TOPLUMDAN MES’ÛLÜZ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Büyük imam ve müçtehid Ebû Hanîfe Nûmân bin Sâbit Hazretleri, 699’da Kûfe’de doğdu. İlim tahsil etti. Hadis ve fıkıhta derinleşti. İlmî silsilesi, hocası Hammâd bin Ebû Süleyman aracılığıyla; Hazret-i Ali, Abdullah bin Mes‘ûd ve Abdullah bin Abbâs’a -radıyallâhu anhüm- uzanır. Irak fıkıh ekolünün kurucularındandır. Bütün İslâm coğrafyasından gelen binlerce talebeye ders verdi. Emevî ve Abbâsî devrinde kendisine gelen kadılık tekliflerini reddetti. Bu sebeple baskı, işkence ve zorbalıklara maruz kaldı. Mütevâzı, cömert ve diğergam ahlâkı mü’minlere nümûnedir.

 

Ebû Hanîfe Hazretleri, 767’de vefat etti. Kabri, Bağdat’tadır.

 

*

 

İmâm-ı Âzam Hazretleri, kendisini toplumdan mes’ul hisseden müstesnâ bir İslâm şahsiyetiydi. Yaşadığı şu hâdisede sergilediği tavır mü’minlere ne güzel bir nümûnedir:

 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç; sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz, nâralar atıp küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.

 

Bir gece, gencin attığı nâralar kesilince; İmam, sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını rica etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince, İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.

 

Durumu öğrenen genç; derhâl İmâm’ın yanına koşup, nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmam, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle; 

 

“–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.

HİLÂFET ÇOK MÜHİM, İSTANBUL ÇOK MÜHİM

 

Şeyh Ahmed Şerif Senûsî, 1873’te Libya’da doğdu. Afrika’da; sömürgeci İngiliz, Fransız ve İtalyan güçlerine karşı direnen Senûsiyye tarîkatının kurucusunun torunudur. 1902’de bu tarîkatın başına geçti. 1912’ye kadar Fransızların ve İtalyanların işgal politikalarına karşı mücadele etti. 1918’de yardım ve destek istemek için İstanbul’a gelen Şeyh, el üstünde tutuldu. Yerine bıraktığı halîfesi İngilizlerle anlaşınca, tekrar ülkesine dönemedi. Türkiye’de kalıp halkı hilâfetin ehemmiyeti hakkında bilgilendirdi ve Millî Mücadele’ye katılmaya teşvik etti. Ne var ki cumhuriyet ilân edilip hilâfet kaldırılınca, idareyle arası açıldı. Şeyh Senûsî’den Türkiye’yi terk etmesi istendi. Bunun üzerine Şeyh; önce Şam’a, sonra Filistin’e, oradan da Hicaz’a gitti. Şeyh Senûsî, 10 Mart 1933’te Medine’de vefât etti. 

 

*

 

Mehmed Niyazi ÖZDEMİR anlatır:

 

“Libya’ya İtalyanlar çıkınca; Enver Bey, Eşref Bey diğer genç subaylar oraya gidiyorlar. Hattâ Zenci Musa da o zamanlar Mısır’da. Osmanlı subaylarının İtalyanlarla harp ettiğini duyunca, silâhını alıp gönüllü olarak oraya gidiyor. Subaylarımız oradayken Balkan Harbi patlak veriyor. Ahmet İzzet Paşa; 

 

«–Orayı bırakın, burası elden gidiyor. İstanbul işgal ediliyor. Buraya gelin!» diyor. Bunun üzerine Eşref Bey ve Enver Paşa, o zaman biri kaymakam biri yarbay, Şeyh Senûsî’ye gidiyorlar; 

 

«–Şeyhim; sen bize çocuklarını, mânevî evlâtlarını verdin. Ama böyle bir emir var. Bizi İstanbul’dan çağırıyorlar. Sizi yüzüstü bırakmış olur muyuz?» diyorlar. O mübârek adam ağlayarak; 

 

«–Evlâtlarım gidin. İstanbul bizim kalbimiz, Libya kolumuz, bacağımız. Kol, bacak kopsa da kalp sağlamsa yaşarız. Yarınların neler getireceği bilinmez, gidin evlâtlarım.» diyor. Eşref Bey, Enver Paşa oradan dönünce Musa da onlarla beraber İstanbul’a geliyor. Çatalca’dan Bulgarları sürüp çıkaranların aralarında Musa da var.” Mehmet Niyazi ÖZDEMİR ile Adâlet ve Medeniyet Sohbeti, Türk Düşüncesi Dergisi, sa. 2, (2013)

 

Libya; 1912’de Osmanlı topraklarından çıkmasına rağmen, hâlâ gönül coğrafyamız sınırları içerisindedir. 

FATİH’İN KUŞATIP DA FETHEDEMEDİĞİ TEK BELDE

 

Fatih Sultan Mehmed Han, 30 Mart 1432’de o zaman başkent olan Edirne’de doğdu. Terbiyesiyle Molla Gürânî ilgilendi. Babası II. Murad; 1444’te uzlete çekilip tahtı oğluna bıraktıysa da siyâsî şartlar gereği, iki sene sonra tekrar ordunun başına geçti. 1451’de ikinci defa tahta çıkan II. Mehmed, öteden beri hazırlıklarını yaptığı İstanbul’un fethi için düğmeye bastı. Çandarlı gibi devlet adamlarının karşı çıkmalarına rağmen, Akşemseddin gibi mânevî büyüklerin teşvikiyle fetih müyesser oldu. Fatih, İstanbul’un fethi gibi büyük bir muvaffakiyete imza attı. Fakat bunu yeterli görmeyip; «Tüm dünyaya İslâm’ın adâlet güneşi doğsun.» diye seferlerine devam etti. Bu maksatla; Amasra, Sinop, Trabzon, Konya, Karaman, Doğu Anadolu, Belgrad hariç Sırbistan, Mora yarımadası, Eflâk, Bosna, Hersek, Boğdan, Arnavutluk gibi beldeleri fethederek İslâm sancağını dalgalandırdı. Ufuklar sultanı, 3 Mayıs 1481’de vefat etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

 

*

 

Fatih Sultan Mehmed Han’a İstanbul’un fethi nasip oldu; şehre girdi, sonra çıkıp çadıra dönüp geldiğinde Çandarlı Halil Paşa’ya yakın bazı kişiler (malûm bunlar cihâdın başarıya ulaşmasına engel oldukları gerekçesiyle Fatih’in kalbi onlara kırıktı) onu karşılayıp şöyle dediler: 

 

“–Elhamdülillâh. Ehl-i ilmin duâsı cündiyle (duâ askerleriyle) hisar (kale) feth oldı, padişâh-ı İslâmpenah (İslâm’ın koruyucusu hükümdar) ceyş-i küffâr-ı bedfercama (sonu kötü küffâr ordusuna karşı) zafer buldı.” Sultanın o cemaate gayet incinmesi vardı. Şöyle çıkıştı: 

 

“–Monla, salusluğa (riyâkârlığa) yer yok. Kendi kılıcımla alubdururun, kimsenüzden himmet ve inâyet olmamışdur.” 

 

Sultanın ağzından naklederler ki sonra bir gün şöyle demiş: 

 

“–Gerçi germiyyetle (o anın harâretiyle) ol kelâm-ı hamı (o ham sözü) söyledüm ammâ sonra nedâmet etdim (pişman oldum). Hata ettiğimi üç yıl sonra anladım. Belgrad kuşatmasındaydık; askerlerime hücum emri verdim, fevc fevc (dalga dalga) hisara (kaleye) aktılar, ben dahî ata bindüm, ordunun en ön safına kadar gittim. Orada başıkabak, yalun ayak bir abdal-ı şûrîde hâl (hâli perişan bir kalender) yolun üzerinde yatur, cihan gavgalarından fâriğ u bâl (vazgeçmiş, rahat). Önüne varıp dedim ki: 

 

«–Derviş, demdür (şimdi vaktidir) himmet (yardım) eyle, cünd-i duâyla (duâ askerleriyle) ceyş-i İslâm’a (İslâm ordusuna) muâvenet (yardım) eyle.» Başını kaldırıp şöyle dedi: 

 

«–Olmaz, kılıcınla almak gereksin (alman gerekir), seyf-i duâya (duâ kılıcına) itimadın yok, vega (savaş) kılıcını salmak gereksin (kullan).» 

 

Bildüm ki nefs-i pür-şûrûrun (şerlerle dolu nefsimin) İstanbul fethindeki gururunun şeâmeti (uğursuzluğu) geldi yetdi, anun eseriydi ki asker-i nusret-şiâr (her zaman mânevî yardıma mazhar olan askerlerim, bu sefer o yardıma mazhar olamadı) hisara (kaleye) zafer bulamayup döndi getdi.” (Kemalpaşazade, Tevârih, 7. Defter, TTK, 1991, s. 93-94) 

 

Hakikaten Fatih Sultan Mehmed’in önünden muvaffakiyetsizlikle ayrıldığı tek muharebe Belgrad muhasarasıdır. (Kısaltarak aktaran: Mustafa ARMAĞAN)

KIYÂMET GÜNÜ SORULARI

 

Behlül-i Dânâ, aslen Kûfelidir. Bağdat’ta yaşadı. Sorulan suallere gülerek cevap verdiği için çok gülen mânâsında behlûl, bilgi ve hikmetle cevap verdiği için dânâ nisbeleriyle anıldı. Meczup görünümlü; fakat son derece akıllı, bilgili ve hikmet ehliydi. Menkıbelerinde, muhatabına verdiği nükteli karşılıklarda; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkeri, îkaz etmeyi, müjdelemeyi, doğrusunu göstermeyi maksat edinirdi. Halîfe Harun Reşîd’le aralarında geçen nükteler meşhurdur. 

 

Behlül-i Dânâ, 806’da vefat etti. 

 

*

 

Harun Reşîd, Behlül’e şöyle sormuş: 

 

“–Beni tanıyor musun?” 

 

Behlül şöyle cevap vermiş:

 

“–Evet; sen Hindistan kasabalarında bile olsa, yaşlı, dul bir kadının ayağının taşa takıldığında sorumlu olacak kişisin ve yarın (kıyâmet gününde) senden bunun hesabını soracaklardır.”