MÜCADELEMİZ NE İÇİN?

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

 

Bazen, doğru ve yerinde sorulan sorular, zor ve içinden çıkılmaz problemlerin cevaplarını aramaya sevk eder insanı ve soru, cevabın anahtarı hâline gelir. İnsan, hayatın her alanında sürekli olarak farklı meseleler ile muhatap olur. Karşılaştığı bu meseleleri aklı, ilmi ve tecrübesiyle aşar ve onların üstesinden gelebilir.

 

Kâinatta her şey, bir düzen ve intizam içinde yürür. Her şeyin bir ölçüsü, âdâbı ve usûlü vardır. Bu münasebetle, soru sormanın da bir usûlü ve âdâbı vardır. Doğru cevaba ulaşmak için sorduğumuz soruyu; ne için sorduğumuz, nasıl sorduğumuz ve kime sorduğumuz mühim ayrıntılardır. Bu ayrıntılar, alacağımız cevaba net olarak tesir etmektedir. İnsan; bildiği ve bulduğu her şeye, soru sorarak, araştırarak ve mücadele ederek ulaşmıştır.

 

Soru sorarken, evvelâ şu hususlara dikkat etmemiz lâzım: 

 

Soruyu, kendi istediğimiz cevabı almak için mi yoksa hakikate ulaşmak için mi soruyoruz? 

 

İkinci husus: 

 

Soruyu sorarken, muhatabımızı tahkir etmek, onu zor durumda bırakıp rezil etmek için mi soruyoruz yoksa muhatabımızın ilminden ve edebinden pay almak, istifade etmek için mi soruyoruz? 

 

Ve en mühimi ise, soruyu kime soruyoruz?

 

İnsan her şeyi bilemez. Bundan dolayı; mutlaka başkalarının bilgisine, tecrübesine ihtiyaç duyar ve onlardan istifade eder. 

 

Bundan dolayı; 

 

Hem dünyalık işlerde hem de uhrevî işlerde, bizden daha bilgili, tecrübeli ve ehil kimselere; karşılaştığımız meselelerle alâkalı sorular sormalı ve onlardan aldığımız cevapları, Kur’ân ve Sünnet süzgecinden geçirip, hayatımıza tatbik etmeliyiz. 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesi ile; 

 

«Düşüncelerin ve niyetlerin meyvesi davranışlardır» 

 

Bundan dolayı, bir meselede soru sorulmaya başlanmışsa; bunun, akabinde çözümü için gayret ve mücadele ile davranışa dönüşmesi mukadder olur.

 

İnsan, doğduğu andan itibaren ihtiyaç duyduğu her şey için mutlaka ve muhakkak bir gayret göstermek ve mücadele etmek zorundadır. Bu mücadele; kendisine emânet olarak verilen can alınıp, toprağa girene kadar, kesintisiz olarak devam edecektir. İnsan için takdir edilen bu hususiyet; bir noktada onu diri tutar, hayata bağlar ve her sabah yeniden bir gayretin içine girmesi için kendisine enerji verir. 

 

İnsan; beşikten mezara kadar devam eden bir mücadelenin içerisinde olup, mücadele etmediği hiçbir şeye sahip olamıyor. Hattâ, ağzına konan bir lokma için bile bir gayret göstermesi gerekiyor. O hâlde, şöyle can alıcı bir soruyu sormak ve alacağımız cevaba göre kendimizi yeniden bir mîzâna çekmek durumundayız: 

 

İnsan; hayatı boyunca verdiği bu mücadeleyi, ne için verir veya vermelidir?

 

Mücadelenin çeşitli alanları ve farklıkları olsa da temelde mücadele, hak ile bâtıl üzerinde cereyan etmektedir. Bir mücadelenin meşrû olabilmesi için; evvelâ bağlandığı değerlerin rûhundan, ölçülerinden hisseler alması gerekir. Mücadelenin gayesi de hedefi de metodu da her türlü hususiyetleri bağlı olduğu bu değerlerden alır. 

 

Mücadeleye başlarken, nereden ve nasıl başlanmalıdır suâline cevap; evvelâ yaratıldığımız fıtrat üzerinde kalmak, yani eşref-i mahlûkat olan insan olarak yaşayıp, insan olarak bu dünyadan ayrılmak olmalıdır. Zira insan; fıtratındaki bu hususiyetleri muhafaza ederse, medeniyet kurabiliyor ve medeniyetin muhatabı olabiliyor. 

 

Fıtratını muhafaza eden insanın mücadelesindeki seyir; iç dünyasına, yani en zorlu düşmanına yönelmelidir. İnsan; iç dünyasındaki mücadeleyi tamamlamadan, dışarıdaki mücadelede tam mânâsı ile başarılı olamaz. Zira içeride eksik bırakılmış mücadele ve zaaflar, düşmanın içeriye sızması için açık bırakılmış kapılar mesâbesindedir. 

 

İç dünyasında mücadeleye girişen insan; fıtratıyla barışık olup, nefsi ile sürekli kavgadadır. Bu öyle çetin bir kavgadır ki, sulhü ve de sonu yoktur. 

 

•Fıtratı ile barışık olan insanlar; sevgi ve muhabbetle, tevâzu ile mutlu ve mesut bir şekilde istikamet üzere yürürler. 

 

•Nefsi ile barışık olan insanlar ise; nefretten, kavgadan, gururdan dolayı, sürekli olarak mutsuzluğun girdabında debelenip dururlar.

 

İç dünyasında mücadelesini tamamlamış insan; artık cenk meydanına rahatça çıkıp, düşmanı ile yüzleşebilir. Başta ifade ettiğimiz; her şeyin ölçüsü olduğu gibi, mücadelenin de ölçüsü vardır. Mücadelede ölçü, adâlet ve itidaldir. Bu ölçülerde en ufak bir taviz, verilen mücadelenin mahiyetini değiştirmek için yeterli olacaktır. 

 

İnsanın dışarıdaki düşmanlarından daha ziyade, iç düşmanı olan nefsi ile mücadelesinde; ilim ve irfân ehli, dört merhalede değerlendirme yapmıştır.

 

Birincisi: Hak ve hakikati öğrenmek ve Kur’ân-Sünnet kültürünü tahsil etmek için gösterilen gayret.

 

Bu noktada; yaşadığımız çevrede, hayatın her alanında, deveran eden bir mücadele hâkim. Herkes kendisinin iyi, başkasının kötü olduğu noktasında büyük iddiaya sahip. Kendilerini savunma hususunda; kendi taraflarının mutlak doğru olduğunu, dolayısıyla kendilerine tâbî olunması hâlinde kurtuluşa erileceğini söylüyorlar. Bu kadar bilgi kirliliğinin olduğu bir hususta; müslümanlar uyanık olmalı, hak ve hakikatin ne olduğu, en ince detaylarına kadar öğrenilmeli, müzâkere edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Görünen ve gösterilene aldanmamalıdır.

 

İkincisi: Öğrenilen ilmi tatbik etmek, ihlâsla amel etmek.

 

Yaşadığımız çağ, bilgi çağı olarak tarif ediliyor. Bilmenin her şey olduğu noktasında, maalesef ifrat ve tefrit derecesinde sapma var. Bilmek ve bilgi sahibi olmak, kendi başına bir meziyet olsaydı, şeytan cennetten kovulmazdı. Bilgi, günümüzde artık put hâline geldi. Konuşan herkes; «Ben şunu biliyorum, bunu biliyorum…» diye caka satıyor. Ama, bu bilgilerin amel boyutuna geçirilmesi noktasında ciddî zaaf var. O hâlde; sadece bilgi sahibi olmak değil, bildiklerimiz ile ihlâslı bir şekilde amel etmek zorundayız. 

 

Üçüncüsü: Başkalarını İslâm’a davet etmek.

 

Müslüman, hayatın her alanında davetçi olmalı. Hazret-i Ömer radıyallâhu anh- Efendimiz’in ifadesi ile İslâm’ı yaşamalı ve böylelikle sessiz tebliğ yapmalı. Sahip olduğu inancın, kendisine yüklediği vazifeleri yerine getirmeli ve çevresindeki insanların da bu güzelliklere ulaşmaları için gayret etmeli. Bunu yaparken; karşısındaki insanları kırmadan, dökmeden ve incitmeden bu vazifeyi îfâ etmeli. 

 

Dördüncüsü: Davet yolunda karşılaşabileceği meşakkatlere sabır ve sebat göstererek tahammül etmek.

 

İmtihan için dünyaya gelen insan, dünyanın geçici bir yer olduğunu idrâk etmelidir. Burada yaşarken başına gelen her şey, bu imtihanda çıkan sorular gibidir. O hâlde, meşakkatlere sabretmeli ve kazanacağı ecirlerin hesabını yapmalıdır.

 

Başlıkta sorduğumuz soruya gelirsek; 

 

Bugün gözümüzün önünde sergilenen mücadeleye, dünyalık makam, mevki, para ve mal için mi gönül verip destek oluyoruz yoksa âhiret endişemiz ağır bastığı için mi bu mücadeleye dâhil oluyoruz? Herkes cevabını kendisi vermeli ve ona göre hareket etmelidir.

 

Allah Teâlâ; hakkı ve hakikati tam mânâsı ile görmeyi ve hakkın yanında ve hak için mücadele etmeyi nasip eylesin. Âmîn…