Mevlevî, c. 7, b. 6049)