EY NEFSİM!

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com 

 

Doksanlı yıllardı. İlimizin, merkeze bağlı bir köyünde, Kur’ân kursu hocalığı yapan bir arkadaşı ziyaret için gitmiştim. İkindi vakti yaklaşınca, namazı kılmak için camiye doğru yola çıktım. Bahçe kapısından içeri girdim. Caminin; ağaçlı, çiçekli, temiz ve güzel bir avlusu vardı. Avludaki kanepede; namaz için gelen, ezanı bekleyen, yetmiş yaşlarında bir amca tek başına oturuyordu. 

 

“–Esselâmü aleyküm hacı amca!” deyip yanına oturdum. O da;

 

“–Ve aleykümselâm, hoş geldin, kimin misafirisin?” dedi.

 

“–Kurs hocasını ziyarete geldim.” dedim. Kısa bir hâl hatır sorma ve tanışma faslından sonra bana bakıp gülerek;

 

“–Hacılığım alnımda mı yazıyor?” dedi. Onun; hoş sohbet, nüktedan biri olduğunu anladım. Cevap olarak;

 

“–Hayır; alnında yazmıyor, ama şu sebeplerden dolayı öyle söyledim. Biliyorsun, bizim insanımız mukaddes topraklara gitme hayali ile yanıp tutuşur. Haccetmek onun en büyük arzusudur. Hâli vakti yerinde olup da hacca gitmeyen bir müslüman göremezsin. İşte bu sebeplerden dolayı hacca gitmiş olabileceğini düşündüm.” dedim. O;

 

“–Ne iş yapıyorsun?” dedi.

 

“–Muallimim.” dedim.

 

Güngörmüş, çile çekmiş, bu eski toprak ihtiyarda; nice hikmetli sözlerin, ibretli hâtıraların saklı olduğuna inanıyor, hayat tecrübeleri ile dolu olan bu insandan bir hâtıra dinlemeyi istiyordum. Onu konuşturmak için;

 

“–Gençliğinde güreşir miydin?” dedim. Böyle bir soru beklemiyordu, şaşkın bir hâlde;

 

“–Bunu nereden anladın?” dedi.

 

“–Tahmin ettim.” dedim. 

 

“–Bundan kırk-elli yıl önce, düğün törenlerinde mutlaka güreş müsabakaları olurmuş. Bilhassa, köy düğünleri çok heyecanlı geçermiş. Sırtı yere gelmez namlı pehlivanlar; köy köy, şehir şehir gezer, güreş tutarmış… Sende de tam bir güreşçi tipi var; geniş bir omuz, ortaya yakın bir boy, kısa kalın bir boyun, iri pençeler…” 

 

Ben bunları anlatınca yaşlı amca şunları söyledi: 

 

“–Hocaefendi, gençliğimizde güreştik, ama bizim esas güreşimiz toprakla oldu. Biz çiftçiyiz, toprağı eker biçeriz. Köylü olarak da bu çiftçiliği devam ettiriyoruz. Yaz sıcağında güneş iliğimize işler, terimiz toprağa düşer bizim. Bu sebeple, rengimiz güneş yanığı, kokumuz toprak kokusudur…”

 

“–Güreş deyince aklıma geldi. Efendimiz’in bir hadîsi var;

 

«Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir.» (Buhârî, Edeb, 102) buyurmuş. Bizim de nefisle mücadelemiz hiç bitmiyor ve bu bir ömür sürüyor, ama biz gaflette olduğumuz sürece, bu mücadelenin galibi de nefis oluyor.”

 

Sonra ona;

 

“–Hacı amca, şimdi bunları bırakalım. Sen bana ibret alacağım önemli bir hâtıranı anlat da dinleyeyim.” dedim. O da şöyle dedi:

 

“–Ben, sana yirmi sene önceki bir hac yolculuğumu anlatayım da dinle:

 

Ova köylerinin birinde bir asker arkadaşım vardı. Köylüler ona; «Kara Ağa», biz de «Karaca Bey» derdik. İnancı tamdı ama ameli yoktu. Ezanın Türkçe okutulduğu, Kur’ân-ı Kerim öğrenmenin yasaklandığı yıllarda muhtarlık yapmış; o kara günlerin, karanlık düşüncelerin gölgesinde kalmış, gaflete dalmış, zamana ayak uydurmuş biriydi. Asker arkadaşı olunca ilgiyi kesmedim. Senede bir defa da olsa ziyaretine giderdim. Bazen de o bizi ziyarete gelirdi. Fikirlerimiz pek uyuşmasa da ahbaplığımız devam ediyordu. 

 

Yıllar geçti, o eski kara günler geride kalmıştı. Ezanımız aslına uygun okunuyor, çocuklarımız camilerde Kur’ân’ı öğreniyorlardı. Arkadaşımı ziyarete gittim;

 

«–Bak arkadaş; yaş kemâle erdi, yarına çıkar mıyız? Allah bilir! Gel bu sene beraber hacca gidelim.» dedim. Gidip gitmemek konusunda tereddüt etti, karar veremiyordu. Teklifimde ısrar ettim. Gönülsüz de olsa kabul etti.

 

Mevsim yaz…Vakit geldi, otobüsle yola çıktık. Suriye, Ürdün üzerinden Suudi Arabistan topraklarına girdik. O zaman arabalarda klima yok, otobüsün içi hamam gibi, pencereleri açsan içeri toz toprak doluyor, rüzgâr alev gibi… Bu meşakkatli yolculukta arkadaşımla yan yana oturuyoruz. Oflayıp pufluyor, bazen bana kızıyor; 

 

«–Benim ne işim vardı? Beni niye buralara getirdin?» diye, söylenip duruyordu. 

 

Ben de ona;

 

«–Sabret, cenneti kazanmak öyle kolay mı? Şimdi terleyeceksin ki yarın serinleyeceksin…» deyip ona destek olmaya çalışıyordum. Bu şekilde Medine’ye vardık. Orada bizim Karaca Bey; sızlanmayı kesti, durgunlaştı, bir başka adam oldu. O sert, hırçın, kaba adam gitti; sessiz, sakin, mülâyim bir adama döndü. Sonra da buradan Mekke’ye hareket ettik.

 

Orada bir gün tavaf için Kâbe’ye vardım. Tavaf esnasında, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke, sesli sesli ağlayan bir adam dikkatimi çekti, merak ettim; ‘Bu adam kimdir?’ diye, yanına vardım. Baktım, bu adam bizim Karaca Bey. 

 

Yolda; «Beni buralara niye getirdin?» diye kızan; Medine’de, sükûta bürünen, Kâbe’de gözlerinden yağmur gibi yaş akıtan arkadaşımın omuzundan tuttum;

 

«–Ağam sana ne oldu?» dedim. 

 

O;

 

«–Beni kendi hâlime bırak!» dedi.

 

Tavaftan sonra onunla birlikte odamıza çekildik. 

 

Bana;

 

«–Bak arkadaşım; ben bir daha memlekete dönmeyeceğim, burada kalacağım, burada öleceğim. Siz gidin, beni soran olursa; ‘O öldü, oraya gömdük.’ deyin.» dedi. Ben de ona;

 

«–Bu mümkün değil, buranın kanunu senin burada kalmana müsaade etmez.» dedim. O da;

 

«–O zaman bana söz ver, bütün masrafların bana ait, gelecek yıl beraber tekrar hacca geleceğiz.» dedi. Ben de;

 

«–Tamam, anlaştık.» dedim.

 

Hac ibâdetimizi yaptık; memlekete, köyümüze döndük. Altı ay kadar sonra onu ziyarete gittim. Fikrinde, niyetinde bir değişiklik yoktu. Bana;

 

«–Unutma, hazırlığını yap, bu sene hacca beraber gideceğiz.» dedi. Ben de; 

 

«–Unutmadım, sözüm söz, gideriz inşâallah!» dedim. Ama nasip olmadı. Hac için yola çıkmaya iki ay kalmıştı, vefât etti. 

 

Hocam; bu olayı ne zaman hatırlasam sık sık, kendi kendime şöyle diyorum:

 

«Ey nefsim! Ne oldum deme, ne olacağım de!»

 

«Ey nefsim! Kim bilir; nasıl, nerede, ne hâlde öleceksin?» 

 

«Ey nefsim! Îmanla gitme garantin yok. Bunu aklında tut!»

 

«Ey nefsim! Göz boyamada ve insanı aldatmada senin üzerine yoktur.»

 

«Ey nefsim! Sen, gözlere bir gaflet gözlüğü takar; hâristanı gülistan diye gösterirsin.» 

 

«Ey nefsim! Sana uyan insanın sonu hüsran olur.»

 

«Ey nefsim! Çalıp eğlendiğin, içip söylediğin, gülüp sevindiğin, aydınlık zannettiğin bu günlerin yarın ne karanlık günler olduğunu anlarsın…»” 

 

Gafletin koynunda yaşayan insan, gülistanda yaşıyorum zanneder. Ama sonu zindan olur, haberi bile olmaz. Yarın; «Ah-vah!»lar, «eyvah!»lar havada uçuşur; tutunacak bir dal, kurtulacak bir yol ararsın da; ne bir dal ne de bir yol bulamazsın! 

 

Ortada kalan; ziyan olmuş bir ömür, pişman olmuş bir gönül, perişan olmuş bir insandır…

 

Söyleyeceğim şu ki, kimi insan; «Hacca gidiyorum.» der; boş gider, boş döner. Kimisi; dolu gider, boş döner. Bazısı var; boş gider, dolu döner; bazıları da dolu gider, dolu döner. En güzeli de zaten bu değil mi?

 

Umut ediyorum ki, bizim Karaca Bey de boş gidip dolu dönenlerden oldu. Mübârek topraklarda akıttığı samimî gözyaşları, içindeki karaları temizledi.

 

Bu durum sadece hac için değil, insanın yaşadığı bütün ömür için de böyledir. Hayatı boş boş geçirmek bir insan için ne büyük kayıptır. Bir mü’minin en büyük gayesi; Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul, Peygamber Efendimiz’e lâyık bir ümmet olmak, Kur’ân ve Sünnet yolundan hiç ayrılmamak değil mi?

 

Velhâsıl, nefsin ve şeytanın hile ve tuzakları karşısında îman kalesini korumak  mecburiyetindeyiz. Bazen bir anlık gaflet, bir hatalı söz, îman kalesini bir anda yerle bir edebilir. Nefisle mücadele kolay değil. İşimiz zor, ama bize düşen vazife; gayret etmek ve Rabbimiz’in rahmetinden umut kesmemektir.

 

Dileğimiz o ki, Rabbim bizleri sâlih ve sâdıklardan; ihlâslı hocalardan, hikmet ehli büyüklerden ayırmasın.