İRADE ve İDARE

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Memleketimizde seçim var, aynı zamanda mayıs ayı İstanbul’un fethinin sene-i devriyesi…

 

Oy vermenin fıkhî boyutu ve İslâm’da cihad hususunda akıllara takılan bazı suallere cevap vermeye çalışalım. 

 

OY VERMEK

 

Oy vermek demek, bir tercihte bulunmak demektir. Eskiden rey denilirdi. O da «görüş» demektir.

 

Bir insan, her gün binlerce tercihte bulunmak durumunda kalır.

 

Biz bir müslüman olarak, tercihlerimizi, her zaman; İslâmiyet’ten yana, Müslümanlıktan yana, hayırdan yana, iyiden yana kullanmak durumundayız. 

 

Söz gelimi; ticaret yapacağımız zaman, iyi insanlarla, güzel müslümanlarla ticaret yapmayı tercih ederiz. Millî ekonomimizin canlanması için yerli malı kullanmayı tercih ederiz.

 

Ama söz gelimi; bir malı müslümanlar değil de, sadece gayr-i müslim unsurlar satıyorlar. Bunların içerisinden, müslümanlara en ılımlı olanı tercih etmeye çalışırız.

 

Biz bir dükkândan mal aldık diye, o dükkân sahibinin bütün tasarruflarını onayladık mânâsına gelmez.

 

Apartmanımıza bir idareci seçiyoruz diyelim; baktık ki namzetlerden biri eli-ayağı düzgün, dürüst, hak-hukuk tanıyan birine benziyor. Onu seçtik, bir mülâhazayla ona oy verdik diye; adamın yaptığı bütün uygulamalara râzı olduğumuz, kabul ettiğimiz anlamı çıkmaz.

 

Bir kadın için bir erkeği beğenip de onunla evlendi diye; erkek için de bir kadını beğenip onunla evlendi diye, onun bütün uygulamalarına râzı olduğu ve onun hesabını vereceği anlamına gelmez.

 

Bunları niçin söylüyoruz? 

 

Çünkü İslâmiyet adına konuşan bazı katı söylemlere sahip kişiler; oy vermenin sistemin tamamını kabullenmek, ona rızâ göstermek olduğunu iddia ediyorlar. Böylece sistemdeki İslâm’a uymayan hususları kabullenmenin neticesi olarak; «Oy vermek küfürdür!» gibi çok ağır bir hükme varıyorlar. Bunlar din adına terör ve şiddet faaliyetlerine de girişen bazı yapıların uç söylemleridir.

 

İnce düşünüldüğünde, müslümanların yaşadığı dönem itibarıyla bu tür katı ifadelerin; müslümanların tercihte bulunma, hiç değilse şerler arasında ehven olanı seçme imkânlarını ortadan kaldıran, yani müslümanların aleyhine netice doğuran yanlış mülâhazalar olduğu görülecektir. 

 

Siz bir kimseye oy verdiniz; «Bu kimse; vatana, millete, dîne, diyanete hizmeti olacak bir kimsedir.» dediniz. Oy verdiğiniz kişinin arada bir de yanlış işleri oldu diyelim, ona oy vermiş olmanız onun yaptığı bütün işleri onayladığınız mânâsına gelmez.

 

İslâm’ın dünya hayatını tanzime dair söylediği, emrettiği ve yasakladığı hususlar elbette ki var. Bir müslüman; bunları müdafaa edecek, tebliğ edecek, yaşatmaya çalışacaktır. Fakat kanunlar; bunu siyâsî bir parti programı hâline getirmesine izin vermiyor olabilir. Anayasanın değiştirilmesi de teklif edilemeyen maddeleri var meselâ. 

 

Öyleyse seçimlerde kişi, bir onaylama makamında değildir. «İslâm ahkâmı gelsin mi gelmesin mi?» diye bir referanduma iştirak etmiş değildir. O; sadece mevcut yapının direksiyonuna geçecek kişinin ve kişilerin tespitinde, «milyonlarda bir»e tekabül eden tercih imkânını kullanmaktadır.

 

Başka bir incelik:

 

Siyaset ve idare noktasındaki bazı kararların gerçek mahiyeti, herkesçe anlaşılmayabilir.

 

Bazen İslâm’a aykırı görünür ama uzun vâdede öyle olmadığı ortaya çıkar. Nitekim Efendimiz -aleyhisselâm-’ın Hudeybiye Sulhü’ne baktığımız zaman; Peygamber Efendimiz, müşriklerin ısrarı üzerine antlaşma metnindeki «Muhammed Allâh’ın elçisidir.» ibâresindeki «Allâh’ın elçisidir» ifadesini kaldırıyor. 

 

Zâhiren dîne, diyanete aykırı bir durum var. Peygamberimiz, -hâşâ- müşriklerin baskısı karşısında kendisinin Allâh’ın Rasûlü olduğunu belirten ifadeyi metinden kaldırıyor. Sahâbenin de anlayamadığı hattâ hazmetmekte zorlandığı bir manzara arz eden bu hâdisenin, iki sene içinde İslâm’ın yayılmasına büyük bir fayda sağladığı görülmüştür. 

 

Demek ki Peygamberimiz gibi masum olmasalar da, müslüman idareciler de zaman zaman zarûretler karşısında bazı tercihlerde bulunacaklardır. Bazı mülâhazalarla zâhiren uygun görünmeyen tercihleri olabilecektir. Bunu derhâl onların küfrüne, fıskına, azline bahane kılmak doğru olmaz.

 

Diğer taraftan bakıyorsunuz; Habeşistan kralı Necâşi, müslüman oldu. Vefât ettiğinde Peygamber Efendimiz Medine’de gıyâbî cenaze namazını kıldırdı. Ama hükümdar olduğu, kral olduğu devlet; henüz müslüman bir devlet değil. Müslüman olmayan bir devlette, müslüman olmayan kanunlarla idare edilen bir devlette hükümdarlık yapıyordu. Eğer bu onun gâvur olmasını gerektirseydi Hazret-i Peygamber Efendimiz onun cenaze namazını kılmazdı.

 

Diğer taraftan Yûsuf -aleyhisselâm-; Firavun’un memleketinde, onun kanunlarıyla bakanlık yapıyor. Eline geçen bu fırsatı değerlendiriyor. Hayırdan ve adâletten yana bir tutum içerisinde Mısır’ı dönüştürmeye gayret ediyor.

 

Binâenaleyh burada idareci olan kimselerin verdikleri kararlar, kendileriyle Cenâb-ı Allah arasında hesabı görülecek olan alandır. 

 

Bizim akîdemizdeki temel ilke şu:

 

لَازِمُ الْمَذْهَبِ فلَيْسَ بِمَذْهَبٍ

 

“Bir görüşün çağrıştırdıkları, o görüş sahibine nisbet edilmez.”

 

Bir insan oy verirken; «Bu aday, dîni daha iyi tahrip eder. Bu, başörtüsünü imhâ eder. Bu namazı kıldırmaz.» diye oy veriyorsa tamam, o kişi açıkça gâvurluğa hizmet etmiş olur. Vebâlini de taşır.

 

Fakat bir kimse oy verirken; «Bu insanın; dîne, vatana faydası olur. Müslümanların müslümanca yaşamalarına katkı sağlar.» niyetiyle veriyorsa, verdiği oydan dolayı sevap dahî alır.

 

Dolayısıyla; 

 

İş, oy verirken hangi niyetle verdiğiniz meselesidir.

 

Oy vermeyi küfür gibi göstermeye çalışanlar ise, müslümanların bir araya gelerek oluşturabildikleri kuvveti israf etmeye çağırmış oluyorlar. Hâlbuki ülkemizin demokrasiye geçişinden beri, rey gücü; müslümanların uğradığı birçok yanlışın düzeltilmesine fayda vermiştir. 

 

Cenâb-ı Hak; seçimleri memleketimiz için, müslümanlar için hayırlarla neticelendirsin.

 

İSLÂM’DA CİHAD ve HARP

 

Cenâb-ı Allah bize, bütün insanlık olarak Müslümanlığı yaşamamızı emrediyor.

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةً

 

“Ey îmân edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin!..” (el-Bakara, 208)

 

Bunun hem dünyevî hem uhrevî sebepleri var. Öncelikle şunu söyleyelim:

 

Eğer dünyanın herhangi bir yerinde; İslâm dışı, zâlim bir nizam varsa, dünyada huzurun olması mümkün değildir. Dünyanın bir yerinde bir adam bomba patlatır, bundan bütün dünya etkilenir.

 

Meselâ; uzaya gidiliyor. Uzayda herhangi bir yanlış hareket, bütün dünyaya mâl olacak bir hareket olur. 

 

Hâsıl-ı kelâm; hem maddî hem mânevî olarak eğer bir yerde bir yanlışlık varsa, bu, bütün dünyayı etkiler. 

 

Bugün birtakım süper güçler, bütün dünyaya sözde «demokrasi» götürüyorlar. Niye? Adam diyor ki:

 

“−Eğer senin memleketinde demokrasi olmazsa senden 5-10 bin kilometre uzakta bulunsam da ben kendi memleketimde huzurlu olmamam.”

 

Son yıllarda cinsî inhirafları, sapmaları global çapta savunan, onları normalleştirmeye çalışan medya gücünü görüyoruz. Kendi memleketi bitti, müslüman memleketlere de bunu yaymaya çalışıyor. 

 

Yani aslında herkes kendi anlayışını, kendi zihniyetini dünyaya hâkim kılmaya gayret ediyor.

 

Bu gayretin bizdeki karşılığı cihaddır.

 

Bizim derdimiz ne? İnsanlara İslâmiyet’i, Müslümanlığı anlatmak. Cihâdın gayesi toprak fethetmek değildir, İslâm devletine toprak kazandırmak değildir. Cihâdın gayesi, insanlara hak dîni, Müslümanlığı anlatabilme imkânına kavuşmaktır. 

 

Karşımızdaki idareci;

 

“−Sen burada benim halkıma, benim insanlarıma gelip de İslâmiyet’i anlatamazsın!” diye bir engel koyuyorsa o zaman o engeli kaldırmak cihâdın gayesi olur. Niye? Çünkü bu idareci kendi insanına da zulmediyor demektir.

 

Nitekim Osmanlı’nın bütün savaşları bu gayeye mebnî olarak insanlara İslâmiyet’i anlatmanın, böylece onların hidâyetine vesile olarak cennete nâil olmalarının önünü açmak için yapılmıştır. 

 

Bu yönüyle merhum Yûsuf Karadavî Hocamız;

 

“−Artık internetle bütün dünyaya ulaşmak mümkün olduğu için cihâdımızı da internet üzerinden yapabiliriz.” der.

 

Demek ki insanlara İslâm’ı anlatmak; insanlara hak ve hakikati söylemek, aktarmaktır asıl olan. Bunu nasıl yapabiliyorsak o vasıtayı kullanmamız gerekir. 

 

Yoksa savaşta kan dökmek vardır. İnsan, ölmek veya öldürmek durumundadır. Her ikisi de çok ağır meselelerdir. Cenâb-ı Allah ölmemizi bize emretmiyor. Yaşamamızı ve yaşatmamızı emrediyor:

 

“…Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. 

 

Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır…” (el-Mâide, 32)

 

Biz müslüman olmayan bir kişi öldüğünde; «Bir kişiyi kurtaramadık» diye onun acısını ve ızdırâbını duyarız.

 

Bir depremde, enkazın altından insanlar kurtarılmaya çalışılıyor. Bir kişi kurtarıldığında, herkesin yüzü gülüyor. Eğer bir kişi kurtulamaz, enkazın altından cansız cesedi çıkarılırsa herkesin yüzü asılıyor, üzülüyor. Niye? «Bir kişiyi kurtaramadık» diye.

 

Binâenaleyh, müslümanın kan dökmek gibi bir hevesi, arzusu olmaz. İnsanları kurtarmak için bir arzusu, bir hevesi olur. 

 

Öyle ki; harp esnasında tam işini bitirmek üzere olduğunuz bir kimse; «Lâ ilâhe illâllah Muhammed Rasûlullah!» diyerek müslüman olsa ona dokunamıyorsunuz, ona ilişemiyorsunuz.

 

Sahâbeden biri savaş esnasında kılıcı birinin üzerine doğrultmuş, adam da son anda müslüman olmuş. Buna rağmen adamı öldürmüş. «Korkudan şahâdet getirdi» diye yorumlamış.

 

Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in çok sevdiği sahâbî olmasına rağmen Efendimiz;

 

“−Sen onu nasıl öldürdün?!. Kalbini yarıp baktın mı gerçekten îman mı etmiş yoksa kılıç korkusuyla mı îmân etmiş?” diye defalarca tekrarlamış. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 95; İbn-i Mâce, Fiten, 1)

 

Demek ki; 

 

Bizim gayemiz insanların müslüman olması ve İslâm’ın güzelliğine ulaşmasıdır. 

 

Yeryüzünde birtakım kapalı dinler var. Kimseyi kabul etmiyor. Kendisini üstün ırk olarak görüyor. Diğer herkesi kendilerine köle olarak görüyorlar.

 

“−Ben de sizin dîninize gireyim.” diyene kapıyı açmak istemiyorlar.

 

Bizde böyle değil…

 

Dün savaştığımız, kanlı-bıçaklı olduğumuz kimse; «Lâ ilâhe illâllah Muhammed Rasûlullah!» dedikten sonra bizim kardeşimiz oluyor. 

 

Dolayısıyla; cihâdın böyle bir maksadı var. Eğer bunu taşıyamıyorsa bir insan, o zaman o cihad veya fetih olmaz. O barbarlık olur. Yani gittiğiniz yere İslâm’ın güzelliğini götüremiyorsanız; kendi vahşîliğinizi, terörünüzü götürüyorsanız, yakıp yıkıyorsanız ona; «Müslümanca bir fetih» denmez.

 

Bu mülâhazalarda, ferdî cihad ile bir devlet gücü altında cihâdın farkını da görüyoruz. Müslümanların bir devletinin olmadığı Mekke döneminde, silâhlı cihâda izin verilmemişti. Osmanlı’nın yıkılışından beri İslâm dünyası da başsız kaldı. Enkazında kurulan onlarca devlet ise tam bir istiklâle ve tam bir İslâmî ideale sahip değil. Bunların cihâdı ancak vatan savunması çapında kalıyor.

 

Demek ki; bütün insanlığı İslâm’ın selâmetine davet edebilmemiz için önce müslümanların yekvücut bir ümmet olabilmesi ve ümmete liderlik edebilecek, mazlumları koruyacak, zâlimleri bertaraf edecek bir devlete kavuşabilmesi lâzım… 

 

Cenâb-ı Hak, ecdâdımızın sergilediği o kuvvet ve kudretli günleri yeniden ve daha güçlüsüyle yaşatsın… Âmîn…