Kutlu Müjde İle Bezenmiş «TEMİZ BELDE»

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

 

Şüphe yok ki mayıs ayları; Cenâb-ı Hakk’ın «el-Musavvir» yani yarattığı her şeyi en güzel sûrette tasvir edip, şekil veren mânâsındaki esmâsının tecellîleri ile tuğyân eden bir iklimde gönüllere ferahlık verirken, aynı zamanda şanlı medeniyetimizin en belirgin bir zaferini de bizlere tekrar tekrar hatırlatması bakımından oldukça kıymetlidir. 

 

Malûm olduğu üzere, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in henüz hayatta iken ashâbına;

 

لَتُـفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ فَـلَنِعْمَ الْأَم۪يرُ أَم۪يرُهَا، وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذٰلِكَ الْجَيْشُ

 

“Konstantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) şeklinde müjdeledikleri o kutlu fetihte zikredilen bu şehir, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce medhine mazhar olmayı kendine en büyük şeref addeden mü’min yiğitler tarafından defaatle muhasara edilmiş; 

 

Hattâ bir keresinde de; «Mihmandâr-ı Rasûl» unvânıyla sahâbe içerisinde müstesnâ bir yere sahip Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri, ilerlemiş yaşına rağmen şehâdet şerbetini bu diyarda tadarak, istikbaldeki fethin âdeta bir teminatı gibi bu toprakların bağrında sırlanmış,

 

Ve en nihayetinde bu mukaddes fethi gerçekleştirmek; ta çocukluk devirlerinden beri bu gayenin, bu nebevî hedefin hayali ile yanıp tutuşan; fetihle beraber «Fatih» unvânına mazhar olup, İslâm âleminin gönlünde de taht kuracak olan Sultan II. Mehmed’e nasîb olmuştur.

 

Tarihî kaynaklarımızda; kurulduğu vakitten beri küfür ve şirk yuvası olarak görülen ve «lânetli şehir» diye anılagelen Konstantiniyye’nin, hicrî 857 senesinde fethedilmesi ve yine, Sebe Sûresi 15. âyet-i kerîmesinde geçmekte olan ve; «temiz, hoş ve güzel şehir» mânâsına gelen;

 

«بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ»

 

lâfzının da ebced hesabı ile «857» rakamına tekabül ettiğinin devrin âlimleri tarafından tespit edilmesi ile mânidar bir isabet meydana gelmiş ve bu sebeple şehre daha sonra verilen; «Dersaâdet, Âsitâne, İslâmbol, Dârulhilâfe» gibi adlar yanında; «Belde-i Tayyibe» ismi de yaygın olarak kullanılmıştır.

 

Fethin akabinde girişilen maddî ve mânevî, iki kanatlı îmar faaliyetleri ile beraber; günden güne çehresinde güller açan bu «temiz şehr»in sakinleri, girizgâh kısmında zikrettiğimiz o kelâm-ı Rasûl’ü hiçbir zaman unutmamış, vefâsını da payitahtın muhtelif köşelerine bu yüce sözü birer inci gibi dizerek göstermiştir.

 

İşte, bu eserlerimizden bir tanesi; pek tabiî bir fetih hakkı olarak, kiliseden camiye tebdîl edilen Ayasofya-i Kebîr Camii kuzey giriş kapısında bulunan bir sütun üzerinde taşa mahkûk (kazınmış) vaziyette bulunmakta, hicrî 1109 (1697) senesinde yazıldığı belirtilen kitâbenin hattatı ise bilinmemektedir.

İlâveten, Fatih Camii ve Türbesi’ne muhtelif tarihlerde yerleştirildiği tespit edilen eserlere de yer vermek gerekirse;

 

İlk olarak, caminin ana giriş kapısı sağ duvarında, yüksekçe bir yerde olan kitâbe dikkati çekmekte, hadîs-i şerîfin metni ile beraber, levhanın içerisindeki küçük bir kartuş kısmında Süleyman isminde; cami mütevellîsinden, saray başvekili bir zât tarafından hicrî 1056’da (1646) yazıldığını belirten ibâre yer almaktadır.

Diğer kitâbe ise; cami harîmi sağ duvar üzerinde mermere mahkûk olarak işlenmiş olup, celî sülüs hatla ve üç satır hâlinde yazılmıştır. Bu levhayı diğerlerinden ayıran iki mühim nokta bulunmaktadır:

 

Bunlardan ilki; yazının üst kısmına nesih hatla, hadîsin râvîsi olarak kabul edilen Abdullah bin Bişr el-Ğanevî’nin de ilâve edilmesi ve ikinci olarak ise, levhanın alt kısmına Lâtin harfleriyle; 

 

“Ağustos 1956 yılında kardeş ve dost Türkiye’yi ziyaret eden Libya Kralı Mohammed İdris es-Senûsî Hazretleri tarafından Fatih Cami-i Şerîfi’ne armağan edilmiştir.” ibâresinin yer almasıdır.

Bir başkasına temas edecek olursak; Hattat Abdülfettah Efendi (1815-1896) tarafından iki satır hâlinde celî sülüs hatla yazılmış ve zerendûd (altın yaldızlama) tekniği ile işlenmiş olup, Fatih Sultan Mehmed Türbesi’nde asılıdır. Levha gayet tezhipli ve çok sanatlı bir çerçeve içerisindedir. Levha çerçevesinin üst kısmında mevcut «Kâle’n-Nebiyyu Aleyhisselâm» ibâresi de tuğra formunda tertiplenmiştir.

 

Son olarak, makalemizin başlık kısmında yer verdiğimiz eser hakkında da bir mütalaaya yer verilmesi îcâb etmekte:

Mevzubahis yazıda sülüs-müdevver (kuşak yazı) tekniği icrâ edilmiş; saat yönünde hazırlanan kompozisyonda evvelâ, fetih hadîs-i şerîfi ile başlanmış, müteâkiben, Fatih’in Ayasofya’nın o harap hâlini gördüğü vakit söylediği;

 

Bûm nevbet mîzened der târem-i Efrâsiyâb.

Perdedârî mîkuned der kasr-ı Kayser ankebût.

 

“Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık yapıyor. Efrasiyab’ın sarayında baykuş nevbet vuruyor.” 

beyti ile devam edilmiş ve kuşağın son kısmında meydana gelen boşluk «belde-i tayyibe» terkîbi ile hoş bir şekilde kapanmıştır. Levhanın orta kısmına ise Fatih Sultan Mehmed’in tuğrasının yerleştirildiği görülmektedir. 

 

Eserin sanatkârlarına değinecek olursak; Devlet-i Aliyye’nin son devrinde yetişerek gelenekli sanatlarımızın, yeni devletin genç nesillerine aktarılması hususunda çok mühim bir vazife îfâ eden Hattat Hâmid AYTAÇ (1891-1982) ile;

 

Aslen tıp doktoru olmakla beraber, kendini millî ve gelenekli sanatlarımızın yaşamasına adayan, büyük sanat tarihçisi ve müzehhib Ord. Prof. Süheyl ÜNVER’in (1898-1986) imzalarının bulunduğunu tespit etmekteyiz.