Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -27- TAKLİT ve İKTİDÂ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

SÖYLEYENİN KİMLİĞİ

 

Müellifimiz, sadece tasavvuf değil bütün ilim dallarını alâkadar eden mühim esasları bildirmeye devam ediyor. 

 

Kırkıncı Kaide:

 

“Aklî olan bir şeyin delili kendi içindedir (yine aklîdir). Bu aklî sözü söyleyenin kim olduğunu bilmeye ihtiyaç yoktur. Ancak söyleyenin bilinmesi, kemaldir.” 

 

İki kere ikinin dört etmesi gibi aklî bir mesele düşünelim. «Bunu kim söylemiş, ona göre değerlendirmemiz gerek.» denmez. Fakat meselâ; 

 

“Bu kişi zor bir matematik formülü çözmüş; kimdir, nerede yetişmiş?” diye öğrenmek bâbından sorulabilir. Yoksa aklî, mantıkî bir meselenin doğruluğu zaten kendi içindedir.

 

“Lâkin naklî ilimler (böyle değildir.) O bilgi, kendisini nakledenin güvenirliğine istinâd eder. Bundan dolayı sözü nakledenin araştırılması ve bilinmesi gerekir.”

 

Adam bir hoca efendiden bir şey naklediyor. Eğer nakleden güvenilirse, sözü kabul edilir.

 

Bu sebeple nakle dayanan hadis ilminde, «Ricâl ilmi» yani râvîleri araştırma ilmi tesis edilmiştir. Tâbiîn, tebe-i tâbiîn, rivâyet silsilesindeki herkes, kılı kırk yararcasına araştırılmıştır. 

 

“Eğer bilgi hem naklî hem aklî unsurlardan meydana geliyorsa, o zaman ihtiyatlı davranılır; hem mesele kendi içinde (mantıkî tutarlılık açısından) araştırılır hem de onu nakleden tanınmak üzere araştırılır.”

 

Meselâ Ebû Hanîfe Hazretleri, hem hadis rivâyet ediyor hem de içtihad ediyor. Rivâyeti hususunda adâlet ve zaptına bakılmış, içtihâdı da delilleri ve esası cihetiyle araştırılmıştır.

 

“İbn-i Sîrîn Hazretleri -rahmetullâhi aleyh- demiş ki:

 

«Şüphesiz ki bu hadis ilmi, dindir. Öyleyse dîninizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!»” 

 

Rüya tabirleriyle de meşhur olan Muhammed İbn-i Sîrîn (v. 110) tâbiîn âlimlerindendir. Onun bu sözünü İmam Müslim, Sahîh’inin başında da zikretmiştir. Bu sözün bir benzeri İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- Hazretleri’nden de rivâyet edilir.

 

İbn-i Sîrîn sözün tamamında şöyle diyor: 

 

“Eskiden bir kimse; «Hazret-i Peygamber şöyle söyledi.» dediğinde (kabul ederler, «kimden duydun?» diye) sormazlardı. Fakat (Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesiyle başlayan) fitne kopunca, (yalancılar çıkmaya başladı) artık; 

 

«–Kendisinden rivâyet ettiğiniz kişileri söyleyin!» demeye başlandı. (Bu râvîler;)

 

•Ehl-i sünnet ise rivâyetleri alındı, 

 

•Ehl-i bid‘at (yalancı, zaptı zayıf vs. ise) rivâyetleri kabul edilmedi.” 

 

Bu hakikate binâen;

 

Naklî bir ilim olan din ve diyanet, takvâ sahibi insanlardan öğrenilir. Amerika, İngiltere, Almanya ve benzeri gayr-i müslim memleketlerin teoloji fakültelerinde, filân oryantalistten, filân papazdan İslâmî ilimler tahsil edilmez. İstisnâları tenzih etmekle beraber, bu şekilde tahsil; zihniyeti bozuyor, İslâm medeniyetine karşı, şüphe, itiraz ve aşağılık kompleksi ekiyor. 

 

“Bu detay; ilmin maksatlarını kavramış, (ilmin hikmetlerini idrâk etmiş) ilim erbâbı hakkındadır. 

 

Ama avamdan kişiler yahut yeni tahsile başlamış olanlar, aklî ilimleri de naklî ilimler gibi nereden tahsil ettiğini bilmelidirler.”

 

Yani dîni bütün, sağlam medreselerden, hocalardan tahsilini yapması lâzım.

 

“(Böyle yapmalıdır ki); 

 

Bu kişinin iktidâsı geçerli olsun, taklitte kalmasın. Allah Teâlâ en doğrusunu bilir.”

 

İktidâ ile taklit arasındaki fark ne?

 

•Taklit, körü körüne birinin peşinden gitmek. Kişinin gözleri kapalı; birine tutunmuş, onunla gidiyor.

 

•İktidâ ise, öndekinin bastığı yerlere basarak gitmek. Nereye bastığını biliyorsun. Yani niye öyle yaptığını biliyorsun. 

 

Talebeler için hareke ile misal verebiliriz: 

 

Hoca bir metni okuyor. Talebe de hocasını dinliyor ve hareke koyuyor. Fakat Arapça tahsil ettiği için, hocanın niçin öyle okuduğunu da anlıyor ve biliyor. Bu, iktidâdır.

 

Ama tahsili yok veya çok zayıf, kuru kuruya ondan ne duyuyorsa harekeyi koyuyor ise ona taklit diyoruz.

 

Müteâkip kaidede Müellifimiz de taklitle iktidâyı îzah etmekte:

 

Kırk Birinci Kaide:

 

Taklit, söyleyende bir işaret/alâmet görmeden, (o işarete istinâd etmeden), söylenende de bir sebebe dayanmadan bir görüşü (yolu, sözü körü körüne) kabul etmektir.”

 

Önceki maddede; aklî meseleleri, kendi içinde değerlendirmek gerektiğini, naklî meseleleri de râvîsi üzerinden değerlendirmek îcâb ettiğini söylemişti. Her ikisini de ihmal ederek körü körüne uymak, taklittir. 

 

Akademik unvan da taşıyan terbiyesiz bir politikacı, bir iftira atıyor. Söylediği sözün bir bühtan olduğu kendisine ispatlı bir şekilde gösterilip;

 

“−Özür dileyecek misiniz?” diyorlar.

 

“−Niye dileyeyim? Gazeteler öyle yazdı.” diyor.

 

İşte bu taklit. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz misal verdiğimiz ahlâkî zaaf hususunda şöyle buyuruyor:

 

“Her duyduğunu nakletmesi kişiye yalan olarak yeter.” (Müslim, Mukaddime, 5)

 

Halk arasında bir lâf var:

 

“Bir söze bakarım söz mü diye. Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.” 

 

Ne söz, söz. Ne söyleyen, adam. Ama işine geldiği için; «Ona uydum ben» diyor. Günümüzde her bakımdan dalâlet içinde olduğu açık, birtakım dar gruplar var. Mesihlik, mehdîlik taslayanlar, şerîati keyfî şekilde ihlâl edenler vs. Ne yazık ki bunların takipçileri var. İşte bunlar körü körüne taklitçidir. 

 

“Bu (taklit) kesinlikle; mutlak sûrette mezmumdur, kınanmıştır. Çünkü böyle yapan kişi dîni ile alay etmiş demektir.”

 

Taklitçi dînini hafife almış olur. Herkese ilm-i hâlini bilmek farzdır. Bu farîzayı ihmal etmek, ciddiyetsizliktir. Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de de dinlerini; “Biz atalarımızı böyle gördük.” diye hiçbir delile, râvîye, kitaba dayanmadan savunan putperestler ağır şekilde kınanmıştır. (Bkz. el-Bakara, 170, el-Mâide, 104; Lokmân, 20-21; el-Hac, 8)

 

“İktidâ ise sözün kabulünde, o sözün sahibinin dindarlığına ve ilmine güvenerek hareket etmektir.”

 

Bizim Ebû Hanîfe Hazretleri’nin mezhebine tâbî olmamız böyledir. Çünkü Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh- âlim ve müttakî bir insan. Güvenilir bir şahsiyet. Nesilden nesile böyle naklediliyor.

 

“Dört mezhebin tâbîlerinin, imamlarına karşı mertebesi iktidâdır. Bazen buna taklit denmesi mecâzî bir kullanımdır.”

 

Tabassur / basîretle hâdiseyi değerlendirmek ise sözü kendisine ait olan, hususî olan delili ile kabul etmektir. Bunu da kendi görüşünü dayatmadan, sözü de ihmal etmeden yapmaktır. Bu, mezhepteki meşâyıhın / büyük âlimlerin ve seçkin ilim talebelerinin makamıdır.”

 

Hanefî mezhebinde yetişmiş, tarih boyunca büyük âlimler var olagelmiştir. Ancak yine İmâm-ı Âzam’a tâbî olduklarını açıklamışlardır. Delilleri görerek, inceleyerek, tahkik ederek iktidâlarını derinleştirmiş ve tabassur seviyesine çıkarmışlardır. «Ben artık ayrı bir mezhep tesis edeyim.» diye bir duyguya da kapılmamışlardır. 

 

 “İçtihad ise hükümleri delillerinden çıkarıp almaktır. Söyleyene bakmaksızın. 

 

•Eğer bu hususta kendisinden önceki bir imamın metodunu hesaba katmadan bunu yapıyorsa, «Mutlak Müçtehid»dir. 

 

•Eğer kendinden önce tâbî olduğu bir imamın usûlünü kullanıyorsa «Mukayyed Müçtehid»dir. 

 

Mezheb / görüş sahibi olmak ise kişinin kalbinde kuvvet bulan görüştür. Kişinin onu; «Artık bu benim görüşümdür.» diye itimatla benimsediğidir. 

 

Miftâhu’s-Saâde kitabında bu meseleler özetle zikredilmiştir. Allah en doğruyu bilendir.”

 

Tabiî müçtehid olmanın şartları vardır. Yukarıda zikrettiğimiz diyanet ve takvâ yanında, ilimde son derecede vukuf ve rüsuh sahibi olmak îcâb eder. 

 

Tarihimizde şeyhülislâm seviyesinde ilim sahiplerinin tabassur seviyesinde kaldıklarını görüyoruz. Maalesef zamanımızda ise içtihad cüretinin; elifi mertekten ayıramayan, ibare okuyamayan kişilerin diline ve eline düştüğünü müşâhede ediyoruz. İşte böyle kişilerden asla ilim tahsil olunmaz. 

 

Rabbimiz, ilim yolculuğunda hayırlı ve güvenilir şahsiyetlerden istifâde edebilmeyi nasîb eylesin. Âmîn…