HAKK’A RÂM OLABİLMEK

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Şu âyetler çok mânidar:

 

“Şüphesiz ki;

 

Münafıklar Allâh’a oyun etmeye kalkışıyorlar; 

 

Hâlbuki; 

 

Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. 

 

Onlar;

 

–Namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, 

 

–İnsanlara gösteriş yaparlar, 

 

–Allâh’ı da ancak az zikrederler, pek az hatıra getirirler.

 

Onlar;

 

–Küfür ile îmân arasında bocalayıp dururlar.

 

Ne bunlara (mü’minlere) ne de şunlara (kâfirlere) bağlanırlar.

 

(Böyle hâlleri sebebiyle)

 

Allah, kimi saptırırsa, 

 

Ona asla bir çıkar yol bulamazsın

 

Ey îmân edenler! 

 

Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! 

 

Kendi aleyhinize Allâh’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? 

 

Hiç şüphesiz ki;

 

Münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. 

 

Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın. 

 

Ancak;

 

Tevbe edenler, 

 

Hâllerini düzeltenler, 

 

Allâh’a sımsıkı sarılanlar, 

 

Dinlerini (ibâdetlerini) yalnız O’nun için yapanlar müstesnâdır. 

 

İşte bunlar; 

 

(Gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve 

 

–Allah mü’minlere yakında büyük mükâfat verecektir.” (en-Nisâ, 142146)

 

Bütün mesele;

 

Hakk’a râm olmak.

 

Herkesin içinin dışına döküldüğü bir mesele bu.

 

Îmanlar nasıl?

 

İrfanlar nasıl?

 

İlimler nasıl?

 

Ahlâklar nasıl?

 

Kimler nasıl?

 

Hepsi bu mesele etrafında bariz olmakta. 

 

Bu;

 

Bir ayna gibi bütün insanlığın iç dünyasını, kişilerin gösterdiği gibi değil, Hak katında olduğu gibi dışa yansıtmakta.

 

Âyet âyet yüce Allah, hep bu mesele etrafında;

 

Mü’minlerin de içini dışına döküyor! 

 

Kâfirlerin de içini dışına döküyor! 

 

Münafıkların da içini dışına döküyor! 

 

Hepsinin gerçeğini seyrettiriyor ki; insan, olması gerek kişiliği de görsün, olmaması gereken tipleri de görsün ve şunu idrâk etsin:

 

A belli! 

 

B belli! 

 

Emir belli! 

 

Nehiy belli! 

 

Allâh’ın fermanı belli! 

 

Ömür belli! 

 

Sen kulsun! 

 

Mes’ulsün! 

 

Ömrün de kısacık! 

 

Bu üç nefeslik hayatı Allâh’a oyun etmeye harcayanların vay hâline! 

 

Ne diyor Hazret-i Allah:

 

 وَهُوَ خَادِعُهُمْ

 

“–Allah, onların oyunlarını başlarına geçirir!” 

 

Onlar;

 

Kārun gibi mal sahibi olurlar, fakat yerin dibine geçerek ebedî bir yoksula dönerler.

 

Gel keyfim gel; şeklinde bir yaşayışı hedeflerler, belânın dibini boylarlar.

 

Rahatlık peşinde koşarlar, Allah onlara huzurun zerresini tattırmaz.

 

Neyi gaye edinseler sonunda tersine toslarlar.

 

Nice Nemrutlar, Firavunlar, Ebû Cehiller; nice oyunlar ve tuzaklar kurdular. Ancak en sonunda helâk olanlar kendileri oldu.

 

Çünkü ilâhî ferman değişmez:

 

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ  وَرَسُولَهُٓ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْاَذَلّ۪ينَ ۝٢٠ 

 

“Şu kimseler ki;

 

Allâh’a ve 

 

O’nun Rasûlü’ne düşmanlık ederler,

 

–İşte onlar, 

 

–En aşağıların arasındadırlar.” (el-Mücâdele, 20)

 

Zira;

 

كَتَبَ اللّٰهُ لَاَغْلِبَنَّ اَنَا۬ وَرُسُل۪يۜ  اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ عَز۪يزٌ ۝٢١ 

 

“Allah yazdı ki:

 

–Kesinlikle Ben ve peygamberlerim galip geleceğiz! 

 

Hiç şüphe yok: 

 

Allah çok kuvvetlidir, 

 

Mutlak güç sahibi, mutlak izzet sahibidir” (el-Mücâdele, 21)

 

Bu itibarla iki cihanın da saltanatı; 

 

Hakk’a râm olmaktır.

 

Yani;

 

Her şekilde, her sûrette Hak fermanına boyun bükmektir, 

 

Takvâya sarılmaktır, 

 

Gözü, kulağı Allâh’ın rızâsında olmaktır:

 

–Ne yapsam da Allâh’ı râzı etsem, şunu da yapsam yine az, bunu da yapayım yine kâfî değil, demektir. 

 

Kısacası;

 

Hakk’a kurban olmaktır.

 

Dikkat edenler bilir;

 

Son anda yarışmacılar nasıl koşturur?

 

Varını yoğunu ortaya koyarak.

 

İnsanlık da, işte bu düsturla varını yoğunu ortaya koyup, Allâh’ın rızâsını kazanmak ve ebedî kurtuluşa ermek için âhiret virajına girmiş olan dünya günlerini canhıraş çırpınışlar içinde geçirirse, selâmete çıkar. 

 

Heyhât, gaflet bırakmıyor

 

Kimisi de felâketten kurtulmak için, gerçekleri görmemeyi, görse de unutmayı çare sanıyor. Unutsalar ne? Herkes sonsuz âkıbete yolcu. İnsanlık kendi ebedî dirilişini görüp vaktinde uyanırsa ne âlâ.

 

Kurban ile;

 

Allah bize bunu anlatıyor. 

 

Kurban, ebedî bir dirilişin besmelesi ve tekbiridir âdeta insanlık için. Allah Teâlâ; İbrahim u ile İsmail u’ın şahsında insanlığa, bu ebedî dirilişi göstermiştir. 

 

Ebedî diriliş için ne lâzım? 

 

Fânî olanları, yok olup gidecek olan şeyleri fedâ etmek lâzım. Hakk’a fedâ etmek lâzım. Dünyayı fedâ edersen, âhireti kazanırsın. Nefsini fedâ edersen, rûhunu kurtarmış olursun. Gafleti fedâ edersen, şuur ve îmânını kurtarmış olursun. 

 

Kurban, bu hikmetlerin harmanı.

 

Bu bakımdan Cenâb-ı Allah;

 

–Rabbin için namaz kıl ve 

 

–Kurban kes! buyuruyor. 

 

İkisini bir arada söylüyor. Namaz, duâdır. Secde var içerisinde. Allâh’a en yakın ânımız namazda gerçekleşiyor. Namaz ile Allâh’a yakınlık, kurbanla Allâh’a yakınlık. İki yakınlığın bir araya geldiği bir gönül kıvâmını idrâk ediyoruz böylece. İnsan için bayram işte bu. Bu iki yakınlığı bir araya getirmiş olan kimseye, Allah bayram ikrâm ediyor. 

 

Bu gerçek, şu tefekkür kapısını açıyor bize:

 

Hayatı yaşarken herkes kendi bildiğini okur, sonra yine kendi bildiğini okur. Bu yüzden yığınla tıkanmalar, çaresizlikler ve girdaplara sürüklenir bir ömür. Ancak;

 

«اَللّٰهُ اَكْبَر» hakikati, âdeta;

 

“–Ey insan! 

 

Nefsini kurban et, her şeyinle Allâh’a fedâ ol. Ol ki, onun ebedî nimetlerine ve dermanlarına mazhar olasın!” demektedir. 

 

Bunun özü şudur:

 

Ey insan! 

 

Sonsuz meçhullerden habersiz kendi bildiğini okuma. Bütün meçhulleri de bilen Allâh’ın dediğine râm ol! 

 

Unutma: 

 

Sonsuz meçhullere âmâ vaziyetteki malûmlar da birer cehâlettir. O cehâlet içinde kendi bildiğine göre yaşarsan, yanlıştan yanlışa sürüklenirsin. 

 

Lâkin bu fânî hayatı;

 

«اَللّٰهُ اَكْبَر» çerçevesinde yaşarsan, o vakit bütün hayatların sahibi olan yüceler yücesi Allâh’ı râzı etmiş olursun. O vakit Allah seni râzı eder. Seni gerçek çarelere mazhar kılar. Zaferden zafere ulaştırır. Ebedî mükâfatlara eriştirir. Ebedî cennetlere dâhil eder.

 

Ammâ;

 

«اَللّٰهُ اَكْبَر» sırrını anlamayıp bu ulvî çerçevede yaşamaz da kendi bildiğini okursan, iki cihanın da hüsran olur!”

 

İlk insanın ilk yaşadığı ibret, bu husustadır: 

 

Ona Allâh’ın sadece bir tane yasağı vardı:

 

–Şu ağaca yaklaşma! 

 

Bundan başka hiçbir yasak yoktu. 

 

İlimde meleklerden de şeytandan da kat kat âlim kılınan ilk insan, bütün esmâyı / kelimeleri ve mânâları biliyordu. Buna rağmen akıl ve nefsindeki zaaf, o yasağı çiğnemeyi çok masum yorumlarla süsledi ve Allâh’ın ilmine aykırı bir cehâlete kapıldı: 

 

Yegâne kudretin şaşmaz ilmindeki değişmez emrine göre değil; sahip olduğu ilim sebebiyle, bir an için şaşıran aklının ve değişken nefsinin heveslerine göre, yani kendi yorumlarına ve zanlarına göre hareket etti. Tefekkür prizini, tüm bildiklerini kendisine veren sonsuz ilimden çekti ve nefsin heveslerine ve zaaf dolu duygularına bağladı.

 

Şeytan da başladı nağmeli fısıltılarla felsefe üflemeye. O nağmeler, o kadar masum ve mantıklı idi ki, insanın aklına yattı ve kafasına uydu.

 

–Tamam, dedi: Böyle yaparsam, tam bana göre bir neticeye ulaşırım.

 

Kulaklarında çınlayan;

 

–Sakın şu ağaca yaklaşma, sesine karşı kalbini sağırlaştıran «amalar» sıralandı.

 

Sonra olan oldu.

 

Cennetten tard edildi. 

 

Anladı:

 

Söz dinlemeyip kendi bildiğinin cehâletini okuyunca, bu dünya ona sürgün yeri oldu.

 

Hikmet açıktı:

 

Engin ilmine yaslanan insan, onu veren kudretle olan bağını kopardığı an, Hak emrinden çıktı. Zan ve yorumdan ibaret bir cehâletin emrine uydu. Şeytan felsefesine aldandı.

 

Söz dinlemedi.

 

Halîfe olarak geleceği dünyaya, sürgün edilmiş olarak düştü.

 

Bir yasak, bu fânîde sayısız yasaklar oldu.

 

Îkaz belli:

 

İnsanın birinci düşüşü dünyaya idi. Eğer bu imtihan dünyasında ikinci kere cehâletin emrine girip de Allâh’ın dediğine aldırmayarak kendi bildiğini okursa; ikinci düşüş, azâbın tam ortasına. Alev alev kavuran bir cehennemin içine. Allah muhafaza eylesin.

 

Dolayısıyla insan,

 

Söz dinlemeyen yönü olan nefsini kurban ederek Hakk’a râm olduğu takdirde ebedî kurtuluşa mazhar olur.

 

Tekbîr ile kurban.

 

«اَللّٰهُ اَكْبَر» diyerek kurban.

 

Ancak bu, Allâh’a ulaştırır insanı.

 

Ne şunun, ne bunun, ne de nefsinin değil sadece Allâh’ın «en büyük» olduğunu görmek, idrâk etmek ve sadece O’na râm olmak.

 

Kurban bu.

 

Onun içindir ki, kurban hakkında Cenâb-ı Hak buyurur:

 

لَنْ يَنَالَ اللّٰهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَٓاؤُ۬هَا وَلٰكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوٰى مِنْكُمْۜ كَذٰلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْۜ وَبَشِّرِ الْمُحْسِن۪ينَ ۝٣٧

 

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; 

 

Fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır

 

Sizi hidâyete erdirdiğinden dolayı Allâh’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. 

 

(Ey Rasûlüm!) 

 

Güzel davranıp iyilik eden ihsan sahiplerini / Allâh’ı görüyormuşçasına kulluk edenleri müjdele!” (el-Hacc, 37)

 

Bu âyete binâen kurbanın bizim istifademize sunulmasının hikmeti:

 

Allâh’ı büyük tanımak,

 

O’na takvâmızı ulaştırmak,

 

Müjdelere nâil olan muhsin bir kul olmak. Yani güzel davranışlı, iyilik ehli, ihsan sahibi bir kul. Nebevî tabirle, Allâh’ı görüyormuşçasına ibâdet eden bir kul.

 

Tıpkı Hazret-i İbrahim gibi.

 

O, hanımı Hazret-i Hâcer, oğlu Hazret-i İsmail, hep birlikte böyle bir kulluk makamını yaşadılar. 

 

Her hususta Allâh’ı dinlediler.

 

Çünkü kurban;

 

Allah sözünü dinlemektir. Uğruna can vererek dinlemektir. Allah emrettiği zaman bütün akan suları durdurup; «Lebbeyk yâ Rabbî!» diyebilmektir.

 

Allâh’ın sözünü hiç çarpıtmadan olduğu gibi yerine getirmektir.

 

Sadece Hakk’a râm olmaktır.

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn…